O.İZMİR- GÜMÜLDÜR
Gümüldürde, Hava Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Orasını hiç görmemiştik. Dilekçemize olumlu cevap gelmişti .05 - eylül-1982 tarihi tahsis emri almıştım. Hazırlıklarımızı yaptık ve bir gün önce sabahtan, Sirkeciden, TRUVA feribotuna bindik. Arabayı feribotun altına bırakarak yukarı çıktık. Koltuklarımız numaralıydı. Yerleştikten sonra güverteye çıktık. Marmara adalarını ve Çanakkale boğazını, denizden geçtikten,sonra zaten hava kararmaya başlamıştı. Koltuklarda biraz kestirdik. Sabahleyin İzmir limanında çıktık. Gaziemir'e doğru hareket ettik. Gaziemir civarında, her tarafın gecekondularla dolmuş olduğunu gördük. Gaziemir'i geçtikten sonra da yolumuz sağa dönüyordu. Arazi, zeytin ve bodur ağaçlarla kaplıydı. Denize doğru hafif bir meyille iniyorduk. Artık portakal, mandalina ve limon bahçeleri görülmeye başlamıştı. Nihayet, Gümüldür kasabasına ulaşmıştık. Kampın yerini sorduk, tarif ettiler, Kasabanın doğusuna doğru yolu gösterdiler. Kampın girişi yüksekçeydi. Kaydımızı yaptırdık ve yerimizi öğrendikten sonra, Arabayı, yolun karşısına, park yerine bıraktım. Bize refakat eden asker, bavullarımız için yardımcı oldu. O yüksek yerde kantin gibi alışveriş yerleri, mutfak, yemek salonu gazino ve idarî binalar mevcuttu. Denize doğru beton merdivenlerden inerken, solda , ağaçlar altında piknik yerleri de görünüyordu. Çok basamaklı merdivenlerden düzlük sahaya inmeye başladık Artık burada, geniş sahada, katlı moteller, Palmiye ağaçlarla kaplı geniş saha, oturma bankları ve yürüyüş yoları mevcuttu. Motellerin arkasında da plaj uzanıyordu. Pırıl, pırıl parlayan deniz ve plajın uzun kumluğu görünüyordu. Neyse ki bize tahsis edilen oda ikinci kattaydı. Ama deniz tarafında değil, kuzeyi, tepecikteki gazino ve idarî binaları görüyordu. Tepe ile moteller arasında,, palmiye ağaçlıklı geniş bir saha vardı. Motele yerleşip, biraz dinlendikten sonra öğle yemeği için, merdivenlerden, tepeye, yokuşu zorlukla çıkarak ulaştık. Manzaralı güzel bir yerdi. Yemek yerken, kahve, çay içerken buradan güzel manzarayı seyrediyor, zevk duyuyorduk. Akşam yemeği, ikindi çayı, sabah kahvaltısı için de buraya gelmek mecburiyetinde idik. Dolayısıyla biraz zorlanacaktık. Ama gelip, geçenlere baktıkça, insanların başka bir yol daha kullandıklarını gördük. Beton merdivenler yerine, ağaçların altındaki piknik yerinden geçen , daha az meyilli, başka bir yolu, patika yolu kullanıyorlardı.
Yemekten sonra , odamıza gidip biraz dinlendik. Sonra deniz kıyafetlerimizi giyip, şemsiye ve hasırları alarak deniz kenarına gittik Her zaman olduğu gibi, tenha bir yer bulup denize girdik. Deniz suyu hâlâ sıcaktı ve deniz suyu billur gibi temizdi. Gün geçtikçe, deniz kıyafeti giymek, denize girmek, yüzüp çıkmak, odaya gelip soyunup giyinmek, yemek için yokuşu tırmanmak zor gelmişti eşime. Ancak bir kaç gün dayanabilmişti.
