Dünya devletleri, Mustafa Kemal ve Mehmetçiğin en
ilkel silah ve teçhizatla Çanakkale'de bir destan yazdığını hazmedemezken, tek
bir yürek olan TÜRK HALKININ süngüyle, taşla, sopayla Kurtuluş Savaşını nasıl
kazandılar, hala şaşkınlık içindeyken, biz içte birbirimizi kırmaktayız.
Geçen hafta Bursa'daydım. Liseden emekli olmuş
öğretmen arkadaşlarımızla bir masadaydık. Masamızda bir de KÜRT vatandaşımız
vardı. 26 Mehmetçiğimizin şehit olmasına bizler üzülürken onun yüz ifadesinde,
mimiklerinde bir değişiklik gözlemedim. Dikkatimi ona verip sordum ister
istemez,
"Sizin ciğeriniz yanmadı mı?" diye.
Yanıt vermedi. Bende inadına sormaya devam ettim.
"Nerelisiniz?" diye sordum.
"Kürdistan" dedi.
"Aa, Irak mı?" dedim.
Alaylı bir şekilde gülümsedi:
"Hayır, Diyerbekir" dedi
"Ama o şehir bizim şehir, hem Türkiye
sınırlarındadır. Üstelik Kürdistan değil ki bulunduğu bölge. Doğu Anadolu’muza
ait bir şehirdir, asıl adı da DİYARBAKIR'DIR" dedim.
Sesim ister istemez yüksek çıkmıştı. Öfke yüreğimden
yüzüme yansısın istemedim. Bize düşen asıl görev, uyuyanları uyandırmak değil
miydi? Bilinç kaybı yaşayan insandan nasıl bir doğru duruş bekleyebilirdim ki?
Ülkemi bölmek isteyen dış güçler sanki "ölü toprağı" serpmişlerdi
vatandaşlarımızın üzerlerine.
"Çanakkale Şehitliğini hiç gezdin mi?" diye sordum
ona yeniden.
"Hayır, gezmedim, gezmem mi gerek?" dedi.
Belli ki bana karşı önyargılıydı.Tıpkı siyah ve beyaz
gibiydik.
"Evet, gezmen gerekir kardeşim."
"Nedenmiş Hanımefendiciğim?" diye sesini
eğriterek sordu.
"Şayet gezmiş olsaydın orada yatan rahmetli
dedenin adını da görecektin" dediğimde yüzü değişti, şaşkınlıkla;
"Nasıl
yani!" dedi.
"Benim dedem de senin deden de bu vatanı
düşmandan kurtarmak için aynı bayrağın altında savaşıp, orada şehit oldular.
Hatta iki dedemiz de Avustralya kıtasında şehit oldu, halen de o kıtada ebedi
uykudalar."
"Anlamadım Hanımefendi, benim Avustralya’da dedem
medem yok ki!.. Şimdi bu da nerden çıktı?"
"Anlatayım kardeşim. Birinin adı Kul Muhammed ve
dondurmacılıkla geçimini sağlıyordu, diğer dedemizin adı da Molla Abdullah
kasaplık yapıyordu. Canım yurdumuza düşman göz koymuş, ağır silahlarla saldırıya
geçmişti.Avusturalya hükümeti de ülkesinden parayla gönüllü asker
toplamaktaydı. 1915 senesinde adlarını yazdıran her yaştan gönüllüler ve İngiliz
hayranı yüzlerce Anzak Askerleri, ülkemizde savaşmak için trene bindiler.
Bizim dedelerimiz de adlarını yazdırmak
istediklerinde, ‘Hayır, olmaz siz Osmanlısınız, siz Türksünüz.Eğer ısrar
ederseniz size ateş açar öldürürüz. Siz bizim şu an düşmanımızsınız.’ Diye yanıt
aldılar.Ve dedelerimiz ne yaptılar biliyor musun?"
"Ne?"
Tüm dikkati bende olan o doğulu vatandaşımız,
bilmediği bu tarihi bilgi karşısında gözlerini bile kırpmadan dinliyordu.
