Saat: hayatı ya beş geçiyor ya da geçecek.
Yer: Mefhûmların karanlığında kapalı kalmışların mahpushânesi.
Şehir: İstanbul.

En bilmediğim zamanlarda herkesten uzak, sessiz sakin bir noktaya çekilir, vücudumun açıkta kalan (ellerim ve burnum çıplak kalmaya en müsait olanlardı) kısımlarına dokunan şiddetli lodosu hissetmeye çalışırdım. Soğuk havaları sevmem aslında, ama havanın sıcaklığı birazcık kırılmaya görsün, koşar adım sokağa çıkar, derin nefesler alır, önce insanların olmadığı ıssız sokakları geçer; genellikle sokak sonlarındaki köşeleri mesken tutmuş, soğuktan ellerini iç astarı yırtık, eski püskü, parkasının ceplerine daldırmış simitçiden taze birkaç simit alır, oradan sahil tarafına yollanır, bulduğum bir iskemlenin üzerine çökmeden biraz önce genellikle oğlunun çalıştığı ama okul vakitlerinde babasının tezgâhı beklediği “VUSLAT ÇAYHANESİ” tabelasının gerisindeki semaverden tavşankanı bir çay alırdım. Çoğu zaman (denizin soğuğuna dayanamadıkları için olsa gerek) kimseler olmaz; birkaç dilenci, yapayalnız kalmış beş-on mülteci çocuk denizi yamacımıza alır, derin derin ufku, kız kulesini, İstanbul’un tepesinde bir ayrı parlayan nazlı güneşi süzerdik. Esasen ilk kez karşılaşmadığım mülteci çocuklardan her birine birer simit vermek ve çay içmek isteyip istemediklerini sormak için giderdim oraya. Mülteci ruhumun kıvrandığı bu mefhumlar rüyasında, gardiyan kesilmiş lügatten fırlama kelimelere karşı tek başına kaldığı, sözcük yerindeyse “görüş günü” gibi hissederdim ve tepesi mavi göklere açılan, üç-beş çalı çırpıyı ağaç hüviyetine büründürüp önünde olta attığı yegâne yer olarak görürdüm.

Muhabbet ettiğimiz anlar oldukça nadir sayılırdı. Kız olanlar konuşmazdı. Hele ki adlarını soracak olsam elleriyle yaşmaklarının boyunlarından süzülen kısımlarını sıkı sıkıya kavrar, gözlerini denizin diğer tarafına kaçırır, kendi lisânlarında birkaç kelime eder, en sonunda ise büyük bir sessizlikle adını söylerdi. Ne zaman koşar adım gidecek olsam sahil kenarına, hep bu sahneyle karşılaşacağımı ve denizin beton molozuna dönmüş kıyıyı döverken çıkardığı sesi dinleyeceğimi çok iyi bilirdim. Çünkü, bu ıssız sokaklarda mendil satanlardan veya ulu çınarların altındaki gölgeye kurulmuş sarhoşların küfürlerinden öğrendiğim tek şey varsa, o da tüm sessizliğin veya haykırışların altında heyula bir acının var oluşuydu.

Israrla adını, ailesini, geldiği yeri, sevdiğini, bahçesindeki ağaçları veya hanımelinin çiçek açtıktan sonra dimağlarında bıraktığı o enfes kokuyu, el yazısını, kendi ülkesinde nasıl gülümsediğini sorduğum bir kız çocuğunu anımsıyorum. Soğuktan buz kesmiş yüzü, sağ eliyle kavradığı beyaz SELPAK mendilini satamadığı için bükülmüş dudakları, yüzünde nereden geldiğini bilmediğim kömür karası lekeleri ve küçük ela bakışları olan bir kız çocuğuydu. Çekingen ve ürkekti. Kafasındaki kendine yakışmayacak tonlardaki yaşmağının boynundan iki yana sarkan kısımlarını çekiştiriyordu diğer tüm akranları gibi. Buz kesmiş bedenini çepeçevre saran çiçekli bir entarisi vardı ve üşüyordu. Ayağına ise önü açık, kahverengi bir terlik (kim bilir nereden bulmuştu) geçirmişti. Üzerindekilerin her biri, başkasının beğenmediği, kıyıya köşeye savurduğu veya çeyizlik sandıklarının en dibinde unuttuğu ya da “güve yiyeceğine veya çöpe gideceğine fakire fukaraya gitsin,” dediği türdendi. Eskiydi ama bu kızın önemsediği, küçük bir serçe kanadı gibi titreyen kalbinin içinde besleyip büyüttüğü başkaca şeyleri, korkuları vardı.

Hafif çiselediğinde yağmur ve kurşunî renkli bulutların arkasında kaybolduğunda güneş, hafifçe toparlandım oturduğum iskemleden. Kimsesizlerin kimse, yalnızların mana, anlamsızlığın kavram olduğu bu sahil kıyından bana ait ne kadar benlik; arkamda bıraktığım ne kadar huzursuzluk var ise hiçbir şey bilmiyormuşçasına sırtımdaki kambur misali bohçaya sarıp sarmaladım, ağzını sıkı sıkıya bağlayıp ayaklandım.

“Dur,” dedi karşımdaki simidi tırtıklayan küçük kız. “Anlatacaklarım var, dinlemek ister misin?”

Yarım yamalak Türkçe konuşuyordu: A’ları olabildiğince gırtlaktan, r’leri oldukça baskın, u ve ı’ları ise yutarak bir şeyler geveliyor, yutkunuyor ve kimselerin bakmadığına emin olduğunda sağ elinin üzerine kadar uzattığı entarisinin koluyla gözlerini siliyordu.

