8. İSTANBUL GEZİLERİ
A. YAKACIK
Artık 1977 senesine girmiştik. Mayıs ayında, havalar biraz ısınınca, Yakacığa, gezmek maksadıyla, gitmeye karar verdik. Giderken Halide ablaları da alıyorduk. Nasıl olsa evlerimiz yakındı, Onlar da bizim gibi iki kişi idiler. Onlarla olunca daha mutlu oluyorduk. Hem Halide abla çok konuşkandı, hem de en yakın dostlarımızdı. Yakacığı tercih etmemizin sebebi, hem manzarası çok güzeldi, Adalara kadar deniz manzaralıydı. Hem kasaptan iyi et alıyorduk, hem de bidonla meşhur Şeker suyu getiriyorduk..
Yakacık, eskiden beri bilinen, Rumların çoğunlukta olduğu bir mesire yeriydi. Havası şahaneydi, Yerleşim yeri olarak yüksekti, üzüm bağlarıyla meşhurdu. En çok yetiştirilen üzüm cinsi Kınalı yapıncaktı. Gazinoları, çiçekli bahçeler içindeki villalarıyla, asırlık ağaçlarıyla, tepe ve yamaçlara yayılmış bir yerleşim alanıydı. Gazinolarında, ağaçların gölgesinde oturup manzara seyretmek büyük bir haz veriyordu insana. Ayrıca, gazinolardan sonraki oldukça tenha yollarında yürümek, Katır Tırnakları gibi kır çiçeklerini görmek, insana zevk veriyordu.
Bazen yemeklerimizi kendimiz götürüp, gazinolarda yiyor, bazen de lokantaları tercih ediyorduk. Yamacın aşağısındaki gazino ve lokantanın bahçesinde. İsmi gibi, Şeker suyu kaynıyordu. Burası da güzeldi ama yukarı kısımlardaki manzara burada yoktu. Arabalarla aşağıdaki gazinoya kadar inmek mümkündü. Gazinosunda çay içmek veya yemek yemek, bilhassa sıcak havalarda, insana ferahlık veriyordu. Döneceğimiz zaman, bidonları şeker suyuyla dolduruyor, kasaptan da kekik kokulu et aldıktan sonra, akşam üstü eve dönüyorduk. Yukar daki gazinolarda da yemek yemek , çay içmek olasıydı. Manzara çok daha güzeldi. Halide ablalar, daha ziyade ‘Teyzenin Yeri’ isimli bir gazinoyu tercih ediyorlardı.
B. CEVİZLİ KAMPI
Haziran sonu-Temmuz- Ağustos aylarında gideceğimiz yerlerden biri de Hava Kuvvetlerine ait Cevizli Dinlenme kampıydı. Bidayette çadırlarda kalıyorduk. Şimdi ise dışardan gelenler için 15 günlük kalabilme imkanı bulunuyordu. Yatacak binaları, gazinoları, yemek salonları, yakından gelenler için soyunma kabinleriyle tam dinlenecek yerdi. O zamanlar deniz tertemiz billur gibiydi. Buraya giderken, daha ziyade Gülşeni ve torun Noyanı alıyorduk. Çünkü Halide ablaların, ve baldız Fulyaların Fenerbahçe burnunda, D.D.Y. ait dinlenme kampları vardı. Bir değişiklik istedikleri zaman buraya da getirebiliyorduk. Tabii günlük gelenler için giriş paralıydı. Buraya geldiğimiz zamanlar, Kıbrıs olayları gibi hatıralar canlanıyordu, bende. Kampı tamamlamadan görev yerine geri döndüğümüz günleri hatırlatıyordu bana!
C. TUZLA KAMPI
Burada Kara Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Yaseminin övey teyzesi, Rahmetli Karacı Necdet Alb.n eşiydi. Melahat abla kampa geldiği zamanlar, Nadiren de olsa bizi davet ederdi. Aslında günü birlik bizim de oraya gitmeye hakkımız vardı ama, mesafe uzak olduğu için pek tercih etmiyorduk. Tuzla kampına giderken, Fatine halayı da götürüyorduk. Ne de olsa, Melahat'ın ahbabıydı. Kampa giderken daha ziyade öğleden sonrayı tercih ediyorduk. Giderken çayla yenilecek bir şeyler götürüyorduk. Orada hiç denize girmezdik. Maksat muhabbet olsundu. Onlar muhabbet ederken, ben de, Tuzla piyade alayında gördüğümüz karacılık eğitimini hatırlardım.
