Bir zamanlar canlı bir bitkinin organları olan yapraklar,
hayat damarlarından koparılmış, güneş ısısında yarı öldürülmüş, ve çelik soğuk
öğütücülerden geçirilerek parçalara ayrılmışlardı. Parçalanan cesetleri, kalın
kabuklu iri bir bitkinin varlığının değiştirilmesinden elde edilen ince kağıtlara
sarılıp istiflenerek, kendilerine akraba paketlere sokuldu.
Evren ölçeğinde, dönüp duran ve kendine göre hareket eden bir
çok küçük kum taneciğinin üstünde, dönüp duran tekerleri olan çok çok çok küçük
bir kamyonun içinde, sözde bir yerden, çooook uzak bir yere nakledildiler.
Bir büfenin, güneş ışınlarının süzüldüğü, kumdan devşirme
vitrin camının ardından onları alan el, başka bir ele verdiğinde, alan elin
diğer elinde, verdiği elden gelen bir başka kağıt parçacığı vardı. Paketi alan,
bir zamanlar yaşayan varlık kategorisine erişmiş atomlardan oluşan kağıdını
yırtıp, onlardan birini çıkardığında, hala yaşayıp yaşamadıklarından ve
içlerinden çıkan şekillendirilmiş, karma bitkiler kırması kağıt ve tütün
sarmalının başına geleceklerden idraksizdiler. Adam, yine geçmişi eski bir
canlı olan ince odunu, pürüzlü madde yığınına sürttürüp ateşlediğinde, içlerini
bir korku kapladı. Ama bu ince odunun taşıdığı ateşle yanan arkadaşları,
varlığın duman boyutuna ruhunu taşırken, o kadar üzgün değildi. Varlığının bir kısmı,
süngerimsi yumuşak canlı dokulara yapışmış, bir kısmı sonsuz büyük boşluğun
havasına dağılmış, süzülüyordu.
Ve o zaman dediler ki: “Yerimiz sonsuz büyük boşluk mu,
yumuşak canlı doku mu? Varlığımız, bizimle ve tenlerimizle aynı hamurdan olan
bu pakette tutuklu mu? Biz varsak, nerde varız? Biz bizsek, neden ayrıyız?
Yaşıyorsak Canlı’ dan mıyız? Yoksa(k), O’nda mı varımız?