“Tamam,” dedim. Sesim biraz önceki huysuz martının çığlığından olsa gerek çok silik çıkmış, soğuk ve mürekkep rengi gökyüzünün içinde yitip gitmişti. “Seni dinliyorum.”

Çok güzel gözleri vardı. Sürmeli kirpiklerinin hemen altında yakut misal parlayan, ihtişamlı ve görkemli kocaman kocaman gözleri vardı. İsmi Rawza. On yedisinde ya var ya yoktu. Annesi “hayatın cennet bahçesine benzesin güzel yavrum,” diyerek koymuş bu adı. Öyle dedi adından bahsederken. Daha sonra yutkundu. Hep yutkunuyordu. O kocaman gözlerinden damlayanları, yüreğinin en dibine kadar yutkundu.

Yanına yaklaştım. Masanın karşısındaki iskemleye çöküp tezgâhtara el işaretiyle iki çay bir de üzerini örtebilecek bir şey istedim.

Daha sonra anlatmaya başladı. O anlattı, ben dinledim. Ben dinledikçe o cesaretlendi anlattı. Susmadım, durdurmadım.

“Biz Türkiye’ye hep gelir giderdik. Bir kısım akrabalarımız burada yaşıyordu. Ayda bir kez ziyarete gelir, Ayntab’a gider, gezerdik. Sonra savaş patladı. Benim babam doktor. Orduda doktor yani. İlk onu öldürdüler. Oracıkta vurmuşlar. Cenazesini göremedik bile.” Dudaklarını acı ile büzdü. “Gerçi, görsek ne olacaktı ki, en çok ölülerden korktular ve mezarlıkları da bombaladılar. Babamın cenazesini görsek bile onun mezarı da bombalanacak, paramparça olacaktı ölmüş bedeni. Annem ne zaman babamın bir mezarının olmadığına üzülecek olsa, aklına paramparça olmuş ölü bedenler gelir, sonra şükrederdi. Babamın cansız bedeninden arta kalanları toplamak zorunda kalmadığı için hep şükrederdi.”

“Savaşın başlangıcından biraz sonra anam bizi Türkiye’ye kaçırmak için söz veren bir adamla evlendi. Üç ay kahır çekti, dayak yedi, bize ettiği eziyetlere sessiz kalmak zorunda kaldı. Dayak yedi; bulduğu kuytu köşe bir yerde ağladı, iç çekti. Aç kaldı, oruçluyum dedi, komşudan, duvarı yıkılmış fırınlardan bulduklarıyla bizi doyurdu. En nihayetinde ise Türkiye’ye gelmenin bir yolunu bulup bizi buraya getirdi.”

“Vicdansız herif,” dedim. Ağzımdan öfkeyle tükürükler köpürüyor, salyalar saçılıyordu. “Şerefsiz!”

“Öyle deme,” dedi. “O bizi buraya getiren adam.”

Sustum. Köşeme çekildim tekrar. Aradan epeyce bir vakit geçmiş, martılar bulutların arasından sızan güneş ışığına toplaşmış balıklardan güzel bir ziyafet çekiyor, tarifeli vapurlardan birisi iskeleden ayrılırken öbürü Kız Kulesi sularından Beşiktaş iskelesine doğru yaklaşıyordu. Ardı arkası kesilmeyen vapur düdükleri ve araba kornaları ise bu şehrin tuzu biberiydi.

“Daha fazla dayanamadı ama… Ben yedi yaşındayken öldü. Türkiye’ye geldikten beş sene sonra kahrından, acısından, yaşadıklarından mezara koydu bedenini. Ben ve iki kardeşim kalakaldık Fatih’te bulduğumuz bir mezbelelikte.”

“Allah rahmet eylesin.”

“Amin,” dedi ve sordu: “Şimdi cennettedir değil mi amca?”

“Başka bir yerde olamayacak kadar iyi bir kadın senin annen.”

“Konu komşu sağ olsun, çok yardım etti. Açıktaydık, korudular; korkuyorduk, sarıldılar. Her akşam sıcak yemeğimizi, tuzlu aşımızı, mis gibi buğday kokulu ekmeğimizi getiren birisi çıkıyor, kapımızı çalıyordu. Böylelikle epeyce zaman geçti, yıllar gerimizde kaldı.”

Gülümsüyordu. Buruk bir gülümsemeydi dudaklarındaki. Aradan bir-iki dakika ya geçti ya da geçmedi, gözleri buğulandı, çehresi korku ile sarardı. Bir anda dudaklarındaki buruk gülümseme yerini şiddetli ve dehşet dolu bir çehreye bırakmıştı.

“Hatırlamıyorum. Çok karanlıktı. Buz gibi bir karanlık. Hem de yazın ortasında amansız bir soğuk. Kimseler görmemiş. Bende görmedim. Birisi, geceleyin, yattığım yatağın yanına gelmiş, yorganın altına girmiş.”

Ağlıyordu. Sadece ağlıyordu.

“Mahallede bu olay yayılınca, kocalarını benden korumak isteyenler, sağ olsunlar, beni o kişiyle evlendirdi. Yaşlıca bir imam kıydı nikahımızı. Gür sakallı, tok sesli bir imamdı nikahımızı kıyan. Sessiz sakin, küçük bir mescidin içinde. Kimseler yoktu. Bir ben, bir o, bir de mescidin temizlikçisi, sokaktan çevirip rica mihnet içeri çağrılan birisi vardı.”

Demiş miydim? Kocaman kocaman gözleri vardı. Gözlerinin üzeri doğuştan sürmeli, kocaman kocaman, dünyadaki tüm taşlara kıyas gözleri vardı.  

 

( Çok Güzel Gözleri Vardı başlıklı yazı Galip Argun tarafından 26.03.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.