D. FENERBAHÇE ORDU EVİ
Fenerbahçe Ordu Evi, en sık gittiğimiz yerlerden biriydi. Evimize yakın olduğundan, genellikle yürüyerek giderdik. Burasının, 1941 yıllarında cephalik olduğu günleri hatırlıyordum. O zamanlar burası, bir dekovil hattıyla, demir yoluna bağlıydı.
Şimdi ise her şeyi ile mükemmeldi. Lojmanlarıyla, Kantiniyle, Gazino, restoran, pide salonları, çamlar altında piknik yerleri, plaj ve soyunma kabinleriyle her şey düşünülmüştü. Saha olarak çok geniş tutulmuştu. Plajı, D.D.Y. plajıyla, halk plajına yakındı. Biz denize girmekten ziyade, yemek veya pide yemek. piknik yapmak maksadıyla geliyorduk. Bazen de kantinden alış-veriş yapmak istediğimiz zamanlar oluyordu.. Piknik yapmak için gittiğimiz zamanlar ise eşim ebegümeci toplardı. Ebegümecini çok severdi. Toplarken, ebegümeçlerini köklerinden çıkarmaz, körpe yerlerini tercih ederdi. ‘’ Burada köpek, dolayısıyla köpek pisliği yok’’ derdi. Ebegümecini Pazardan almak yerine burasını tercih ederdi.
Piknik yeri ise, ağaçların altında, gölgeliklerdeydi. Yeşil çimenlik sahası çok kullanışlı ve güzel tanzim edilmişti. istiyen banklarda, istiyen gazinosunda oturuyor, büfeden tost gibi, istediğini alıp yiyor, çayını, kahvesini, meşrubatını içiyordu. Ayrıca deniz manzaralı, kameriyeler altında başka gazinolar da vardı.
E. FENERBAHÇE BURNU
Bazen de Kalamıştan yürüyerek Fenerbahçe burnundaki, Denizcilere ait DİGAVSİN Tesislerine giderdik. Burada, Gemiler geçerken, elektro magnetik ölçümler yapan tesisler olduğu gibi, küçük çaplı da olsa, gazino ve restoranlar, sağlık üniteleri de vardı. Dinlenmek, veya bilhassa balık yemek istediğimiz zamanlar bulunurduk.
Fenerbahçe burnu, halka açık bir yerdi. Asırlık ağaçları vardı. Bu ağaçların altında, piknik yapmak mümkün olduğu gibi, denize de girmek mümkündü. Plajı kumluktu. Denizi ise billur gibiydi. Bu civarda, Halkın faydalandığı en sağlıklı plajdı. Ayrıca, büfeler, ağaçların altında yürüyüş yoları vardı. Buna mukabil pek de bakımlı bir yer değildi.
Kalamışta ise deniz kenarında güzel evler, yalılar mevcuttu. O zamanlar oralarda da gazinolar, lokantalar vardı. Halkın ve daha ziyade ekabirin tercih ettiği yerlerdi.
F. BÜYÜK VE KÜÇÜK ÇAMLICA
Büyük Çamlıca tepesi, İsatanbul'un en güzel ve şahane manzaralı bir yeriydi. Adaları, Gülhane Parkını, Ayasofya, Sultan Ahmet, Yeni cami Topkapı sarayı, neredeyse boğazın sonuna kadar iki yakasını seyretmek mümkün oluyordu. Ayrıca çamların altında piknik yapabiliyorduk. Zaman, zaman Gülşenlerle veya Fulyalarla giderek hem şahane manzarayı seyrediyor hem de piknik yapıyorduk, Ayrıca restoran gibi yeme içme imkanı sağlayan yerler de mevcuttu. Bazen, yerlilerden ziyade yabancı turistler gruplar halinde getiriliyor, burada İstanbul'un, Marmara denizi ve Boğaz gibi şahane manzaralarını seyrettiriyorlardı. Bana göre en büyük noksanlık, insanların buraya gelirken zorluk çekmeleriydi. Acaba, ,geliş ve gidişi kolaylaştırmak için Avrupa'daki gibi teleferik yapılamaz mıydı?
