Ne efsunlu bir sessizliktir bu, düşlerimizi birbirine kenetleyen, arşa yükselten
Tabutta binlerce çivi olsa an, uzanırım yeniden hayata seninle yüksünmeden
Gelecek ile geçmiş birbirine kenetlensin, ben sırma gülüşlerini sobelemeden
Seni çiziyorum dağa, taşa, sulara, aşk bizden gitmez sevdam, biz istemeden
Aşınmış, kendi dalına asılmış, kayalara çarparak zerrelere karışmış bir dokunuşun çentiğidir hayat, kahırlı bir rüzgâr belirler akıbetimizi. Kahrettiğimiz bir yalnızlıktır yüreğimizdeki asil sızımız, eskimiş kaplardan yudumlarız hüzünlenince yaşam şıramızı. Kamarasında günlükler taşıyan sevda bandıralı gemilerin uzak okyanuslara çıktığı seferlerden hüzünle dönmesi de bundandır. Çağlar aşarken, güneşleri ceplerimizde taşırken ve sevgilerin zindanlarında yaşarken bir bekleyiş türküsü yakar, tarumar eder seven yüreklerimizi.
Asil rastlantılar kitaplığından sevimli öyküler seçiyorum, aşikâre mutlulukların gözyaşları damlıyor aşkın günlüğüne. Tadına varılmamış anların şahidiymiş kâinat, bir adamın muradını emziriyor bir kadın, günler dikilirken tersine. Toprak doğuruyor sevda, ellerinde üşümüyor artık gül, mavi sıyrık bir yaraca tutunurken tene. Kalp sığmıyor kafese, şarkılar dilde mey. Ağrıyla demleniyor hüzzam öpüşler, kıymık çığlıkla yapışıyor bedene. Masal ekin dostlar yüreklere, iki kişilik düşler yeter insanca büyütmeye.
Enjeksiyon kokulu yataklara çöreklenirdi hüzzam bir ayrılık yeli, ağrıyla örselenen bedenler toprağa verilince. Geride kalanla başını alıp gidenin öyküsüydü hayat, dilde kavrulurdu hatıralar ve ipe çekilirdi hep pişmanlıklar. Çerçevelerde kalan yüzleri okşardı biçare gözler, titrek eller kendi içine asi bir yumrukça çöreklenirdi. Uzak dağlarda düğünler olurdu, cılız bir ağaç gölgeliğinde aşk halaylara dururdu. Yorgun topuklarımız hayatı adımlar iken o dağlardan ölülerin ruhunu yıkayan sular akar gelir ellerimizi bulurdu. Aşk ve sevda sevişirdi sıvası dökük odalarda, aşk alacağını alır çekilir, sevda seven dillerin en anlamlı türküsü olurdu.
Zorlu mevsim döngüleriyle şaşkınlıkta şu kocaman küre, yaz kışa karıştı, bahar durmaz oldu dilde. Korkaklar kazan kaynatıyor sokaklarda, cesurlar cirit atar iken haram masallarda. Yaşamak fısıltıyla örülüyor serkeş tenlere, üşüyor ruhumuz devrik şişelerde. Kuruyor ağaçlar, sökülüyor anlar ve kinle aşılanıyor tohumlar. Aşk kayıp bir ülke nicedir, değerini eski plaklarda arıyor çoktan unuttuğumuz şarkılar.
Hüzünle yüz yüze kalmalarımızda parlak bir gökyüzünün suskun ışıklarıyla ovarız yüreğimizin güneşli rengini. Kendi içine sarkmış bir özlemin nadide duruşmalarında gönlümüz şiir nehirlerinden denizleri bulur ve çekingen bir ses içimizi doldurur. Sırata uzak durur yıldızlar, hatırlandıkça kendi kabımıza dolar, göğsümüzdeki elim ağrılarla yanaklarımızdaki izlere güllerin kokusu çarpar. Akar şiir, akar söz, yine bir düşün koynunda inadına sabahlar.
