3. SAROZ KÖRFEZİ
. Daha önce bahsettiğim gibi, Gülşenler yazlığa giderken bize uğrayıp birkaç gün kalıyorlardı. Bu arada, hep birlikte, görümcesi, Gevherlere de gidiyorduk. Küçük Yalı semtinde oturuyorlardı. Bu defa, Gevherin bize bir teklifi olmuştu. Oğlu Serdar, viyolonistti. Hollandalı bir kızla evlenmiş, Hollanda’da yaşıyorlardı. Bu yaz Onların çocukları olacaktı. Mecburen Hollanda’ya gideceklerdi. Bir de evlerinde üzerine titredikleri kedileri vardı Yumoş. Acaba, onların yokluğunda, Saroz’a, yazlığa gidebilir, kedilerine bakabilir miydik?
Gülşenin ve damadın teşvikiyle, biz bu teklifi kabul ettik. Bizim için de bir değişiklik olacaktı. Gevher ve Metin bey bizden önce yazlıklarına gitmişler, kedinin maması, yakın köyden gelecek temizlikçi kadın dahil her şeyi hazırlamışlardı. Biz de 19 haziran 1978 de yola çıktık ve yerini, yurdunu bildiğimiz eve ulaştık. Onlar bir gece kaldılar ve Hollanda’ya uçmak üzere, İstanbul’a döndüler.
Ev müstakil ve tek katlıydı. Zeminde, bodrum, araba garajı vs..yerleri vardı merdivenlerden çıkıp birinci kata girildiğinde,,iki büyük, bir küçük oda, büyük bir salon vardı. Ayrıca mutfak, tuvalet, banyo ile balkon bulunuyordu. Meyve ve çiçek bahçesi, hatta, beton merdivenlerde bile saksılar içinde çiçekler yetiştirilmişti. Bahçedeki meyve ağaçları içinde, kayısı, vişne ve şeftali ağaçları çoğunluktaydı. Bir de çam ağacı vardı.
Kendimize görev çıkarmıştık. Hem kediye bakacak hem de bahçeyle ilgilenecektik. Hatta ilave çiçekler ekecek, dere otu, maydanoz yetiştirecektik. Bahçe büyükçeydi, bazı tarhlar boştu. Çiçek bakmasını, yetiştirmesini eşim de, ben de biliyor ve seviyorduk. Bahçe içinde su deposu da bulunuyordu. .
Artık Gülşen ile damat da haftada bir gelmeye başlamışlardı. Henüz Şarköy'ün suyu iyi değildi, çamaşırları sarartıyordu. Bu yüzden, Gülşen gelirken yıkanacak çamaşır varsa getiriyor, Gevherlerin makinesinde yıkıyordu. Bazen biz de onlara gidiyor, bazen de Gelibolu'ya iniyorduk. Gelibolu’da hem Pazar kuruluyordu, hem de Kara Kuvvetlerinin Dinlenme Kampı.. Ayrıca Lojman bölgesinde Askerî kantine sahipti.. Kampta hem dinleniyor, öğle yemeği yiyor hem de pazardan veya kantinden alışverişimizi yapıp dönüyorduk.
Halide ablanın arsasını görmeye geldiğimizden bu yana Serdar sitesini biliyorduk. Halen Çilek tarlaları olmamakla beraber, epey ilave ev yapılmıştı. Ama arazi o kadar genişti ki, boş arsa miktarı çoktu. Buna rağmen Telefon santralının kapasitesi sınırlı olduğundan, telefonla konuşmakta sıkıntı çekiyorduk. Bazen acil ihtiyaçlarımızı, (Ekmek, gazete gibi,) karşılamak için komşu sitenin bakkalına ,, bazen de gaz tüpünü değiştirmek için temizlikçi kadının yaşadığı yakın köye gidiyor, civarımızı da tanıyorduk.
