Köyler, en küçük kabilelerdi. İnsanların geçim sıkıntıları ve terör gibi
nedenlerle şehirlere göç başladı. İşçilikten başka ellerinden bir şey gelmeyen bu
kişiler şehirlerde en zor işlerde çalıştılar. Bu insanların çocukları
üniversitede okudular, yurt dışı gördüler, en iyi meslekleri edindiler,
siyasete girdiler. Ebeveynlerinin köylü gelenek ve göreneklerinden çok farklı
bir yaşama, şehir yaşamına monte edildiler. Ekonomik imkânlarından dolayı, köyde
kalan akrabaları ile karşılıklı olarak gidip gelmediler. Sonradan gelen nesil
böylece akrabalık ilişkileri yönünden birbirlerine zamanla yabancı oldular. Ne
köy kaldı, nede akrabalık ve o kabileler dağıldı. Aynı dili konuşamayan bir
şehir hayatının içinde çoğaldılar ve çokluğun içinde eriyip gittiler.
Günümüz Türkiye’sinde gelinen nokta işte budur. Kabile-köy hayatı bitmiş,
komşunun komşuyu tanımadığı, sokağa çıkınca kimsenin kimseye selam vermediği,
iş yerinde soğuk rüzgârların estiği resmiyet şekliyle; insanlık ve paylaşımın
ölmek üzere olduğu şehir hayatı yaygınlaştı.
İnsanların, daima parasal değerlerin ve lüksün peşinde olduğu, hani adet yerini
bulsun dercesine çocuk ve ailenin tesis edildiği, aile toplantılarının bile bir
iş yemeği haline dönüştüğü, kim akıllıysa veya becerikliyse o kazanır ve yer
pastayı dercesine basit bir kazanç paylaşımının yaşatıldığı, bu şehir yaşamı
inşa edildi.
Oysa geleneksel yaşamımız, orta Asya’dan beri küçük topluluklar içinde acıyı da
tatlıyı da paylaşarak süregelmiştir. Bize bu şehir yaşamı bir zehir etkisinde,
adeta toplumsal yozlaşmayı-ölümü yaşatmaktadır, tıpkı organik-inorganik
tartışması ve gerçeğinde olduğu gibi. Köroğlu’nun dediği “ silah icat oldu
metlik bozuldu” beytini “ Şehire göçüldü mertlik bozuldu” gibi değiştirerek,
aynı ifadenin günümüzde devam ettiğini görmekteyiz…
Bu durumdan kurtulmanın tek çaresi insanların akrabalarını araştırması, onlara
ulaşması, geçim denilen canavara aldırış etmeden reel görüşmenin sağlanmasıdır.
Ahlaki ve dini bağlantıların yeniden canlanması için bu şarttır. Biz duygusal
bir toplumuz. Ne kadar mekanik düşünsek de özümüzde bunu reddeden bir genetik
yapımız mevcuttur. İnsan hasta olduğunda, çaresiz kaldığında, bir dostta
ihtiyacı olduğunda, şehirlerde kimseye güvenemez hale gelinmiştir. Komünizm
dönemlerinde kimsenin kimseyi tanımadığı inşa edilen devasa binalar yeniden
hortlamış, sanki hücre evlerini andıran hapishane hayatı ruhumuza azap verir
hale gelmiştir.
Özünü unutmuş bir nesil yerine, kendi geçmişine sadık ve onu canlandıran bir
neslin yeninde doğması amacı hem dinidir hem de millidir. Eğer refah seviyesi
yüksek bir toplum istiyorsak ve ülkemizin bölünmesine karşıysak, geçmişimize ve
tarihimize sahip çıkmalıyız. Birbirimize bu şuur ile güçlüce kenetlemiş,
Peygamber efendimizin askerlerinden birisi gibi yetişen vatan evlatlarının varlığının
idraki ve temennisiyle Kutlu doğum haftanızı kutluyorum. Geçmişte ne zorluklara
göğüs gererek ve Allah rızası için savaşarak atalarımızın bize bıraktıkları
mirasa yeniden sahiplenecek altın nesile ihtiyacımız var.
Saffet Kuramaz