Amacım ona gerçekleri anlatıp, bin yıldır nasıl kardeşçe yaşadığımızı
kanıtlamaktı. Onu bu nedenle şanlı tarihimizin gölgesine doğru çekmek
istiyordum. Anlatırken bende duygulanıyor, sık sık yutkunuyordum. Aklıma
düşünce Çanakkale ve Kanlı Sırtlar üzülmemek elde miydi…
"Ellerinde ne var ne yok toparlayıp, silah ve
cephane aldılar. Asker sevkiyatı yapılan tren yolu üzerindeki "dar geçitte"
mevzilendiler.1915 yılının ilk günü bin Anzak askerini taşıyan tren dondurma
arabasını tren raylarında görünce durmak zorunda kaldı. Trenden dışarı çıkan
askerler yoğun bir ateşle karşılaştılar ve öldüler. Tren geri gitti. Yeni
birlik geldi. Gün boyu silahlı çatışma oldu. Ta ki dedelerimizin cephanesi
bitene kadar. "
Ben bu arada konuşmama ara vermek zorunda kalmıştım.
Nedeniyse o esnada bizlere çay servisi yapılmaktaydı. Göz ucuyla doğulu
vatandaşımıza baktığımda, bana dalgın dalgın bakmaktaydı. Belli ki,
anlattıklarım onda duygu şoku yaratmıştı. Biz birbirimizi süzerken bir yandan
da sıcak çaylarımızı yudumluyorduk.
"O dedeler ölmüş müdür?”
Daha fazla sabredememişti. Buruk tebessümle başımla
onay işareti yaptım:
“Evet, şehit oldular, ama yüzlerce Anzak askerini de
ülkemize gelmesini engellediler.”
“Deme yav, kahramanca savaşıp şehit oldular ha!?”
“Evet, aynen öyle olmuş. Hatta ceplerinden bir de
mektup çıkmış.”
“Ailelerine mi yazmışlar?”
“Hayır, daha önemli kişilere yazmışlar.”
“Kime?”
“Yurdumuza, o zamanın Osmanlı yöneticilerine… Şimdi
olsaydı Türkiye Cumhuriyeti Yöneticilerine yazacaklardı. ”
“Hımm, anladım. Ne yazmış bilir misen o mektupta?”
“Bu yaptığımızı Allah ve sultanımız adına yapıyoruz.
Savaşımız Hak yolunadır. Ne yaptığımızı bir biz, bir de Allah biliyor.”
“Vaşş, çok heyecanlandım. Bunları heç bize anlatmadılar.
Senin gibi anlatan birileri olsa, kimse kimseyi vurmaz. Desene bizi bize
kırdırırlar!..”
“Bu tarihi gerçeğin en güzel yanı ve göğsümüzü gururla
kabartan yönü ne biliyor musun arkadaşım?”
“Nedir hala?”
Doğulu vatandaş duygulanmıştı ve bana “hala” diye
hitap etmesi hoşuma gitmişti. Bütün renklerin bileşkesi BEYAZ değil midir?
Bütün duygularımızın bileşkesi SEVGİ değil midir?
Bu kez ona öfkeyle değil, sevecen bakışlarla bakıyor,
kardeş gözüyle üzerinde geziniyordu bakışlarım. Sevgiyle yanıtladım onu:
“İki atamızın bu silahlı eylemi, Avustralya tarihinde Broken
Hills Savaşı olarak yazılmıştır.”
“Şimdi bende duygulandım be halam. Birlik olmamız
lazımdır. Ağzına sağlık. Var olasın.”
“Haklısın, benim de anlatmak istediğim işte buydu.
Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’te bizim BİRLİK ve DİRLİK
içinde olmamızı isterdi. Çünkü o ve az önce anlattığım dedelerimiz, aynı
bayrağın altında savaştılar.”
“Ve kelime-i şahadet getirerek canlarını bu vatanın
BÖLÜNMESİ için değil BÜTÜNLEŞMESİ için öldü dedelerimiz.”
“Anlıyorum hala.”
“Senden ricam şu kardeşim, Çanakkale’ye git ve o mezar
taşlarındaki isimleri aklına not et. İşte asıl gerçek orada yatmaktadır.”
“Tamam halam. Giderim sen heç merak etme, ailemi de
götüreceğim.”
O gün içime farklı bir huzur yayılmıştı. Bir insanı
aydınlatmış ve bir kardeş kazanmıştım.
Emine PİŞİREN