Boş zamanlarımı değerlendirmek için ise, Köyde geçen çileli çocukluğumdan, ve küçük yaşta şehre göç edip okumaya çalışan gençlik hayatımı anlatan hikayeyi yazmaya başlamıştım. Haydarpaşa lisesini bitirip, Hava Harp Okuluna kabul edilebilmek maksadıyla, THK nün İnönü deki Planör Kampına katılacaktım. Dolayısıyla, Çocukluğumdan, İnönü kampına katılıncaya kadarki süreyi kapsayan hikayemin müsvettesini yazıyordum. Bu konuda, İzmit'te, ilk okuldayken kaleme aldığım hatıra defterim en büyük yardımcım olmuştu. .
Yumoş ise öyle iyi eğitilmişti ki, acıktığı zaman, hem bacaklarımıza sürtünüyor, hem de ön ayağının birini yukarı kaldırıyordu. Eşimin ayaklarına sürdüğünde, ‘‘babana git yemek versin’’diyor, kedi bunu anlıyor ve bana geliyordu. Ben de gevherlerin aldığı mamadan(Wuskas) veriyordum, Onun için ayrılan yerde yatar, geceleri de tabiatına uygun olarak ava çıkar, bazen, yakaladığı fareyi kapının önüne bırakırdı. İstediği zaman da açık bıraktığımız pencereden içeri girerdi. Yumoş bizim için de bir eğlence olmuştu.
Evde kaldığımız zamanlar, Güneş doğudan batıya geçmeden önce sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeklerini balkonda yiyorduk. Bizim için balkon şahane yaşam yeriydi. sonra güneş gelip sıcak olunca, batı tarafta, bahçede, çardağın altındaki gölgeye sığınıyorduk. İşte burada, kara sineklerden sıkıntımız başlıyordu. Etraf yeşillik olduğundan, karasineklere. çare bulamıyorduk. Arı sürüsü gibi geliyorlar, üstelik sıcak sebebiyle açtığımız kolumuzu, ayaklarımızı ısırıyorlardı.
İkindiden sonra ise tekrar balkona dönüyorduk. Buranın manzarası, hele güneş batarken şahaneydi. Saroz körfezinin küçük adalarını, Batıda, körfezin karşısındaki kıyı ve dağları seyretmek olağanüstü güzeldi. İşte bu sıralar duygulanıyordum. Bu duygularımı kaleme aldığımda, ortaya güzel bir şiir çıkmıştı, KÖRFEZ VE YÂR
Dönüp geldikleri zaman, duygulu bir insan olan, şarkı ve şiirleri seven Metin Bey de bu şiirimi beğenmiş, çerçeveletip duvara asmıştı.
Sevdiğimiz bu yerde tam kır beş gün kalmıştık. Bahçeden topladığımız vişnelerden , kayısılardan reçel yapmış, Gevherler, Gülşenler ve bizim için kavanozlara koymuştuk. Ayrıca, evin karşısındaki ıhlamur ağacından ıhlamur çiçekleri toplayıp, hem kendimiz, hem Gülşenler, hem de gevherlerle, Metin Bey’in babası için kurutup saklamıştık.
Gevherler döndükten sonra, birkaç gün Onlarla, bir kaç gün de Şarköy’de Gülşenlerle beraber kalmış, sonra Kadıköy’e dönmüştük.
KÖRFEZ VE YAR
Bir villa ki emanet, iki aylık bir süre,
Öyle güzel manzara, gizlemiş sanki küre.
Önümde uzanıyor körfezin mavi rengi.
Bir doğa harikası, bozulmamış ahengi.
Dudağımda bir kadeh, balkon geniş, havadar.
Karşımda duruyor, yemyeşil sıra dağlar,
Gözlerinin renginde, ondan beri körfez var.
Gurubun güzelliği seni andırıyor yar.
Gurubun tatlı rengi iki saat kaybolmaz.
Yıllarca seyretsem, bu renge doyum olmaz.
4. AĞABEYİM MUHİTTİN
Birinci kitapta, ağabeyimden uzun, uzun bahşetmiştim. Aradan zaman geçtiği için ilaveler yapmak ihtiyacı duydum.