Bir gün denize girip çıktıktan, giyinip motelden aşağıya indikten sonra bir bank’a oturmuştuk ki eşim fenalık geçirmeye başladı. Hemen, Dr. İlhan ağabeyi arayıp buldum. İlhan ağabey, Hava Harp Okulunda iken bizim doktorumuzdu. Bizlere bir arkadaş gibi davranırdı. Bütün talebeler onu severdik. Emekli olmuş, nihayet burada, tatil kampında karşılaşmıştık, gazinoda oturup muhabbet etmiştik. Dr. İlhan ağabeyi buldum, durumu anlattım. Gelip hanıma şöyle bi baktı. ‘’ Onu yavaş, yavaş odanıza çıkar, ben de çantamı alıp geleyim, muayene edeyim’’ dedi. Muayene edip tansiyonunu ölçtükten sonra, ‘’Kâlp krizi geçirmiş, bir iğne yapacağım, aspirin çiğneteceğim, bir de dilaltı vereceğim. Atlatacak,! Ama dikkatli olmanız lazım, yorgunluk ve stresten uzak duracak, yiyeceklerine dikkat edecek, denize girmesin artık, Bir daha da böyle yokuşlu yerlere gelmeyin’’ tavsiyesinde bulundu.
Artık çok dikkatli davranıyorduk. Yemek için tepeye çıkarken, merdivenlerde oturup biraz dinlenmek .icap ediyordu.
Bir gün Erdemler çıkageldi. Gerçi kampta olacağımızı biliyorlardı ama bizim için sürpriz olmuştu. Hem çocukları dilek ile Murad’ı hem de teyze Melahat'ı getirmişlerdi. Çok memnun kalmıştık. Erdem’i çok severdik. Bu sebepten Bedia ve çocukları da çok sevmiştik..
Geleceklerini bilmediğimiz için, Onlar’a Tablodot'da yemek çıkmamıştı. Biz de piknik yerini tercih ettik. Gelirken bir şeyiler getirmişlerdi. Bazı ilaveler yapmak suretiyle, ağaçların altında, güle, eğlene hem yemek yedik, hem de muhabbet ettik. Ama onlar da Yaseminin kalp krizi geçirmesine üzülmüşlerdi.
İkindiye doğru, Erdemin teklifiyle, Bedianın mandalina-portakal bahçelerine gittik. Melahat teyze, ‘‘dinlenmek istiyorum’’ diyerek kampta kalmıştı.
Bedia hanımın bahçesi, Gümüldür’e yakındı. Biz böyle bir bahçeyi ilk defa görüyorduk. Ağaçlar kısa boylu rengarenk mandalina, portakal, limon, greyfurtlarla süslüydüler. İşçiler meyveleri toplayıp sandığa yerleştirmekteydiler. Satış için İzmir’e gönderiyorlardı.
Erdemin verdiği bilgiye göre: Japonya'dan getirilen Satsuma cinsi mandalinalar, önce Karadeniz bölgesinde yetiştirilmiş. Orada tutunduktan sonra, Gümüldür bölgesinde deneme yapılmıştı. Fakat Satsuma cinsi, buranın toprağını çok sevmişti. Dolayısıyla Gümüldür ve çevresi, mandalina deyince ilk akla gelen yer olmuştu. Bu ve denizinin billur gibi , plajlarının sevilmesi sebebiyle, kasaba, turisttik bir yer olmuştu.. Dolayısıyla Gümüldür’ün ekonomisi gittikçe gelişmiş ve büyümüştü. Böyle güzel ve enteresan bir yerde, poz, poz hatıra fotoğrafı çekmekten de geri kalmamıştık.
Bir gün de, Ayten hanımla Kâmil Alb.lar ziyaretimize geldiler. Çocuklar yoktu. Yukarıda bahsettiğim gibi çok sevdiğimiz insanlardı. Eh bir günlük buluşma pek tatmin etmese de, akşama kadar muhabbet etmiş, birlikte yiyip içmek bizi mutlu etmişti. Her İzmir’e gelişimizde muhakkak onlara da uğramak adetimizdi. Kampta, birlikte çok güzel vakit geçirmiş, akşam olmadan onları evlerine
uğurlamıştık..