Yürek bekleyişlerinin o dar odasında, içimizin ılıman mevsimlerinden bir buz dağına tırmanırız, hayata inat, yaşamaya ole demek için. Hep birileri bekler kapının ardında, ya da kaf dağının öte yamacında. Uzun bir bekleyiş öyküsüdür aslında hayat ve biz o bekleyişlerin içerisinde var olan yürek havarileriyiz. Ne yana gittiğimiz değil, bazen nereden geldiğimizi öğrenmek isteriz. Ruhumuzun kılı kırk yaran düşünüş odalarında bir iki bozuk cümle, birkaç yırtık parça gibi bir yerlere dikilmeyi bekleriz.
Hangi yemini iliklediysek bağrından, kopardı düğmelerimizi akıtarak gözyaşlarımızı kahrından. Musallaya yatırdığımız gülüşlerimiz üşüdü, dualarımızı kuşlar uzak ülkelere götürdü. O göçmen yalnızlığımızın satır aralarına hapsettik öpüşlerimizi, şarkılar bizi çağırdı koynuna, sarıldıkça ellerimiz yorgunluğumuzu bölüştü.
Kavgayla kınından sıyrılan sözlerin çelişkili coğrafyasına akşamın ruhu çöküyor, telaşı emziriyor insanlar. Yapışkan düşünüşlerin rüzgârlı penceresinden uzak çöllere bakıyor aşk, serin bir yel saçlarını okşuyor. Dağlar ufalanıyor seni özledikçe, usumdaki yangınlar, ruhumdaki talanlar ve senli anların satır aralarında sevda üşüyor.
Kendini aynalarda arayan düşlerin uzak sırrında hayat kıpırtıyla oynaşıyor sularda. Dudak eş arar iken kendine ben uçuklarını ayıklıyorum yorgun yüreğimin. Hayallerin sevişmesi var kırık masalarda, kadeh sızıyla kanıyor. Mağrur bir düşün ruletiymiş yaşamak, tetikte parmak kangren olmuş basmıyor. Sular akıyor gecemin savaklarından nicedir, ruhum sıvasız odalarda yalnızlık şarkılarıyla demleniyor.
Suskun dilimizin yırtık çığlıklarına düşlerimizi çağırınca izleriz gökyüzünden denizin derin gizemlerini. Koyu bir şafakta taşın sesini dinleriz, son ışıklar çekilene kadar ömrümüzden hüznü yazarız şiirlerimize. Kendi bileklerimizdeki kulaçlarla o yaşam kulesine varınca duyulmaz olur dalganın sahile vuran sesi. Bir eldir tutmak istediğimiz ve bir bedendir sarılmayı beklediğimiz, ateş kendi içinde yanar durmadan, çileyle örülmüş bir yaşamın son deminde yanağımızdaki gülücüklerle ‘hayata’ deriz.
Her güne karanlığın korkusuyla uyanırız, göğsümüzde bir su damlası olur hayat. Saatler fırıldak gibi akar tersine ve nehirler alır götürür bizi kendimizden ötelere. Geriye döndüğümüzde ilişir gözlerimiz sarı duvarlardaki saatlere ve işte o an sorarız 'kendimiz için ne yaşadık'! diye…
Hikâyesi: Gecikmiş bir bahar ıslığı vurur dudaklarımıza arada bir, üşümüş devinimlerimizin raylarından akarken hıçkırıklar yüreğimize.
Gökyüzü ne renk, avuçlarımızdaki nasırlar ne pektir düşünmeyiz. İç sesimizin kıyılarına rüzgâr diler, henüz uğurlayamadığımız terli bir yazın ardına takılarak içimizi üşüten zemheriyi kovmak isteriz.
Dudaklarımız kuru, ruhumuz alabildiğine dolu ve ömrümüz aşkın bahçelerinde i-na-dı-na dorudur. O şahlanışla, o sarıp sarmalanışla biz suskularda bile umudu hayal ederiz.
Selahattin YETGİN