Küçük Çamlıca’ya ise daha ziyade Anadolu yakasında oturan insanlar geliyordu. Buradan da Marmara'nın ,Adaların deniz manzarası ile Kadıköy'ün manzarasını seyretmek mümkündü. Burada meşhur Çamlıca suyu da vardı, arzu eden bidonlarını doldurup evine götürebiliyordu. Ama, sıra beklemek gerekiyordu. Çünkü suya talep çoktu. Bidonları sıraya koyup beklerken de, Setler üstündeki Gazinolara oturup. Hem manzara seyretmek hem de çay-meşrubat içmek en büyük zevkti. Buraya gelmek fazla bir problem yaratmıyordu. Çünkü hem belediye otobüsleri işliyordu, hem de araba park yerleri mevcuttu.
G. BOĞAZ VE YUŞA TEPESİ
İlk Bahar geldiğinde, Yaseminin arzusu, boğaz yolunu takip ederek, çiçek açan Erguvanları seyretmekti. Erguvanlar genellikle Boğazın yamaçlarında bulunuyordu. Bir tarafta yalılar, bir tarafta yamaçlarda yeşillikler içinde renkli Erguvanlar!. Kanlıca da durup, taze ve lezzetli Kanlıca yoğurdu yemek herkesin vazgeçilmez arzusuydu. Henüz ikinci boğaz köprüsü yapılmamıştı. Göksu çayırında herkes piknik yapabilirdi. Yem yeşil çayır içinde. koca, koca çınar ağaçların gölgesinde piknik yapılmazsa olmazdı. Hem denize yakın hem de asırlık ağaçların gölgesinde, yemyeşil çayırda piknik yapmak tadına doyulmaz bir duyguydu. Her sene, Boğazın Anadolu yakasından sonuna kadar gidip gelmek bizde alışkanlık haline gelmişti. Beylerbeyi, Çengelköy, Göksu Çayırı, Anadolu Hisarı, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, derken . Yuşa Hazretleri ve Anadolu Kavağına kadar uzandığımız zamanlar oluyordu. Her tarafta hatıralarımız vardı. Oturmuş, manzara seyretmiş, hatıra fotoğrafları çektirmiştik. Hele Yuşa Tepesindeki manzara boğazın hiçbir yerinde yoktu. Sarıyer'i, Telli Babayı, Anadolu ve Rumeli Kavaklarını, Anadolu kavağının sonundaki eski Kale ve boğazın sonunu seyretmek mümkündü.
Yuşa Hazretlerinin Kabri, olağandan çok uzundu. Demir parmaklıklarla çevriliydi. Bilhassa Cuma günleri, Çok kalabalık bir ziyaretçi kitlesi oluşuyordu. Tepe ormanlık içinde, fakat manzarası şahaneydi, ayrıca bir mescit yapılmıştı. İsteyen ibadetini yapabiliyordu. İnsanların oturup dinlenmesi için banklar konmuştu.. Civar köylerden gelen kadınlar, sebze ve meyvelerini satıyorlardı. Bilhassa incir, erik, kiraz ve pişmiş, pişmemiş mısır. Ayrıca, Seyyar satıcılar, yeme, içme imkanı da sağlamışlardı. Yasemini ilk defa götürdüğümde, bu şahane manzara karşısında çok şaşırmıştı. Çünkü Beykoz’da otururken, buraya çok yakın olduğu halde, gelmek, görmek imkânı bulamamıştı.
Bizim için oradan Anadolu Kavağına kadar gitmek de olanaklıydı. (Bir zamanlar halka açık değildi) Yol, ormanlık bir sahadan geçiyordu. Orası da bir balıkçı köyüydü. Balıkçıları ve balık lokantaları meşhurdu. Kavak ve çınar ağaçlarının gölgesinde, denizin serinliğini hissederken, oturup balık yemek, insana ayrı bir zevk veriyordu.
Ayrıca, deniz Kuvvetlerine ait, Eski Boğaz Kalesinin yakınlarında, bir yamaç üzerinde lojmanlar, alt tarafta deniz kenarında gazino ve lokanta da mevcuttu. Orada da , oturup dinlenmek, yiyip, içmek mümkündü.