Ö. MARMARİS
Gümüldür'den sonra gezimize devam etme kararı vermiştik. Gümüldür’deki günlerimiz, Kâlp krizi hariç, iyi geçmişti. Marmaris’in methini çok duymuştuk. Oraya gidecektik. Söke, Milas, Yatağan’ı geçtikten sonra, Muğla'ya girerken arabanın lastiği patladı. Allahtan ki, 90km. sürat yapıyordum. Eşim yanındayken fazla sürat yapmazdım. Arabayı yolun kenarına çekip durdum. Roma- Napoli arasındaki kaza bana tecrübe kazandırmıştı. Muhakkak arabada pompa bulunduruyor, yedek lastiğin havasını kontrol ediyordum. Hemen stepneyi çıkarıp değiştirdim. Zaten Muğla'nın içine girmek üzereydik. Bir lastik mağazasının yerini sorduk. Yeni bir lastik aldım. Gelmişken Muğla'da bir de öğle yemeği yedik ve yola devam ettik. Ormanlık dağlardan geçerek, Marmaris yoluna girdik. Marmaris yolunun iki tarafı da kırmızı, pembe açan zakkum ağaçlarıyla süslüydü. Öyle güzel görünüyorlardı ki, hiç de kur’anda belirtildiği gibi cehennem ağacına benzemiyordu. Ama, neyin, ne olduğunu Tanrı daha iyi bilirdi.!
Marmaris’in içine girerken sol tarafta eski binalar, sağ ve ilerde yeni binalar görünüyordu. Çarşıya girince, bir otobüs yazıhanesinden pansiyon adresi aldım. Tarif edilen yer, deniz kenarındaki çocuk parkının hemen ilerisinde, plajın karşısında idi. Yer olup, olmadığını, Pansiyon sahibesine, sordum.. Neyse ki varmış. Birinci katta bir odaya taşınıp yerleştik. Bina iki katlı ve yukarda bir de terası vardı. Bahçe katında iki oda, ayrıca, binanın yanında ve arkasında bahçe bulunuyordu. Bizim odanın bulunduğu katta da üç oda vardı. İki odanın önünde de, geniş balkon gibi bir yer mevcuttu. Buradan Marmaris koyu, Körfezin karşısındaki kıyılar, ve önümüzde plaj sahası görülüyordu.. Bir de arkada, müşterek tuvalet ve banyo, mutfak, bir de mal sahibesinin kaldığı oda vardı. Denize girip çıktıktan sonra, bahçede duş alma imkânı bulunuyordu. Tetkik sonucu anladım ki, terasa bir teneke koymak suretiyle sıcak su elde edebilirdim. Böylece sıcak suyla duş yapabilirdik. İstenirse, mutfakta yemek yapmak, istenirse dışarıda yemek yemek mümkündü. Pansiyona çok yakın büfeler ve lokantalar mevcuttu.
Binanın önünde, plaj boydan, boya uzanıyordu. Hem odamızdan, hem de iki oda arasındaki büyük balkondan, plajın tamamını, denize giren, güneşlenen insanları, beyaz yatları, Marmaris'in Kayıp boğazını, sağ tarafta uzanan kıyıları, yamaçları, dağları, otelleri görmek mümkündü. Marmaris’in koy’u Sanki kapalı bir deniz gibi görünüyordu. Velhasıl manzarası şahaneydi. Akşam yemeğini yakında bulunan bir lokantada yedikten sonra, odamıza gelip, yorgun olduğumuzdan, hemen yatıp uyumuştuk.
Ertesi sabah, kahvaltı yaparken, ikinci odada kalan insanlarla da tanıştık. Onlar da bizim gibi karı-kacaydı. İstanbul-Sarıyer'de oturuyorlardı. Onlarla ahbap olduk. Arabaları yoktu. Badema arabayla gidilecek yerlere beraber gidecektik.
Artık etrafı tanıma, görme zamanı gelmişti. Uzak yerlere gitmek üzere dolmuşlar, denizden gidilecek yerler için de dolmuş motorlar vardı. Pansiyon sahibesinin ifadesine göre, görülmesi gereken yerler çoktu.
