9. YURT İÇİ GEZİLERİ
A. İZMİT
İzmit, eşimin ana memleketi idi. Birinci kitabımda hikayesini uzun, uzun anlatmıştım. Babası da halamın oğluydu. Ben ilk okulun 4ncü ve 5nci sınıflarını İzmit’te okumuştum. Kasım 1976 emekli olduğumda, İzmit’te oturan yalnızca, ortanca kız kardeşi menekşe kalmıştı. Kocası çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir insandı, kuafördü. Bir de kızları vardı, evlenme çağında.
Biz İtalya'dan döndükten sonra, Menekşe ile kocası hoş geldin demeye bize gelmişlerdi. Konuşma sırasında, eşimin migreninden konu açılmıştı. Gerçi Menekşe evveliyatını biliyordu ama İtalya dayken doktora gösterdiğimizden, buna rağmen çare bulunamadığından bahsedince, bize akapuntur yapan Dr. Arkadaşlarını tavsiye etmişlerdi. Dr. Yılmaz bey PETKİM'de çalışıyordu, Almanya’da Akapuntur üzerine ihtisas yapmıştı. Fabrikaya yakın Tütün Çiftliğinde de muayenehanesi vardı.
Tavsiye ettikleri gibi, bir Cumartesi, doktorun muayenehanesine gittik. Bizi dinledikten sonra, Eşimin vücudunun belirli (şakakarı, bacakları,ayakları gibi) yer lere)cihazla iğneler batırmaya başladı. Bir müddet sonra da iğneleri çıkardı ve ‘ ‘ haftada bir veya iki defa gelin, böyle sekiz-on seans daha yapacağız, geçer inşallah’’dedi. Biz de arabamız altımızda, oraya gitmeye başladık. Seanslardan sonra da Tütün Çiftliğinde, deniz kenarında karşı sahilleri seyrederek piknik yapıyor ve Yarımca'da bulunan Çene Suyundan bidonları dolduruyor,Çene Suyu civarındaki, köylülerin getirdiği sebze ve meyvelerden satın alarak, evimize dönüyorduk.
Bu arada, zaman, zaman menekşelere de uğruyorduk. Baba ve annelerinin vefatından sonra, varisler, babadan kalan evlerini satmışlar, Menekşeler de Kolordunun civarında kiralık bir eve taşınmışlardı. Menekşe çok güzel dikiş dikerdi. Bu arada ablasına da kıyafetler dikiyordu. Kızı okuyor, kocası da , demir yoluna yakın kendi kuaför salonunda çalışıyordu. Zamanı gelince baldızının saçlarını keserek, boyayarak güzelleştiriyordu. Çünkü genç kızlığından bu yana saçları beyazdı. Bu sebeple, boyamak mecburiyetinde kalmıştı. icabında kendisi saçlarını boyuyordu ya!
Son seansta, Dr. Yılmaz bey eşime hitaben, ‘Bana göre migren baş ağrınız geçecek. Eğer geçmezse, bir kaç seans daha yapmamız icap edebilir, geçmiş olsun’’ diyerek bizi uğurlamıştı. Gerçekten Yaseminin baş ağrısı geçmişti. Başka seanslara gerek kalmamıştı. Şimdiye kadar neden akıl edemedik diye düşünürken, bu zamana kadar böyle uygulamaların olmadığı aklımıza gelmişti.
B. GÖLCÜK- DEĞİRMENDERE
Gölcük, İzmit körfezinin karşısında, şirin bir kasabaydı. Donanma komutanlığının sayesinde kasaba, kendine yeterli hale gelmişti. Deniz kenarında oluşu da ayrı bir farklılık yaratmıştı. Ordu Evinin bulunması sayesinde de biz, yaz aylarında, sık, sık oraya gider olmuştuk. Misafir olarak, bilhassa Baldız ve bacanağı, akşam yemeklerine davet ediyorduk. Bazen erken saatlerde gelirlerse, çardak altında oturup, hem muhabbet, hem de çay, kahve içiyorduk. Lokanta deniz kenarındaydı. Geceleri bahçede, gündüzleri de kapalı alanda yemek yeme imkanı buluyorduk.