Diğer taraftan, Anadolu Kavağına girerken, yine Deniz Kuvvetlerine ait plaj, ve gazino da bulunmaktaydı. Biraz soğuk olmakla beraber billur gibiydi deniz suyu. Bilhassa Gülşen ile gitmişsek, oraya gidip tanıdık arkadaşlarıyla muhabbet etmek isterdi.
H. AKBABA- KARAKULAK SUYU
Akbaba, bostanlarıyla et ürünleriyle bir de Karakulak suyuyla meşhurdu. Eşim vaktiyle, Beykoz’da otururken, arkadaşlarıyla birlikte, sebze ve et almak maksadıyla, yürüyerek, Akbaba’ya kadar giderlerdi. Bostan sahipleri, alacakları sebzeyi, kendilerinin toplamasına müsaade ederdi, Ayrıca kasap da onlara etin en iyisini verirdi. Üç-dört arkadaş, oralarda, hem piknik yaparlar, hem de muhabbet ederlerdi. Dönüşte de elleri, kolları dolu olurdu. Ağır yüklerini taşımak her ne kadar zor gelse de, onlar için bir arada olmaları daha zevkliydi.
Şimdi ise biz, Karakulak suyunu tercih ediyorduk, Su kaynağı, Akbabadan biraz daha ilerde, ormanlıklar içinde, içimi şahane olan, taa Bizans ve Osmanlıdan bu yana bilinen bir yerdi. Padişahların tercih ettikleri bir suydu. Hatta Arabistan’a, gönderildiği de ifade ediliyordu. Kaynaktan bidonlara, (bedava ) su doldurduktan sonra, piknik yapar veya kaynağın çevresinde bulunan küçük lokantalardan yemek yerdik. Yazın sıcağında geç vakte kadar orada zaman geçirip eve dönüyorduk. Yine en çok beraber olduğumuz insanlar Halide ablalar olurdu.
İ. EYÜP SULTAN-TELLİ BABA
Nadire Ablam ve eniştem, Semiha’lara misafir gelmişlerdi. Eniştem namazında, abtestinde, efendi bir insandı. Semiha'yla birlikte, onları Eyüp sultana götürdük. Cuma günü olmamasına rağmen, orası ana-baba günüydü. Kadınlar başörtülüydü. Kimi Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrinin önünde dua ediyor, Kimi, diğer kabirleri ziyaret ediyor, kimi, güvercinlere yem veriyor kimi de dilencilere para uzatıyordu. Biz de diğerleri gibi yapmaya çalıştık. Öğle namazına rastladığımız için de Hanımlar yukarıda, biz erkekler aşağıda olmak üzere camide namaz kıldık. Ziyaretimiz bittikten sonra da taa Boğaza, Sarıyer'e kadar gittik. Orada da Telli Baba ziyaret edildi. İçeri girenler, dua edip adak adayanlar, ağaçlara mendil bağlayanlar çoktu., Semiha ile annesi de o işleri yaptılar, biz de uzaktan onları izledik. Bana göre, istekler, dualar yalnızca Tanrıya yapılırdı! Ancak Tanrı isterse, duaları kabul ederdi.
Hemen Telli Babanın biraz ilersinde, yüksek bir düzlük vardı. Orayı gözüme kestirmiştim. Dönüşte arabayı orada park edecektim. Rumeli Kavağını hiç görmemiştik. Orasını şöyle bi turladıktan sonra gözüme kestirdiğim yere dönüp arabayı park ettim. dışarı çıktık. Bu yüksek platformun manzarası şahaneydi. Karşıda, Beykoz, Yuşa Tepesi, Anadolu kavağı, eski kale harabesi, Rumeli yakasında, Sarıyer, Rumeli Kavağından boğazın çıkışına doğru her yeri görüyordu. Oradaki banklara oturduk, Yaseminin hazırlayıp getirdiği peynirli böreği ve meyveleri yiyerek bu şahane manzaraları saatlerce seyretmiştik. Ablam ve eniştem çok memnun kalmışlardı. Buranın tadı damaklarında kalmıştı ki iler ki yıllarda, bu şahane manzaradan ve Yaseminin böreğinden sitayişle bahsedeceklerdi.
