Oysa aslında, bu gün bir ateş de içimiz de yanmalı, belki de bu gece sabaha kadar hiç uyumamalıyız. Onlar idam sehpasına götürülürken, yüreğimizle yanlarında olmalıyız.
Bu gece sabaha karşı yani 06 Mayıs 2013 de, üç fidanın idam edilişinin tam 41. yılı. Üç üniversite öğrencisinin acımasızca katledilişinin üzerinden yıllar geçti.
1980 darbesinin götürdükleri ayrı bir yere konulacak olursa, 1972-1979 yılları arası Türkiye çok sancılı yıllar yaşamıştı.
Bu dönemde yüzlerce öğrenci, işçi, asker, polis öldürüldü. Olaylarda öldürülen vatandaş sayımız 3500 ü geçmişti. Tabi bir de bu rakamdan daha fazla sakat kalanlar var.
O dönemin gençlerinden biriydim ben. Hiç iyi bir öğrencilik dönemi yaşamadım. Üniversite yıllarında sabah okuldaysam, öğleden sonra adliyedeydim.
Adliyeye gitmek için mutlaka bir suçumuz da olması gerekmezdi. İki kişi kavga etse sınıfın tamamını alıp götürürlerdi. Ama bizler bir uğraş verdik. İşkenceler gördük yılmadık. Genç yaşta olgunlaştık.
Gün geldi insanlar öz kardeşini ideolojik nedenlere vurdu ülkemizde. Gün geldi babalar evlatlarını reddetti. Ama bir idealimiz vardı. Hiçbir şey bizi yolumuzdan döndüremedi.
Hiçbir zaman bu vatanı bölmeyi parçalamayı düşünmedik. Belki zaman zaman yanıldık, farkında olmadan birilerinin maşası olduk. Ama hiçbir zaman vatan haini olmadık.
Deniz, Yusuf, Hüseyin; Onlarda bizlerden birileriydi. Tek farkımız onların lider vasıfları olmasıydı. Bilinçli, aydın, kararlı üç fidandı onlar…
Bu topraklar üzerinde yaşayan, idealleri olan, Mustafa Kemal’in yolundan giden, Amerikan emperyalizmine karşı duran üç fidan… Hiç kimseyi öldürmeyen üç ana kuzusu. Sadece bu ülke için bir şeyler yapmaya çalışan üç genç… İnançları için gözlerini kırpmadan canlarını veren üç Cumhuriyet çocuğu.
Peki öyleyse neden öldürdük? Neden acımasızca astık onları?
O yıllarda rahmetli babam Öğrenci olaylarına karşı olmasına rağmen gerçeği görebilmiş ve “Gün gelecek bu üç genç halk kahramanı olacak” Diye söylemişti. Aslında sadece benim babam değildi elbette gerçeği gören. Onlar idam edilirken gıkını bile çıkarmayan toplumun her kesiminden insanlar da belki aynı düşüncedeydiler. Ama hiç kimse düşündüklerini söylememişti.
Anneler, babalar emperyalizmin batağında boğulan çocuklarını, kucaklayıp kurtaramadılar…
Mavi bir ölüm oldu onların yaşamları, mavi bir ölümdü çünkü; son ana kadar idealleri ve vatanları uğruna en ufak taviz vermediler.
O gün yine insanlar işlerine gittiler, aşıklar parklarda gezdiler. Çocuklar yine oyun oynadı sokaklarda. Yine pazarlar kuruldu. Yine çarşılar da alışveriş etti insanlar. Çoğumuz üç gencecik delikanlının katledildiğinin farkında bile olmadık.
Doğa ananın yasalarına göre ilk bahar bitmiş yaz geliyordu. Onlar ne baharı, ne de yazı göremediler. Suçları ise bu gezegenin en güzel parçasını, gelecek nesillere kirli ve çirkin bırakmama hayalleriydi.
Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk bu güzel vatanı, Türk gençliğine bir hitabe ile emanet etmişti:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır”
O kıydığımız üç can ve onların yolundan gidenler; yukarıdaki sözlerle başlayan, Cumhuriyetimiz’ in kurucusunun kendilerine hitabından hareketle ihanet içinde bulunan dahili ve hariciye karşı bir dik duruş sergilemişlerdi.
Şimdi bir de günümüze bakalım; 1990 yılından bu güne kadar, PKK terörü ile kırk bine yakın şehit verdik.
Türk, kürt diye bir birimize düşürüldük. Hani belki olması gerekendi ama nasıl olsa idam cezasını da kaldırarak, üç fidanı darağacına gönderen, Türk Ceza Kanununun da elini kolunu bağladık. Bu kadar insanın katilini, söz de hapsederek cezalandırdık. Bir bebek katilini neredeyse lüks denebilecek hücresinde yıllardır besliyoruz.
Peki öyleyse neden öldürdük o üç genci ? Neden acımasızca astık onları? Bu gün yaptığımız mı doğru? Yoksa o zaman mı doğru yapmıştık?
Beş Mayıs 2013 gecesinden, altı Mayıs 2013 sabahına, Yarımca/KOCAELİ
Mehmet Fikret ÜNALAN