Ordu evi otelleri, biri çok katlı, diğeri iki katlı ayrı binalardan oluşuyordu.. Biri generallere ait, diğeri de diğer subaylar içindi. Ayrıca Donanma’da görevli bulunan generaller için villa tipinde lojmanlar mevcuttu. Garnizona girmeden önce, başka bir sahada, diğer subaylar için de lojmanlar bulunuyordu. Hastanesiyle, müzesiyle, çiçekli bahçeleriyle ağaçlıklı bölgeleriyle Donanma komutanlığı büyük bir sahaya yayılmıştı.
Daha önceki tarihlerde de Damat orada görevli bulunmuştu. Dolayısıyla, lojmanları ve Donanma Komutanlığı sahasını biliyorduk. Ayrıca Donanma komutanlığı ile Değirmendere arasında, Yüzbaşılar denen bir mahalle vardı ki burada özel binalar mevcuttu. Daha ziyade, Deniz kuvvetlerinden Emekli olan subaylar oturuyordu. Değirmendere dahil bütün buraların sakinleri Gölcük çarşısından ve Gölcük Pazar yerinden alışveriş yapıyorlardı. Dolayısıyla Gölcüklülerin, ticaretleri ve ekonomileri iyi durumdaydı. Devamlı da binalar yapılıyor, gelişme gösteriyordu.
Ordu evine gittiğimiz zamanlar, damadın sınıf arkadaşı, Nejat Paşa ve eşi Ayşe ile de tanışmıştık. Zaman, zaman bizi ziyarete gelirler, ayrıca bizi, kendi lojmanlarına davet ederlerdi. Manzarası şahane olan bu yerler, zaman, zaman beni duygulandırıyordu ve şiirler yazmama neden oluyordu.
Burada yazdığım Şiirlerinden İKİZ VİLLÂ aşağıda, diğerleri de internet adresini yazdığım yerdedir. ( DENİZ- RESTORAN- SULTAN BABA)
http://www.antoloji.com/yusuf_canturk veya www.edebiyatdefteri (coni)
İKİZ VİLLÂ ( Mayıs 1995 –Gölcük)
Çifte villâ gördüm bir tepenin üstünde ,
İkiz tepe gibi sanki ,ünlü VENÜS’ÜN büstünde .
TANRI özenmiş tabiatı , öyle güzel yaratmış .
İnsan eli bu güzelliğe, bir güzellik daha katmış .
Manzara şahane , körfez ayağımın altında ,
Misafirim sanki , bir başkasının yatında .
Kuş cıvıltısı , bin bir çiçek kokusu ,
Değişiverdi birden tabiatın dokusu .
Yeşili , pembesi , her rengin bir tonu .
Bir değil , bin saat kalsam , bu zevkin yok sonu .
Bir nefes çeksem , olur belki bin nefes ,
Kuş cıvıltısı hariç , ne gürültü var , ne de ses .
Gözlerim okşar iken çiçeklerin yeşilini, morunu ,
Bir an için unuttum , dünya yaşamını ve de sorunu .
Görebilmek yeterli , sahip olmak şart değil ,
Bir sandala binsem kâfi , istediğim yat değil .
Gizemli bir kadın sanki , tanıştım, konuştum ,
Ayrılınca birden , etkisinden çok sarhoştum .
Esrarlı havası , parfüm sarmış her yanı ,
Uzun süre yaşarım , unutamam o güzel ânı .
DEĞİRMENDERE: Bu şirin sahil köyünü, İzmit'te ilk okulu okuduğum zamandan beri tanıyordum. O zamanımın gözlemlerini birinci kitabımda anlatmıştım. Evlendikten sonra da Değirmendere’de, bir oda kiralamıştık. Ev sahibi, eşimin övey annesinin ağabeyi idi. Burada, bahçe içinde, üç katlı, ahşap evleri vardı. Ahmet dayı, İlk eşi vefat ettikten sonra, bir müddet onun yasını tutmuş, bilahare, Mebrure yenge ile evlenmişti. İlk eşinden Ümmühan, ikinci eşinden Handan ve Ertuğrul olmuştu. Mebrure yenge esasen Değirmendereli idi. Fındık bahçeleri, bağları vardı. İşte denize yakın geniş bahçeli ev de Mebrure Yengeye aitti. Bizimle beraber Fulya ve Menekşe ile bacanaklar, hatta başka bir evde de Çiğden ve kocası da kiralık ev tutmuşlardı. Maksat, üç baldız, üç bacanak bir arada olmaktı.