Biz İtalya’dan dönüp, emekli olarak Fener yolundaki evimize yerleştikten sonra, Ağabeyim de Feneryolu istasyonunda, küçük bir lokanta açma teleşıına girişti. Ben de eşimden habersiz bir buz dolabı alarak, yardım etmiştim. Yakın olmasına rağmen, nadiren lokantaya gidiyordum. Çünkü eşimi üzmek istemiyordum. , Bir kaza neticesi evlendiği karısından da boşanmıştı. Oğlu Faruk, fazla okuyamamış, babasıyla berber lokantada çalışıyordu. İşlerinin iyi gittiği haberini alıyordum. Ama sebatsız bir insandı. Yüzü hiç gülmezdi. Fazla da konuşmazdı. Sahaveti de çok severdi. Herhangi bir şeye kızdığı zamanlar, Kızgınlığını içinde saklar, fakat sonra birden parlar, bir pire için bir yorgan yakan tiplerdendi.
1944 yıllarında ilk okulun son sınıflarında okurken, Bolu depremi vuku bulmuş, Rahmetli dayım da bir miktar para vererek beni, durumu görmem için köye göndermişti. Deprem sırasında, aynı evde oturan, ablam, eniştem ve beş çocuğu göçük altında kalıp öldüklerinde, ağabeyim Muhittin tek bir mertek altında kalarak, kurtulmuştu. Buna mukabil köyden bir kıza yangın olan ağabeyim benden, kıza hediye almak için para istemişti. Daha sonra da kızın kardeşleri, döverek onu köyden uzaklaştırmışlardı. Aslında babam öldükten sonra ( ki ben babamın öldüğünü hatırlamıyorum) İstanbul’a gitmiş, senelerce orada yaşamıştı..dolayısıyla yine İstanbul’a dönmüştü.
Muhtemelen davranışları, yaşadığı bu hayatın olumsuzluklarından kaynaklanıyordu. Bazen aşçıya kızıyor, günlerce lokantayı açmıyordu. Dolayısıyla müşteri kaybediyordu. Üstelik karakteri icabı, eli açıktı. Başkasından alsın, başkasına yedirsin isterdi. Bu yüzden de lokantaya gelen akraba ve dostlardan, köylülerden para almazdı. Biraz da içinde merhamet vardı.
Üstelik, parkta, dul bir kadınla tanışmış, onunla beraber yaşamaya başlamıştı. Beraber yaşadığı kadın iyi bir insandı, marifetliydi. Pendik'te, hem bir ev kiralamışlar, hem de kadın kendine bir dükkan tutmuştu.
Lokanta için taa, Pendik'ten gelip, gidiyordu. Sonunda, lokantayı, her ne sebeple olursa olsun. Bizim köylülerden birine devretti. Yeğenim Semihanın kocası istediği hale lokantayı ona vermemişti. Üstelik beraber yaşadığı kadından da ayrılmıştı. Akraba ve tanıdıkların anlattığına göre, bu davranışlarının ardında, oğlu Faruk vardı. Güya bir kızla ilişkisi varmış da , oğlunu, o kızdan uzaklaştırmak için bunları yapmıştı. Sonradan, oğlu Faruk’u, Sorgun’da rahmetli olan (Baba bir ana ayrı) ablamın torunuyla evlendirmişti.
Son zamanlarda, Karaca Ahmet kabristanının oralarda bir evde oturuyor, başka bir kadınla yaşıyordu. Bir zamanlar yaptığı işe dönmüştü. Mahkumların yaptığı el işlerinden alıyor, gezerek, onları satıyor ve para kazanıyordu.. Ama giyimi düzgün, başı dik dolaşıyordu. Oğlu Faruk da, eşi ve çocuğu ile annesinin yaşadığı İzmir’e, taşınmıştı.