Yine aynı yıl içinde, Yeğenim Mehmet, eşi Emine, kızı Seda ve Semiha ile Telli Babayı ziyaret ettikten sonra aynı manzarayı seyretmek maksadıyla, Telli Baba’ya yakın meşhur yüksek düzlüğe gitmiştik. O şahane manzarayı seyrettikten sonra, bu defa öğle yemeğini, Sarıyer, Deniz Ordu evinde yemiştik. Denizcilerin Ordu Evine misafirlerle girmek daha kolaydı. Karacılar ise sivil misafir götürdüğümüzde zorluk çıkarıyordu. Misafirler çok memnun kalmışlardı. Hatıra fotoğraflar çektirmiş, yemekten sonra da gazinosunda, oturup, etrafı seyrederken, çay-kahve- meşrubat içmiştik. Bu da uzun süre hatıralarımızda yer edecekti.
J. HİDİV KASRI
Hıdiv, Osmanlının, mısır valilerine verdiği unvandı. Bizim Damat Bülent, Çubuklu’da, Deniz kuvvetlerine ait, Seyir ve Hidrografi Dairesinde çalışıyordu. Bu Daire deniz seviyesinde olduğu halde, hemen yakınlarında, geniş bir sahayı kaplayan tepe üzerinde, Hıdiv kasrı vardı. Burasını, Osmanlının son zamanlarında, Hıdiv Abbas Hilmi paşa, tarafından satın alınmıştı. Önce iki ahşap yalı almış, yolun doğusunda ise bu muazzam araziyi görünce de burasını satın almıştı. Çubuklu iskelesine kadar uzanan Geniş sahayı, daha ziyade yabancı ülkelerden getirttiği ağaç çeşitleri ve gül bahçeleriyle donatmıştı. Tezyinatları, dekoratif görüntüleriyle, bir saray yavrusuydu. O şahane manzaralı tepe üstünde, 1000 metre kare üzerine İtalyan bir mimara, 35 kişilik odalar, 400 kişilik dört salonlu, iki holden oluşan , kuleli bir bina yaptırmıştı. Yemek kokuları binaya gelmesin diye de Mutfağını, deniz seviyesinde, binanın yüz metre derinliğine kurdurmuştu. Yemekler oradan bir asansörle yukarıya yemek salonuna taşınıyordu. Bu sistemi de Avrupa'yı ziyaretinde görmüştü. Şimdilerde ise İstanbul belediyesi tarafından devir alınmıştı. Daha ziyade turistlerle yerli halkın nişan ve düğün toplantıları için hizmet veriyordu.
İşte böyle bir yere, damat Bülent sayesinde öğrenip, sık, sık Halide ablalarla gelir olmuştuk. Damat bizi, geniş ormanlık ve gül bahçelerinden sorumlu olan bir ekibin başıyla tanıştırmıştı. Onunla artık ahbap olmuştuk. İster kendi yiyeceğimizi kendimiz getirip, banklar veya sandalyelere oturup, şahane manzarayı seyrederken, ağaçların altında yiyor, itersek, açık havada, lokantanın giriş terasında yemek yeme imkânı buluyorduk. Ayrıca Köşkün içini de görme fırsatını bulmuştuk. Gerçekten, küçük bir saray görünümünde idi..Burasını çok sevmiştik.
K. POLONEZ KÖY
Polonez köyü eskiden beri merak ederdim. Gülcan ve Gülşenin babası, genellikle yazları, her hafta, Cumartesi sabahtan Polonez köye,yürüyüş maksadıyla evden çıkar, bir gece orada kalır, Pazar akşamı eve gelirdi. O tarihten bu yana gidip, görmek isterdim. Edindiğim bilgiye göre:
1775 yılında, Polonya devleti, Rusya-Avusturya-Prusya devletleri tarafından işgal edilmiş ve bölünmüştü. Bu işgale razı olmayan Polonyalılardan bir kısmı Osmanlı devletine sığınmışlardı. Osmanlı devleti de onları Adam köy denen bölgeye yerleştirmişti. Adam köy, sonradan, Polonyalılardan dolayı Polonez Köy olarak ad değiştirmişti.