Marmaris’e girerken sol tarafta Pazar yeri görmüştük. İlk ziyaret yerimiz orasıydı. Hem ziyaret, hem ticaret. Önce Marmaris kalesini gezmeye gittik. Kale Pazar yerine de yakındı. Kale Çok eskilere dayanıyordu., Marmaris'in kapalı koyundan Akdeniz'e çıkınca, karşıda Rodos adası görünürdü. Osmanlı sultanı Kanunî, Rodos adasını kuşatmak üzere Marmaris’e geldiğinde, kaleyi küçük görmüş, büyütülmesi için mimara direktif vermiş, Rodos adasından döndüğünde, kalenin yine de küçük olduğunu görünce mimarı astırmış.. Kalenin yedi tane kulesi vardı . Eski Marmaris bölgesinde, Körfeze hakim yüksekçe bir yerde kurulmuştu. Buradan manzara daha da güzeldi. Kalenin müzesinde bulunan eski eserlerden bir kısmı Bodrum kalesine götürülmüştü. Kaleyi ve Kanuninin annesi Hafza Sultan camiini de gezip, gördükten sonra, Pazar yerinden daha ziyade meyve almıştık. Pansiyona dönmeden, öğle yemeğimizi de bir lokantada yemiştik. Öğleden sonra, Kaleden daha ilerde, Güllük ormanlarını görmemizi tavsiye etmişlerdi. Oraya gittik. . Burası, Koruma altına alınmış, geniş bir park gibiydi. Halkın oturması maksadıyla ağaçların altına, denizi seyretmek için ise deniz kenarına banklar konmuştu. Seyyar satıcılar kâğıt helvası satıyorlardı. Ayrıca yiyecek büfeleri de bulunuyordu. Güllük ağaçlarını ilk defa görüyorduk. Değişik bir ağaç türüydü. Boyları 6-7 metreyi buluyordu. Ayrıca, Sakız ağacı, palmiye, zakkum gibi çeşitli ağaçlar vardı. Buranın , huzurlu , sakin dinlendirici bir havası vardı. İnsan, saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmuyordu.
Marmaris’in arkalarında, denizden uzakta, yeni, yeni yerleşim bölgeleri görülüyordu. Buralarda daha ziyade, limon, portakal ve mandalina bahçeleri bulunuyordu. Pansiyonumuzdan sonra gelen sahilde ise güzel oteller vardı.. Daha ilerde ise Marmaris Tatil köyü bulunuyormuş ki burasını da görmemizi tavsiye etmişlerdi. Burasını görmek için , arabayla, arka yoldan dolaşmamız gerekiyordu. Burası sanki, ayrılmış bir bölgeydi. Bu ayrılmış bölgede, ,yola doğru, ağaçların altında, kulübeler, Bungalov tipi binalar, çadırlar, deniz kenarında da plaj bulunuyordu. Kadınlar sere serpe , kumlar üstünde güneşleniyor, şemsiyeler altında, şezlonglarda dinleniyorlardı. Kimileri de denizde yüzüyorlardı. Deniz kenarında ayrıca gazinolar da vardı. Burada isteyen, çay, kahve, meşrubat içiyor, tost vs yiyebiliyorlardı. Komşularımızla beraber gittiğimizden, Akşama kadar hem dinlendik hem de manzara eşliğinde muhabbet etmiştik.
Başka bir gün de hem kara, hem de deniz yoluyla ulaşılabilen Turunç köyüne, deniz motoruyla gitmeye karar verdik. Komşularımız da vardı. Üstelik motorda kaptanın anasıyla da tanıştık. Efendi, kendi halinde, kapalı ama konuşkan bir insandı. İskelede indikten sonra yukarılara doğru tırmandık. Etrafta köylü kadınları, topladıkları doğal yiyecekleri satıyorlardı. En çok sattıkları şey de Adaçayı idi. Deneme mahiyetinde, çay yerine adaçayı içtik. Kokusundan dolayı pek sevmemiştik. Ama yine de kurutmak maksadıyla bir kaç demet satın aldık. Ağaçlıklı, şahane manzaralı bir yerdi. Huzur içinde bir gün de orada geçirdik. Yine motorla geri döndük.
Yine tavsiye üzerine, bir gün de Sedir adasına gitmeye karar verdik. Oraya dolmuşla gidiliyordu. Komşularımızla, minibüse bindik. Marmaris’e geliş yolundan Marmaris'in dışına çıktık, 5-6 km gittikten sora sola döndük. Ormanların içinden geçerek, Gökova körfezine, iskeleye geldik. Küçük bir motorla, Sedir adasına çıktık. Burası büyükçe bir adaydı. Plajı hariç fazla bir özelliği göze çarpmıyordu. Ama biz iç taraflarına kadar görmek istedik. Tabii bitkiler, makilik, zeytin ve çam ağaçları vardı. İçerilere gittikçe antik çağlardan kalma, tiyatro, agora, kilise gibi eserlere rastlanıyordu.. Plajına gelince kumları pırıl, pırıl parlıyordu. Denizin içindekiler de öyle, dışındakiler de. doğal olarak, burada da denize girdik, hatıra fotoğraflar çektik.
