tırnaklarını yiyor sarışın bir sonbahar
soluk benizli bir eylül vasiyetini yazdırıyor göçmen kuşlara
havada zift gibi ayrılık kokusu
senaryosu bilinen bir film gibi
her şey olması gerektiği gibi oluyor
kadrajda bir masa
masada sigaran çakmağın ve iki soğuk çay
bir ceset gibi uzanmış yatıyor aramızda ayrılık
birazdan kopacak fırtınayı biliyor
o yaşlı garson
birkaç saniye sonra kül tablasında hırsla eziyorsun sigaranı
“vedaları sevmem” diyorsun usulca
telaşlı bir yolcu gibi hızla kalkıyorsun masadan
birden kül rengi şiirler uçuşuyor sağa sola
ağır yaralı bir şarkı dökülüyor müzik kutusundan
tarifi imkansız bir acı çapraz ateşte yağıyor üstüme
sanki pençe atıyor göğsüme vahşi kuşlar
balistikte belirleniyor
katilim sensin
sana ait, göğsümden çıkan kurşunlar
gidiyorsun
son bir kez bile dönüp bakmadan
yazılacak bütün şiirler yazıldı
konuşulacak hiçbir şey kalmadı dercesine gidiyorsun
gidiyorsun işte…
denize küsmüş martılar gibi sessizce
dudaklarımdan derin bir inilti gibi bir ahh dökülüyor
özlemin daha şimdiden sızlıyor içimde
senin yerine koyacağım biri yok işte
yok bende
hadi git
kalmak için binlerce neden varken
gitmek için bir sebep bul da git
kurusun gözlerimdeki bu nem
bayram yerine dönsün
deprem üstüne deprem yaşayan düş ülkem
belki de yeni hayat fışkırır beni attığın bu kör kuyudan
bu karanlık zindana güneş doğar
seni sevdiğim kadar birini severim
can gelir gülmeyi unutturdu ğun gözlerime
çocuklar gibi bende gülerim
kim bilir belki de bu son çırpınışım
kim bilir belki bu son şiir
bir türkü gibi göçüp gideceğim bu dünyadan
belki bu son nefes alışım
belki birazdan…