. Nadire ablam, Muhittinin son olarak yaşadığı eve gitmiş, durumunu görmüştü. ‘’Her şeyi var’’ yine başka bir kadınla yaşıyor’’ diyordu. Her şeye rağmen, temiz, titiz insandı. Oğlu çocukken, annesinden ziyade, kendisi ilgilenir, çocuğun temiz olmasını sağlardı.
Bir gün Nadire ablam bizde misafirken, o da bize geldi. Eşim, ablam, yeğenim Semiha ve Muhittin'le epey bir süre oturmuş, kurabiye yemiş, çay içmiştik. Giderken, bana hitaben ‘‘Yusuf bende senin telefon numaran yok, verir misin?’’demişti. Ben de telefon numarasını vermiştim.
Nice zaman sonra, sabahtan, bir telefon geldi. Konuşanı tanımıyordum. Sorduğumda kendini tanıttı. Muhittinin esnaf arkadaşlarından biriydi. ‘’ Size acı bir haber vereceğim, Muhittin sokakta düştü ve öldü. Cüzdanını karıştırırken bu telefon numarasını bulduk. Muhittinin nesi oluyorsunuz? Onu arkadaşlarla berber, morga kaldırdık., gelirseniz bizi Aksaray esnaf kahvesinde bulursunuz’’ dedi. Ben de kardeşi olduğumu ve hemen geleceğimizi söyledim. Yeğenim Semiha’ya, oğlu Taner’e ve yeğenim Fevzi’ye, Hasan’a durumu bildirdim. ‘ ‘Bizde buluşalım, karşıya, geçeceğiz’’ dedim. Eşime de acı haberi verdim. Kendi, kendime de ‘‘İyi ki benden telefon numaramı istemiş ve vermişim, Aksi takdirde kimsesizler mezarlığına gömülecekti’’ diye teselli etmeye çalıştım.(3o mayıs 1995).
Biz, üç erkek, karşıya geçtik, verilen adreste esnaf arkadaşlarını bulduk. Onlarla beraber morga gittik. Mevtayı teşhis ettik. Oradan Aksaray belediyesine giderek, ‘Kâlp krizinden vefat etti’ diye, ölüm kağıdını aldık. Bu gün için yapılacak başka bir şey yoktu. Yarın gelir, Edirne Kapı kabristanında yıkatıp, kefenlettiririz, yol kağıdını alarak köye götürürüz diye düşündük..
Eve gelince Köye, kardeşim Celal’e telefon ettim. durumu bildirdim. Kabir kazdırmasını, hazırlık yaptırmasını, yarın, İkindi Ezanına yetiştireceğimizi söyledim. İzmir’e, Faruk’a da telefon ederek, durumu bildirdim ve ‘ ‘sen yetişemezsin, istersen gelme’’dedim.
Ertesi günü Köye gidecek akrabaları tesbit ederek ve onları da özel arabalarımıza alarak karşıya geçtik. Mevtayı alıp, Edirkapı Mezarlığında yıkattık, yol kağıdı alarak, köye hareket ettik. Mevtayı, Tanerin Reno staysion arabasına koymuştuk. Tahmin ettiğimiz gibi, ikindi namazına yetiştirdik. Namaz çok kalabalıktı. Köyde bulunanların hepsi iştirak etmişti. Aynı kalabalıkla, kabristana defnettik. Kabir köye yakındı, . Manzarası güzel, asırlık meşe ağaçlarıyla kaplıydı.
Nadire ablam, bütün köye dağıtılmak üzere, gözleme ve helva yaparken, Yasemin, köylülerin ve akrabaların bu alakasını görerek, etkilenmiş olacak ki ‘’Beni de bu kabristana gömün’’ diye vasiyet etmişti. Zaten köyün kabristanını beğeniyordu.
Ağabeyimin her türlü dinî görevlerini eksiksiz (Hatta bir sene sonra, kabrini de) yaptırmak bana nasip olmuştu. Üzülmekle beraber, dinî görevimi yerine getirdim huzuruyla Kadıköy'e dönmüştük