Sene yetmişli yıllar… Apartmanda oturmak, telefon sahibi olmak, araba ile sükse yapmak, İspanyol paça giymek, saçları hiç kestirmeden, yıkanmadan yaşamak-hippi gibi ve dahası yaşamın tablosuna sığan olmazsa olmazlardı. Bodrum katta, iki oda bir salon evde oturuyorduk. Hatta küçük birde balkonu vardı, yerden iki metre kadar yukarıda idi. Evin çıkış kapısının sol tarafında bir kömürlüğümüz vardı. O yıllarda apartmanlarda her dairenin bir kömürlüğü olurdu, kapısı derme çatma kapıdan, anahtarı kalın bir demir parçasıyla kapanan basit bir mekanizmaya sahipti. Eğer kömürlüğün lambası olmasa bir mezarlığa girmiş hissi verirdi, kapkaranlıktı.
Aslında hem apartman hemde kaloriferli bir dairede oturmak gerçek orta direk zenginlikti. İnsanların bir gecede inşa ettikleri evlere gecekondu derlerdi. Tapusu olmayan, devlet arazisi üzerine yapılırdı. Topraktan yapılmış duvarları, tahta ile kapatılmış çatısı, badana kokusu duvarları, evde dolaşan lağım fareleri, sıçanları, geceleri rahat vermeyen tahta kuruları… Her olumsuzluğa rağmen evdi işte, buna da şükredilirdi…
Kış geldi mi, şehri saran karbon monoksit gazlı dumandan göz gözü görmezdi. Soğuk dondururken, bu gazda nefes aldırmazdı… Bacalar temizlenir, evlere sobalar kurulurdu. Ardiye denen yerlere gidilir odun alınırdı. Parası olan yarım-bir ton odun, olmayan elli-yüz kilo odun alırdı. Bir pikapla odun eve gelir ve aile fertleri tarafından kömürlüğe taşınırdı. Kömürlükte yer kalsın diye özenle dizilir, adeta sanat eseri gibi yer işgal ederdi. O zaman kömür-kara elmas, belediyeden satın alınırdı. Belediye kömür geleceği günü fatura ederek verir ve o gün de eve gelirdi. En ucuzu tozlu linyitti. fakirin kömürüydü. yandığı zaman geceleri korkuyla yatılırdı, “Ya zehirlerse…” en iyi kömür ve pahalı olanı taş kömürüydü. Onu da almak kolay değildi. Dedim ya Orta direğin kömürüydü.
Rahmetli annem sabah erken kalkar, salonun ortasındaki sobayı yakar, kömür tava geldiğinde bizi uyandırırdı. Sobanın altına inen yanmış kömür parçaları üzerine sucuklar konur ve ekmek arası çayla doyumsuz yerdik. Sobanın üstüne bayatlamış ekmekler maşanın üzerine dizilir, marka ismi “Alemdar Yağ” denilen tereyağ sürülürdü süzme bal ile… Biz çocuklar sonra okula, babamsa işe giderdi. Akşamları sobanın üstüne patates, kestane konur ve kebabını zevkle yerdik. Paramız varsa et alır o sobanın yanmış ateşinde kebap da yapardık. Kara elmas yanar, evin içinde saltanatını sürer, dışında ise, zehir saçardı. İnsanın iki yüzlülüğüne benzeyen içi başka dışı başka performans sergilerdi.
Hep o çocukluk yıllarında, Kara Elmas’tan nasıl kurtuluruz diye hayal ederdim. Çünkü eve gelse, hamal gibi kömürlüğe bende taşırdım. Kömürlükten sobaya elimde kova her gün rutin işim olurdu. Sonra ise külleri, yanmış kovayı çöplüğe taşı ve o soğukta temizliğini yap işte… Kara elmas bu yüzden çok zahmetliydi… Yıllar sonra hayallerim gerçek oldu. Şimdi evim bir sitede ve ortak ısınma sistemi ile ısınıyor. Evde mangal yakmak mümkün değil, sucuğu yağda ocakta pişiriyoruz. Ne bayat ekmeği doğal ateşte ısıtıyorum nede o Alemdar Yağ var. Evim sıcacık ama çöl sıcaklığı gibi sadece yakıyor işte… O fakirliğin içinde kara elmas ile yaşamak ne güzelmiş demek geliyor içimden. O günleri özlüyorum desem yeridir… Ha birde o gecekondular villa oldular… Kara elmas değilde hanımların parmaklarını saran elmaslar var artık. Işılıyor onun gibi ama odayı ısıtmıyor, cepleri yakıyor.
Saffet Kuramaz