Yüzbaşılar semti ile Değirmendere arasında bir plaj vardı. Bazen orada bazen de evin önünde denize girebiliyorduk. Deniz çok temizdi. Ayrıca ben plastik bir bot getirmiştim. Gandi bacanakla her gün sabahtan denize çıkıyor, bilhassa, kovalar dolusu İstavrit avlıyorduk. Hanımlar, öğle yemeği için bahçede balıkları ızgara yapıyorlar, salata ve meyvelerle güle eğlene karnımızı doyuruyorduk. Ayrıca bahçeden dut, bağdan kiraz geliyordu.. Daha önce bahsettiğim gibi, haftada iki defa Gölcük pazarı kuruluyordu. Her seferinde dolmuşla pazara gidip, bilhassa, salatalar, sebzeler, domatesler, şeftali gibi meyveler yüklenip geliyordum.
Gölcük ve bilhassa Değirmendere'nin denize bakan yamaçları, fındık bahçeleriyle yemyeşildi. O yeşillikler arasında, yüksek bir tepenin üstünde SULTAN BABA Türbesi vardı. Bir gün orasını ziyarete gitmiştik. Köyün içinden geçerken de, köy kadınları, kendi mahsullerini satıyorlardı. Yokuşu çıkarken, yol mezarlığın kenarından geçiyordu. Tabii vefat edenlere dua etmekten de geri kalmıyorduk. Sultan Baba Türbesi,. Öyle bir tepe de yapılmıştı ki, kabirlerin mermerlerini ve Sultan Baba kabrinin yanında inşa edilen mescidin taşlarının buraya nasıl çıkarıldıkları, yazdığım şiirde de belirttiğim gibi, insanlar için merak konusuydu. Değirmendere, yavaş, yavaş gelişmekte, turistik bir belde haline gelme aşamasını yaşıyordu. köylüler, Fındık ve üzüm zamanı, küfelerle, merkeplerine yükleyip satmak üzere köy meydanına getirirlerdi. Genellikle köylüler, kendileri yetiştirir, kendileri getirir, küfe içinde, meydanda, çay bahçeleri yakınında, kendileri satarlardı.
Vapur iskelesinin iki tarafında birer çay bahçesi vardı. Bilhassa, İskeleden sahile çıkınca sağ taraftaki gazinoyu tercih eder, ağaçların gölgesinde, denizin hafif dalgaları kıyıyı yalarken büyük bir zevkle çay, kahve içerdik. Ayrıca, meydanda, asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu bir park vardı. Burada da ağaçların gölgesinde, banklarda oturmak büyük bir zevk verirdi Zaman , zaman,. İskeleye, İzmit'ten vapurlar gelir, insanlar çıkar, insanlar binerdi. Sonra vapurlar, Karamürsel'e doğru hareket ederdi. Ayrıca, büyüklü, küçüklü kayıklarla balık avlayan insanlar görünürdü. Bu kalabalığı izlerken de gazinoda oturanlar büyük bir zevk alırlardı.
Dışardan, bilhassa İzmit tarafından, kafa dinlemek üzere pek çok insan gelirdi buralara. Hem vapur, hem de dolmuşlar çalışıyordu. Gelenler, yemek konusunda hiç sıkıntı çekmezlerdi. Hafta sonları, plaj ve çay bahçeleri dolar, taşardı. Ayrıca Karamürsel'e giderken de balık lokantaları vardı İşte Değirmendere böyle, sevdiğimiz, zevk aldığımız güzel bir yerdi. (Ama seneler sonra, depremle, binaların ve çay bahçelerinin, yerle bir olduğunu, asırlık çınar ağaçlarının denize gömüldüklerini, TV.lerden izleyecek, yüreğimiz burkulacaktı. Duygulanacak, (MARMARA DEPEMİ) diye bir şiir yazacaktım.
C YALOVA-TERMAL
Yalova’ya, 21 EYLÜL 1978 Tarihinde, körfezi dolaşarak gitmiştik. Daha önce anlaştığımızdan dolayı, Baldız, Bacanak ve kızları da vardı yanımızdaydı. Körfezi dolaşmak biraz uzun olmakla beraber, yeşillikler ve güzellikler insanı oyalıyor, zevk almasına neden oluyordu.
