Yüreğimin tamirhanesinde,
Eksiğimi tamamlar
gibi,
Uzun uzun
düşündüm.
Bütün isyanlarımı
seferber ettim,
Hüznün alfabesini
ezberledi dudaklarım.
Elim kaç kere
gitti geldi kaleme,
Kırılmayı düşleyen
kurşunlar döküldü her defasında,
Özlemlere belenen
heyecanım,
Dizgin vurdu
öfkeme…
Sureti karanlığa
gizlenmiş,
Azrail’in gölgesinin
düştüğü,
Hangi ölüm
anlatır bizi.
Bir şarkının
notalarında inleye inleye,
İçimizde kaybolup
giden tutkulardan,
Arınmış, paramparça
olmuş, dağılmışken,
Kuyruksuz
uçurtmalar gibiydik her bir yere savrulan…
Sonsuzluğa uyanan
ölümün kapılarında,
Kefenini giyen
sözcükleri yatırdım musallaya.
Mesela kendine
küsmüş mısralardan,
Sahipsiz
replikler hazırlıyorum kendime.
Bazen soğuk
tebessümlere,
Bazen sessizliğe
sığınarak,
Gözyaşlarımı gizliyorum.
En güzeli ne
biliyor musun?
Karanlığa
bulanıyor bakışlarım
Ve hiç kimse
bilmiyor, ağlıyorum…
Çırılçıplak bir
cinneti giyinir avurtlarım,
Caddeleri sessizliğe
bürüyen sirenlerin altından,
Meryem’in
imdadına koşar gibi geçerim.
Hayatı her şeye
rağmen,
Bir gerdan gibi
takıyorum bağrıma.
Kendiyle söyleşiyor
şiirlerim,
Kendiyle didişiyor,
Kendiyle
uğraşıyor,
Sanki hayat
kolaymış gibi…
Harfleri buz
tutmuş,
Bölünmüş bir
takvimde,
Yirmi beş mayıs
diyor tarih.
Mevsimler sana küsmüş,
Cinnetini sever
olmuş hezeyanlarım,
Ben hala gözlerinin Bismillahındayım,
Geçmişin hatıralarına
imza atmamıştım bu kadar,
Yüreğinin coğrafyasında
oyalandıkça,
Vazgeçemiyor yine
de yüreğim zehir aşkından.
Uzun bir ”Do”
çalıyor yan taraftan Fazıl Say,
Kalakalıyorum,
Soğuk bir
tebessüm bırakırken kalbime bakışların,
Yusuf’un yırtılan
gömleğinde
Kendimi arıyorum…
Âdem Efiloğlu