Hiçbir ayrıntıyı
kaçırmak istemiyorum.
Gönlün hutbesindeki tüm
kırık niyazlarıma nazire eden buğusu evrenin tamah yüklü gölgeleri ifşa
edercesine sitem ediyor dünden arda kalan kırıklara.
Derin bir sığınak
eşliğinde ahmakıslatan. Her ne hikmetse üşümeyi ve korkmayı bir arada becerip,
dengini arayan bir buluta rast geliyorum. İhtişamını asla yadsıyamam.
Küpeştesinden hayatın, ansızın gölgelenen gün ışığına birikmiş hezeyanlarımla
göz kırpıyorum. Taammüden işlenen bu acımasız katliama söz geçirmek ne mümkün.
An itibariyle
sağalttığım gün dönümünün yitik çeperinde, o kaygı yüklü muğlâk düşlere
yaptığım gönderme ile biriken isi dağıtmak asli vazifem.
Bir haleye sığdırdığım
ve yığdığım derinliklerinde gök kubbenin ansız bir seyir belki de muhatap olmam
gereken her ne kadar anlam ihtiva etmesi konusunda çekincelerim olsa da. Ve
maruzatlarımı beyan ediyorum bir bir. Kader sorgularken, keder yüklediğini
yüklüyor ve çekimserim ve bir o kadar yadsıdığım sakıncalara da kılıf geçirip…
Gerisi yok inanın ki.
Hatta öncesi de. Ya yarından sonra?
Miracım üç beş imge
geliyor dile. Belli ki göze geldim. Derken göz göze geliyorum bilinmezlik ile.
Nasıl da huşu içinde ve ben nasıl da huzursuzum. Kaygılarımı tetikleyen ömür
güncesi belli ki sıkıştıracak beni köşeye. Yetmezmiş gibi… Evet, rücu ediyorum
ve vuku buluyor tüm gerçekler bir biri ardına dile geliyor evrenin saklı sözü
ve saklı gözü. Hanidir iç güveysinden hallice dememe kalmıyor ki kopuyor
kıyamet lakin bir öncesi büyük kıyametin. Adı sanı olmayan cansız varlıklar her
nasılsa dile geliyor ve bir ağızdan söylüyorlar en içli o demli şarkıyı. Mecazi
yetilerim de güme gitti gideli anlık bir öfkeyle sarf ediyorum en sakıncalı
sözcükleri lakin bir Allah’ın kulu değil kılını kıpırdatmak görülmediğime kâiniyim
içten içe.
İç sesim nasıl da muhafazakâr
oysa ve nasıl da döngü ile restleşiyorum. Ne eşrafım ne de dost bildiklerim ve
cehennem zebanisi yalan tahakkukları eloğlunun bir bir ifşa ediyor gerçekleri.
Yalnızlığım ve gölgeli boyunduruğu anlık bir dokunuşla karışıyor kayıplara.
Bihaberim tahakkümlerin
baskısından oysaki en derinde hissettiklerim. Belli ki iyi günlerimmiş öncesi.
Belli ki beterine nail olacağım bir adım sonrası.
Yaftalanan hicazların
anlık dokunuşlarında vuku bulan rahmet yüklü bir sessizliğe nazire eden o
gümbürtü…
Revnak bir
kuşatılmışlık.
Soyut bir tezgâh kim
varsa ipliği pazara çıkan.
Muteber bir yolculuk
benimki ve kendine hani töhmet altında kalmaya müsait ve azıcık alengirli bir tezahürat
iken hasıraltı edilen.
Aman Allah’ım nasıl bir
coşku bu, demeye ramak kala.
Ve ümmeti yitik o
rahvan ve kayıp şehir.
Hani olur da, demeye ne
hacet.
Ne de olsa iç
güveysinden hallice.
Kırık haznemin,
kırılgan geçirgenliğinde muştalayan gayri ihtiyari bir yansıma belki de
yanılsamaktan haz ettiğim çekincelerden soyutlarken güme giden o patavatsız
koğuş akşamları.
Müzik kulağımda ve
kerelerce nüksetmekte aynı esinti. Uzaklarda çok uzaklarda hatta sen de o da.
Ben zaten benlik kaygımı depreştiren bir yenilgiye maruz kalmışken…
Başucumda annem,
kucağımda hırkam ve içi boş delik kolları.
Fısıltılar kulağımda
raks ediyor.
Ceberut öfkeler nasıl
da isyan yüklü.
Yüklüyüm hem de nasıl.
Yükümlüyüm ve
alabildiğine sorumsuz.
İşte nüksetti şimşek ve
gece ışıdı. Ben üşüdüm. Hanidir o kırgın lehçeye mat etmişken devingen
tümcelerimi, ıskalandım yeniden. Yeni bir gölge, yeni bir hutbe ve yeni bir
acı.
Anlamsızlık yüklüyüm,
serzenişi dokunaklı ahvalimin ben fazlasıyla yoksunum, mağdur bir kırılganlığın
yüz görümü o çalıntı neşesine atıfta bulunan hüzünlü iç sesim işte kıpraşmakta
huzursuzluğum hanidir, hanidir demeye ramak kala kapatıyorum gözlerimi. Bir kez
daha esir düştüm uyku pazarında. Uyumaktan imtina ettiğim kaç milyonuncu gece
kim bilir. Töhmet yüklü madem sessizlik ses olmama ne hacet.
Günü devirdim, ömrü de.
Yitirdim mecalimi,
yitirdim dünleri ve kaygılarımı. Lakin yeni kaygılar ekli listem. Liste
dediğime bakma sen. Hanidir soluduğum şu is yüklü odaya katık yaptığım tütün
yüklü hüznü bir el veren olur mu ki…
Rahmet yüklü
sessizliğimin güdümünde kayıp geçen ne çok ahir cümle.
Haczettim, haczedildim,
ümmetimi kaybettim ve derken kayboldum hem de bulunmamak üzere.
Sencileyin diye diye, koyuldum
yola ve kırık bir saza meylettim hacizli hecelerimi: Andım usulca anılmadım
lakin. Andırdın her çehrede mahzun gölgeni anlıkmış meğer sevgi bellediğim. Bir
mecali daha dingin bilip de kaptırmışken, bir aşkı sonsuz bilip söndürmüşken
gözünün ferini ve sönmüşken ölüm çağırırken…
An’ı çentikleyip, dünü
yaftalayıp yarını da töhmet altında bıraktıktan sonra…
Geri dönümü olmayan bir
yok oluşluk madem yolumun kesiştiği hangi rahvan benlik katlanır böylesine bir
acıya?
Yüz sürdüğüm, iz
bildiğim kayıp ritüeli de kayıp verdikten sonra neyin derdidir iştigal
ettiğimiz gecenin sabahına eremezken o kör karanlığı siper edip…