Kaplıcalara gitmeden önce, Yalova’ya uğramış, Emekli subaylar lokalinde, deniz kenarında, öğle yemeğimizi yemiştik. Yalova, bilhassa emekliler için huzurlu bir kasaba görünümündeydi..
Kaplıcalar, Yalova’ya 8-9 km. uzaktaydı. Kaplıcaların sağlık üzerindeki etkileri taa Bizanslılar zamanından beri biliniyordu. Atatürk de buranın ününü duymuş, 1929 yıllında, buranın güzelleştirilip, iyileştirilmesini emretmişti. Ayrıca Millet çiftliğine Atatürk için bir köşk yapılmıştı. Görevliler Atatürk için, ‘’Arada bir gelir, bir müddet kalır gidermiş’’diyorlardı..
Termale girerken, bir vadi içinde, etrafı çeşitli ağaçlarla bezenmiş, ormanlık saha ile, betondan yapılmış bir kanal içinden, basamaklardan aşağıya doğru akan Sıçak sular göze çarpıyordu. Ayrıca sıcak su banyolarının bulunduğu büyük bir bina mevcuttu. Vadi boyunca, oturulacak banklar, gezilecek yollar, seyredilecek mekânlar vardı. Etraf çiçeklerle bezenmişti. Banyolarından, şifalı sularından istifade etmese de insan, huzurlu bir atmosferde bulunduğunu anlıyordu. Dinleniyordu.. O güzelim yerde epey bir zaman oturmuş, büyük zevk almış, bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Dönüşümüzde, Baldız, Menekşe, bacanak ve kızları Elif’i, Gölcükte minibüs’e bindirmiş, biz de daha önce yer ayırttığımız için Ordu Evine gitmiştik
Halide ablaları da yanımıza alarak, Bursa'ya doğru yola çıktık. Yine körfez yolunu takip ediyorduk. Yine öğle yemeği için Yalova’da durduk, Emekli subaylar lokalinde yemek yedik. Ve yolumuza devam ettik. Yollar pek iyi olmamakla beraber, etraf yine de yeşillikti. Gemlik körfezini geçtikten sonra, Uludağ görünmeye başlamıştı. Yeşillikler içinden geçerek, Bursa'ya, Ordu evine vasıl olduk. Halide ablaları Ordu evine yakın bir otele yerleştirdikten sonra da , biz Ordu evine gidip yerleştik. Odamız Kuzeye bakıyordu. Balkonundan baktığımızda, Bursa, ve Bursa ovası ayaklarımızın altındaydı.. Ordu evi, öyle yüksekçe bir yerdeydi. Akşam yemeğini muhabbet ederek Ordu evinde yedik. Artık burada kaldığımız müddetçe, akşam yemeklerini burada yiyecektik.
Bursa tarihî ve turistik eseriyle, bir iki günde gezilebilecek bir yer değildi. Osmanlının başkentliğini yapmıştı. Bu bakımdan, Osmanlıların göz bebeği durumundaydı. Geldiğimizin ertesi günü, gezip görmeye, ordu evine yakın olan Muradiye Camiinden başladık. II nci Murat tarafından 1424-1426 yıları arasında yaptırılmıştı. Zaten I nci. Murat Hüdavendigar türbesi de oraya yakındı. Padişah birinci Murat’ın, Kosova'daki türbesini, İtalya dönüşü ziyaret etmiştik. Bursa'da da ziyaret etmek nasipmiş meğer. Türbenin içine girip dua ettikten sonra, Ulu camii’ni görmeye gittik. Burası Yıldırım Beyazıt tarafından 1396-1400 tarihleri arasında yaptırılmıştı. Uzaktan 20 adet kubbesi sayılıyordu. Gerçekten ismine uygun çok büyük bir cami idi. Caminin içine girdik. Camii içinin Selimiye ve Süleymaniye’den büyük olduğu söyleniyordu. Camii içinden bakıldığında, kubbesi , denildiği kadar yüksek değildi.