Buraya, aynı zamanda Klopatra adası da diyorlardı. Hikayesine gelince: Roma İmparatoru Antonius, Mısır’ı ele geçirdiği sırada Klopatra'ya aşık olur. İklimi ve denizi şahane olan bu sahilleri dolaşırken, Gökova körfezini çok beğenir. Bu küçük adayı bir aşk yuvası haline getirmek ister. Dünyada iki yerde bulunan, asitli deniz suyuna girince kendiliğinden üreyip çoğalan, hepsi de aynı boyda, yuvarlak, ateşte yanan kumları, İmparator, taa Mısırdan , 60 büyük gemiyle buraya taşınır, ve plaj oluşturur. Burada, yaz mevsimi, iki sevgili gözlerden uzak denize girerler. Gerçek bir aşk yaşarlar. Böyle bir özelliğe sahip kumları, dışarıya götürmek yasaklanır ve buraya gelenlerin görmesine müsaade edilir. Bizim gibi merak edip gelen turistler çoktu. Herkes de bu özel plajın kumlarından ve denizinden çok memnun kalmıştı. Bu sayede Gökova körfezini de görme imkânı bulmuştuk. Yine ormanların içinden geçerek, minibüsle Marmaris'e dönmüştük
Bu Cennet bölgesinde 15 gün kaldık ama doyamadık. Ne kadar kalsak da doyamayacaktık anlaşılan! Komşularımız, bir müddet daha kalacaklardı. Veda ederken, İstanbul’da görüşme sözü verdik. Buranın Çam balı da meşhurdu. Kendimize ve hediye olarak birer kavanoz satın aldıktan sonra yola çıktık. Burada yaşadığım duygularımı belirtmek üzere MARMARİS adı altında bir de şiir kaleme almıştım Daha fazlasını okumak isteyenler için adres:
:. (http://www.antoloji.com/yusuf_canturk)
M A R M A R İ S T E Y İ M (EYLÜL 977)
Yalıda kalıyorum elli yılda ilk defa ,
Sefa sürüyorum MARMARİSTE sefa !
Yakından geçiyor , şahane beyaz yatlar ,
Yatıp güneşlenir beyaz tenli avratlar .
Deniz kızı sanki , denizde yüzenler ,
Önümden geçiyor huri gibi güzeller .
Beyaz yelkenliler zevke zevk katıyor ,
Sarışını esmeri sere serpe yatıyor .
Marmaris’in gündüzü bir alem , gecesi başka ,
Rıhtım boyu gezileri pek de revaçta
Mehtap altında süzülen görkemli yatlarda ,
Ezgiler var , gitarlı , kemanlı çoğu serenatlarda .
Tempo tutar sanki motor sesleri ,
Birbirine karışır turistlerin NO ve YES leri ,
Marmaris’in denizi sanki bir havuz ,
Mehtaplı gecelerde gözü okşar yakamoz .
Ünlüdür Marmaris’in ÜNLÜ çam balı ,
Çabuk geçiyor günlerim , saydım sayalı .
Elli yılda on beş gün bir rüya , bir düş ,
Hüzün duyarım yaklaştıkça Cennetten dönüş .
Dönüş yolunda, unutamayacağımız hadiselerden biri, Seferihisar kavşağını geçtikten hemen sonra yakalandığımız sağanak yağıştı. Öyle bir sağanak yağıştı ki, bardak değil, kovadan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Sanki tufan gibiydi. Bir metre önümüzdeki arabayı görmemiz mümkün değildi. Mecburen arabayı yolun kenarına çekerek durdum ve yağmur geçinceye kadar beklemek mecburiyetinde kaldık. Yine İzmir Ordu evinde bir gece kaldıktan sonra Feribotla İstanbul’a döndük.