Kelimeleri tokuşturalım hadi, sonra
lehim yaparız düşlere…
Aklı evvel bir tebessüm gizliydi
kızın sır gözlerinde ve anlamsızlığı adlandırmakla kendini kilitlediği
vurdumduymaz yürekler.
Bir tatta bir hattatın özleminde bir
de kır çalan saçlarında dün öbekli seyrinde alamet-i farikası iken gök kubbe.
Şimdi olacaktı da bir yoldaş bir de
ser ve sırları iklimlere yüklediği o ikilem yüklü maruzatları…
Bir kırandı kırandan ziyade
kırılganlığın niyaz olduğu ve bir selamdı en meczup lehçede en mahzun şarkıyı pelesenk
etmişken bilinmeze.
Sıradan ve sıra dışılığın öznelinde;
kayıpların ayıp yüklü nedametinde ve… hadi oradan, diyen yaşlı kadının
çekmecinde sakladığı vasiyeti.
Ölüm Haktan beşere mirastı demek ki;
demediklerine kinaye yükleyen hangi pasajdı da zihniyet ırgalanıyordu?
Zan altında zamirlerle bağdaşan kuru
çeşmesinde aşkın; mim çekilmiş gözlerinde o dokunaklı naşında yüklendiği sihir
bir de bedel ödenen çehrelerin tezahüratı iken gözyaşı…
Sır yüklü bilgelerin; sıradan ahkâmların
ve kalburüstü meziyetleri ile resti çekmişken evren.
Kadındı aslında soru yumağı; adamdı
aslında nakşeden ve aralıksız seyriydi henüz cinsiyetini oturtamamış şeytan.
Kadınlar… rimelleri akan.
Adamlar: cep delik cepken delik,
nidalarının yükümlü kıldığı ama mühür de basmadığı ne çok celp.
Kanıksanası ama son durakta gergin
bir ritüel ile kaçamak bakışlarında durağan çıtasında bir ritim uzantısında
adeta tüm görkemli sevdaların kayıtsızlığında sırt üstü yine de hazin bir
rakımda makamsız şarkılarla raks eden Çingene kadın…
‘’Ah’’ dedi adam.
‘’Neden?’’ dedi kadın.
‘’Sana ne…’’ dedi yeniden nükseden
tok sesi ile aşkı duvarlara raptiyelemek adına doluşan tiz sesi şarkıcı
kadının.
‘’Şimdi’’diye başlamak vardı ya… Ya,
sonrası yarın mı olacaktı da dünün minvalinde kaynayan kazanlarda çivit mavisi
bir dokunuş ile sırasını savmakla meşgul iken nöbetteki melekler… Öyle ya,
melekler de mi cinsiyetten yoksundu da; karakaşına güfteler yazılan kadının
hangi ana kıtası idi ki aşkın gözyaşında bir tufanda yenik düşen kırık dalın
kopuk yaprağında tereddüt yüklüydü Tanrı.
Sonralarla yüklü ama öncesizliğin de
girdabında hele ki gerdan kıvıran süzgün gözlerde ölmek yok muydu ölmek?
Ah’ların girizgâhında; yoksunlukların
nakarat bellediği oflamalarda ve şükür yüklü ruhun da kepengini indirmişken
evren.
Kayıtsızlık sıra dışıydı.
Sıralar da kayıt dışı.
Aymaz gölgeler oynaştıkça, çıtası
yükselen hüznü de mesken edinmişken…
Kaygan bir zeminde ama ritmik bir
teyakkuz iken de satır aralarında dolduruşa geçen cibilliyetsiz aşk fukarası
insandan olma cenin methiyelerde, bir de kılıf geçirmekten imtina ederken o
satılmışlığını yine bin paraya değişmez vicdan hırsızları.
‘’Son’’ dedi kadın.
‘’Hani, yeni başlamıştık’’ dedi adam.
‘’Biz diye bir şey yok iken nasıl
çoğul bir telaffuzla alay ediyorsun cihanla?’’ dedi kadın.
‘’Ne dedim?’’demedi adam.
Sus’lara gebe yeryüzü nakşetti aykırı
aşkların ilahı iken çatık kaşlı özlem ve yüreklere rahmet iken gök kubbe…
‘’Sus’’ dedi kadın.
Oysaki herkes suskundu kadının
haricinde.
Mağfiret erbabı sancılar doluştukça
gizeme ve yükümlü onca bağnaz ikrar sundukça özrünü…
‘’Susmalıyım’’ dedi çocuk.
Hangi çocuk saklıydı da kayıtsızlığın
çeperinde üstelik tek çocuk yoktu ortalıkta?
‘’Bende saklı’’demenin tecellisi
belli ki israftı.
‘’Senlik sancılar…’’demekse
tefekkürün hasıydı.
‘’Git’’ dedi kadın ki gelenleri asla
geri çevirmezdi evren belki de gel, demekti payına düşen hüznün öyle ya; hüzün
hüznü çağrıştırıyordu ve ölüm de hayatın reçinesine kıvam olmuşken özlemin.
Ne çok gel-git.
Bir de gidip dönmeyenler.
Ya hiç gelmeyenler?
Söz nüfustu; aşk ise tecelli ve
yoksunluk idi teselli bulduğu varlığın hele ki hiç var olmamış bir mutluluğa
rest çekmenin de esef yüklü seyrinde kayboldu kadın.
Kim bilir; belki de hiç var olmamış
bir gölgeyi sahiplenmişti çocuk oysaki çocuk yürekli insanlardan nasıl da
ıraktı evren…
Ve sustu üstelik ebediyete kadar hele
ki edebin teamülünü içlik edinmişken kadın ve gözyaşı.