Bir düş ekininde saklı iken mevsim ve
düşlemsel bir boyutta saklı iken engin deryalar ve haletiruhiyesi sonsuzluğun.
Tini örgün bir kuram gibi dalkavuğu
yalnızlığın, sessizlik nasıl da rötuşlanır baskın dış sesin minvalinde bazen
bir tavus kuşu gibi de kararır o baskın sesler.
Mizacı çalınmıştır bazen bir sözcüğün
ya da birden fazla anlamı vardır.
Latif rüzgâr üfürdüğünde polenlerimi
ve hıçkırıklara boğulan gül döken yapraklarımda bir maymun gibi ya da üçten
fazla sayısız maymun gibi bir susku giyer insanlar ve ismiyle müsemma üç
maymunu oynar çoğu insan.
Muhtevası nedir peki, hayatın ya da
nedir ederi?
Minyon bir çiçek bildiğimiz gelincik
salınırken rüzgârda ve ben değil dokunmak bakmaya dahi kıyamazken evrende
serili güzelliklere ve tabiat harikalarına…
Ah, azizim, bencileyin doğru olan ne
ise hep mi kundaklanır hayaller?
Göğün temposu ve yerin ritmi işte
uyuya kaldım uyuya kalanlar mağarasında.
Mevsim pek nazlı.
Sözcükler demli ve tadında.
Sessizlik ise küfemde seken kuşlar
gibi kanatlı bu yüzden sessizce yaşıyor sessizce göçüyorum sabahın
aydınlığından akşamın ilk saatlerine erdiğimde bir o kadar rehavete kapılıyorum
varlığım ve duygularım kâh istimlak kâh ihlal edildiğinde…
Kazara sevebilir insanlar hani.
Külliyen yalan sevgisizliğin dibini
görmüşlüğümüz ya da hala pembe gözlüklerdir hayata bakarken taktığım ve bir
takıntı gibi sevgiyle her insanı kolaylıkla eşleştirebildiğim.
Çocukken en çok mikado çöpleri ile
oynamayı severdim oysaki ne çok oyuncağım vardı ama tek arkadaşım yoktu
oynayabileceğim ve hayatta edindiğim ilk dostum ve ilk aşkım iken rahmetli
babaannem benim peşimde evde koşarken bir gün düştü kaldı koridorun peşinde
bense canhıraş onu sürükledim ta salona değin.
Kalçasını kırmış ve benim ona itmemle
daha da vahim bir duruma sebebiyet vermişim.
İşte azizim, demek istediğim de tam
olarak bu ve babaannem hastanede yatarken benim ilk defa bir oyun arkadaşım
olmuştu yan odada yatan kadının kız kardeşi ve ben her gün hastaneye koşa koşa
gidiyordum artık aklım ne kadar eriyorsa ne de olsa bir derken iki arkadaş
edinmiştim tek bir günde.
Anlayacağın, azizim:
Koyun can derdinde kasapsa et.
Bu gün olan da mı aynı şeydir yoksa
ve evet, ben hastaneye yine koşa koşa gidiyorum çünkü orada beni bekleyen bir
hastam canımın içi annem var.
Normalde haz etmem hastanelerden pek
çok insan gibi gel gör ki annemi otuz saniye dahi görebilme fırsatım varken
hastane yolu bana aslında cennetin kapısını açtı ve işte yaşadığım cehennem
hayatından soyutlandığım ve yoğun bakım kapısında sabahladığım son bir ayım.
Hala seviyor muyum peki, mikado
çöpleri ile oynamayı?
Net bir şey demem imkânsız lakin
kalemimle öyle bir izdivaca nail oldum ki: kalemle her gün bir yolculuk yapmam
kaçınılmaz ve gözlemlediğim kadar evreni ilham perimle uçuşup duruyoruz kısa
süreliğine de olsa beraber yaptığımız yolculuk neticesinde adeta çocukluğumu
yaşıyorum gel gör ki azizim, benimle mikado çöpü ya da başka bir oyun oynayacak
tek arkadaşım yok öyle ki…
Kalemsiz geçmez günüm iki elim kanda
olsa da hasbelkader yazıyorum hasbelkader seviyor seviniyorum.
Azığa aldığım hayallerim var.
Azabı savurduğum huzura yelken
açtığım.
Gönül isterdi ki…
Ne huzurundayım mutluluğun ne de
gözüm bir şey görüyor sadece kapıldığım akımda sürüklenen yapraklarımla kordan
bir alfabe inşa edip yalnızlığım harfleri ile sözleşiyorum.
Kararan değil gökyüzü kuşatansa
umutla.
İçimde yeşeren binlerce duygu ve
cümle ve cüret ettiğimden de fazlası anlatma ihtiyacı hissettiğim ama bir
Allah’ın kulu da beni dinlemezken ben nasıl kalemime âşık olmam?
Süzgeçten geçen duygular.
Sürmanşet hüzün.
Uyruğu ve ırkı olmayan bir ömrün
tahayyülü ve de dünde saklı mazinin üstü örtülü gülücükleri.
Asil renkler var ruhuma diktiğim.
Aslında asi bir rüzgârım da ben.
Kıblemde yaşaran ve yüreğimde yeşeren
ne var ne yok hücuma geçen gecenin baskın varlığında hali hazırda aydınlık
kalmam da bir mucizesi evrenin.
Surdan kaleler var misal.
Serdiğim sırlarım var ve serlerim.
Kaybettiklerim var ve yenilerinin
eklendiği.
Yangında ilk olarak kalemi
kurtarıyorum ve gerisini Allah’a emanet ediyorum.
Derin dondurucuda saklı ve canlı
kalmayı başarmış bir de çocukluğum var misal ve yorganı tepeme kadar çekip
ayaklarımın açıkta kaldığı yine de yine de…
Yorgan gitse de kavga bitmiyor,
azizim elbet kavgam kendimle; elbet kavgası insanların içimde şerit değiştiren
o külüstür ruhumla.
Sıfır kilometrede olmalı her gün yeni
baştan yazdıklarım.
Bulunmaz Hint kumaşı değilim elbet ne
de kalemim lakin bir Hint filmi gibi bozguna uğradıkça her gün hayatın
minvalinde pek de fark etmiyor hani filmin seyri ve sil baştan senaryolar
yazıyorum yazmalıyım da yazacağım da ömrüm olduğu müddetçe.
Mikado çöplerimi çoktan çöpe atmış
olsam bile hayali asla gitmiyor gözümün önünde:
Hastanede yatan babaannem ve yan
odadaki diğer kadın benimse tüm derdim oyun ve o hasta kadının refakatçisi ile
güzel bir arkadaşlık kurmayı başarmışken ben koşa koşa gidiyorum hastaneye ve
şimdi de…
Sahi, yarına neler olur, bilemem ama
tek dileğim var bunu yürekten istediğimi elbet biliyor Tanrı ve ben yüreğimi
koyduğum yaşam ve yazın serüvenimde hali hazırda aklı dünde kalmış yorgun bir
çocuğum.
Dünde kalan ne varsa bu gün de devam
eden…
Yorgun zamanların yalnız savaşçısı ve
şimdi kalemimle dans ediyorum şükürler olsun ki: bu da kaderin bana lütfu en
çok da özdeşlediğim kelimelerden kendime yeryüzünde konuşlu bir cennet
yaratmışken…