Caminin Minberi bütünüyle, kainatı temsil ediyordu. Güneş sistemi, uydularıyla beraber, gösterilmişti. Dünyanın yuvarlaklığı, Ulu caminin yapıldığı tarihlerde, söz konusu olmazken, Osmanlı da Kâinat yuvarlak motiflerle süslenmişti. Şadırvanı da çok güzel ve şahane yapılmıştı, Bir de kâbe'nin örtüsü sanki sanduka üzerine örtülmüş gibi görünüyordu. Dualarımızı yapıp çıktıktan sonra, kapalı çarşıyı Koza hanını görme imkânı bulmuştuk. Mağazaların vitrinlerinde ham kozalar ve ipekten yapılmış kumaşlar sergileniyordu.
Öğle yaklaşmış, karnımız acıkmıştı. Lokantaların bulunduğu yere giderek, ‘İskenderin Yerinde’, Meşhur İskender Kebabı siparişi verdik Gerçekten lezzeti olağanüstü idi.. Biraz dinlendikten sonra, köprüden geçip, yeşil türbeyi ziyarete gittik.
Yeşil türbe Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmış bir külliye idi. İznik çinileriyle kaplanmış ve tezyin edilmişti. Gerçekten içersiyle, dışıyla şaheser bir yapıydı.
Artık gezmekten yorulmuş haldeydik. Bilhassa Nurettin enişte çok yorulmuştu. Yavaş, yavaş yürüyerek Ordu Evine döndük. Akşam yemeğini yerken yarın için Uludağ'a gitmeye karar verdik.
Uludağ'a giderken teleferiği değil arabayı tercih etmiştik. Çekirge semtinden geçerken burasının ne kadar güzel bina ve yeşilliklerle kaplı olduğunu görüp, insanın ruhunu okşadığını fark ettik. Çekirge semti yüksek bayırda kurulmuştu. Bu nedenle, Bursa'yı şahane bir manzarayla görüyordu. Merzifon, Eskişehir ve Mürted’de beraber olduğumuz Rafet aga, emekli olmuş, eşiyle Çekirge’de yaşıyordu. Onu sevdiğim için görmek isterdim. Ama adresini bilmiyordum. Her neyse. Uludağ yoluna girdik ve yukarı doğru tırmanmaya başladık. Asırlık Kestane ağaçları yol boyu sanki göğe doğru yükselmek istiyorlardı. Ulu Dağın tepesine çıkarken yolun sağında, bir levha gözümüze çarptı. ‘Emekli Subaylar Dinlenme kampına gider’ yazıyordu. Arabayı yolun kenarına çektim, oraya doğru gittim. Maalesef, haziran ayı sonları olmasına rağmen hâlâ açılmamıştı. Yolumuza devam ederken bu defa ‘’Kirazlı Yayla, Kendin Pişir, Kendin Ye’’ ibareli bir levha daha gördük. Dönüşte buraya uğrayalım diye karar verdik.
Meşhur oteller bölgesine kadar çıktık. Yollarda değil ama, tepelerde kar görünüyordu. Bizim için çıkabileceğimiz en son yer burasıydı. Teleferik de zaten bu bölgede duruyordu. Arabadan inerek derin, derin nefes aldık. Ciğerlerimizi temiz ve saf oksijenle doldurduk. Yine buradan etrafımıza bakarak, şahane manzaraları beynimize nakşettik. Bir de dönüş yolunda bir su kaynağı bulduk ve buz gibi su içerek, suyun soğukluğunu ve tadını vücudumuzun her tarafında hissettik.
Gele, gele dönüşte uğrayalım dediğimiz Kirazlı Yayla, Kendin Pişir, Kendin Ye piknik yerine geldik. Arabadan çıktık, bu saha açıklıktı. Biz de biraz üşümüştük. Sandalye ve banklara oturarak, sırtımızı güneşin sıcaklığına bıraktık. Mangal hazırlanmış, kekik kokulu etler gelin beni alın diyordu. Etleri kendimiz seçtik .Kor halindeki mangalın ızgarasına koyduk .Cızır, cızır pişirdikten sonra, taze odun ekmeği ve salatasıyla, büyük bir zevkle yemeğimizi yedik. Üzerine bir de kaymaklı yoğurt yedik ki yoğurdun lezzetini senelerce unutamayacaktık. Artık yokuş aşağı inerken bize etrafın manzarasını seyretmek kalıyordu.
Bursa’da çok güzel üç gün geçirdikten sonra dönmeye karar verdik. Aslında daha fazla kalabilirdik. Fakat Nurettin enişte, otelden biraz şikayetçi olmuştu. Çok titiz bir insan olduğu için onu üzmek istemedik.