Polonez köye, boğaz yoluyla Akbabayı geçtikten sonra ulaştık. Yanımıza baldız Fulya ve Gandi’yi de almıştık. Binalar genellikle tek veya çift katlı, bahçeleri duvarlarla çevrili, çiçeklerle bezenmiş, yeşillikler içindeydi. Evler genellikle Pansiyon olarak veriliyordu. Buna rağmen oteller ve lokantalar da mevcuttu. Turistler ve İstanbul'un gürültüsünden kaçıp gelenler burada hafta sonlarını sakin ve temiz bir ortamda geçiriyorlardı. Yeşilliği, misafirperver halkı ve temiz havasıyla ününe ün katmıştı. Atatürk bile buraya gelenler arasındaydı.
Günü birlik gelenler için de şahane bir yerdi. Duvarlarla çevrili, çiçeklerle bezenmiş bahçeleri, içlerinde ise, piknik yapma imkanı sağlıyorlardı. Bahçe içinde mangallar, temiz örtülerle süslenmiş masalar, sandalyeler, çeşitli yemekler , salatalar ve meyveler hazır bulunduruyorlardı. Bu civarın, meyveleri, Bilhassa kirazları meşhurdu. Köy kadınları, çeşitli meyveler ve sebzeler getirip satıyorlardı. Ayrıca Kiraz için Festivaller düzenleniyordu.
Biz de bu güzellikler içinde, çiçeklerle süslü etrafı çevrili bahçe içinde huzurlu ve güzel bir gün geçirmiştik. En güzeli de oldukça cimri olan Gandi Orhan tarafından ödemelerin yapılmasıydı.
L. ŞİLE
Şileye gitme fikri Gülşenlerden çıkmıştı. Daha önce gitmişler beğenmişlerdi. Damatların arabası vardı. Biz de Halide ablaları alacaktık. Noyan da bizim arabada olacaktı.
Ümraniye yolunu kullanarak oraya gidecektik. Yollar virajlı, oldukça da kötü idi. Ve bana göre tahmin ettiğimizden uzun sürmüştü. Şileye girerken şahane villalar ve sokaklarda dolaşan pek çok turist gördük. Hava sıcak olduğu için genellikle şortla , kolsuz buluz la dolaşıyorlardı. Kasabanın içinde ve deniz kenarında bir tur attıktan sonra, sola Kum Babaya doğru yöneldik. Şile kalesinin batısına doğru yola devam ederek Kum baba plajına geldik. Burası renkli kumlarla kaplı uzun bir plajdı. Biz biraz geç kalmıştık, sıcakta denize girenler, şezlonglara uzanıp güneşlenen kadınlar, Şemsiye gölgesinde dinlenen erkekler görüyorduk. O kalabalığı geçtik, daha tenha bir yer bulduk ve biz de orada, hazırlıklarımızı yaptık. Zaten deniz kıyafetlerimiz içimizdeydi. Bize yalnız üzerimizdekileri çıkarmak kalıyordu. Bu arada Halide ablanın devamlı konuşan sesini duyuyorduk.
Noyan hemen koşarak denize ayaklarını soktu. İsteyen, istediği gibi denize giremezdi burada. Çünkü akıntılar sebebiyle, kumlar yerinde durmuyor, sık, sık yer değiştiriyordu. Sığ olarak görülen bir yer bir anda derinleşebiliyordu. Dolayısıyla çok dikkatli denize girmek gerekiyordu. Bu durumu bilmeyenler için hayatî tehlikeler oluşabiliyordu. Nitekim gazetelerden öğrendiğimize göre, epey tehlike atlatanlar, boğulanlar olmuştu.
Ben dahil çoğumuz amatör yüzücüler idik. Damat ise çok iyi yüzenlerdendi. Allahtan ki kimse zor durumda kalmamıştı. Getirdiğimiz yemekleri yiyerek, bazen şemsiye altında istirahat ederek, yüzerek, denizde serinliyerek, güneşlenerek , güneşin ültraviyole ışığından istifade ederek çok güzel bir gün geçirmiştik. Bu arada fotoğraf çekmeyi de unutmamıştık. Evlerimize ulaştığımızda Güneş batmak üzereydi.