Ey ay! Çık bu gece
semaya, bulutlarını dağıt şu yüce Harput'un, yüzünü göster cana. Benim gibi
karanlık olma, içini ayrılıkla boğma, aydınlığa doğma! Sana şiirler yazılır,
geceye dair umutlar beslenir seninle, acılar bir nebzede olsa azalır, çileler
az da olsa çekilir hale gelir. Dağıt Harput'un başındaki dumanları, erit karlı
dağları... Çık bu gece, derdim çok. Senden yardım istiyorum acele.
Harput'tayım, en zirvede! Zirvedekiler yalnız olur hep. Dağın başındaki
ağaç, uçurumun kenarındaki çiçek, göğün tepesindeki yıldız... Ve sensizliğin
dibindeki ben... Bir de çöllerde derviş, kalabalıklarda münzevi, akıllılar
ülkesinde meczub...
Dertleşiyordum kendimle bir
akşamüstü Harput'tan şehre bakarken. Akşamın
kızıllığı Şehr-i Aziz'i sarıp sarmalamıştı. Bir goncanın kırmızıya dönmeden
önceki haline benziyordu Şehri Aziz. Evler bu kızıllığın içinde birer uzun ağaç
gibi duruyordu. Uzayıp giden ışıklar vardı, birer kırmızı yılan gibi kıvrılıp
giden... Kızıllaşan bir orman gibi duruyordu şehir. Bir yakut gibiydi Harput'a
tırmanan araçlar. Yokluğundan dolayı ağlamaktan gözlerim mi kırmızılaşmıştı
yoksa sahiden güneşin kızıllığı mıydı bu gördüğüm? Bilmiyorum. Elimde tavşan
kanı bir çay, karşımda kırmızının binbir tonunda Şehri Aziz!
Kan damlıyordu geceye gözlerimden,
hayat mı başlıyordu bu gece, hayat mı sona eriyordu? Bayat hislerle çıkmıyordum
karşına senin, taraveti kendisinde saklı olan hislerle karşındaydım. Acılarım
dahi taptaze, hüzünlerim, sensizliğim...
Ah be Aziz Şehir! Sana Harput'tan
hüzünle bakmak... Hüzünlü yüzle Harput'tan sana bakmak... Mağrur bir kartal
gibiydim ama kalbi yaralıydım, havalıydım ama bahtı karalıydım da! Kim bu adam
diye soracak olurlarsa sana, sadece geçmişten gelen bir ses, bir gölge demen
yeterli... Beni aşikar etmene gerek yok. Sen zaten bende ayyuka çıkmışsın. Beni
değil seni bilsinler. Sensiz beni hiç bilmesinler ve de bulmasınlar.
"Unutmak
mümkün değil!" diye haykırıyordum şehrin üstüne. İçkiyi
fazlaca kaçırmış bir adamın sancıları gibiydi halim: kusup rahatlayacaktım her
şeyi: ayrılığı, kahrı, zahmı... Kara bir bulut gibiydim, yağıyordum hüzün hüzün
her noktasına şehrin. Islanmadık yeri kalmıyordu sokakların, hüznümün
büyüklüğünü ve şiddetini görün. Öfkem kara bir rüzgar gibi uğulduyordu ve
Harput'tan şehre iniyordu büyük bir hızla, dalları kırıyordu, tozu dumana
katıyordu. Ve can sandalım yaratmış olduğum rüzgarla salınıyordu. Kalpte
başlayan fırtınalara dağ mı dayanır Allah aşkına? Ayrılık ateşiyle kor olmuş
ruhlar, kışa eyvallah mı der?
Kim bu denli dert tutmuş adam? İçi
hüzünle sarılmış, gözleri bulutla donanmış ve sözleri hasretle yanmış bu adam
kim? Ve bunu sana yapan kim ey hüzün
bakışlı adam? Hangi dilber, hangi ceylan, hangi fettan, hangi afeti devran?
Davran gözyaşlarına, haydi! Ağla ağlayabildiğin kadar... Harput'un başını kara
kara bulutlar sarmış, Kömürhan'ın gözlerine kara sular inmiş. Kim ağlamış, kim
inlemiş ayırdına varmamış hiçbir kimse!
Unutmak lügatimden silinmiş bir
kelimeydi. Unutulabilirdim ama unutamazdım. Silinebilirdim kalpten ama asla
kalbimdekini silemezdim. O yâr alınyazımdı silinmez kalemle yazılmıştı ve
çekilmez olan her şeyi bana çektirmişti.
Ey Harput! At beni aşağılara kalenden!
Kemiğimi un ufak et! Etimi cımbızla ve at kurda kuşa! Bir şehir kahrıma şahit
oluyor ve beni mahcup ediyordu.
Çaycı! Sade dem olsun çayım, şeker
kalsın. Bir ömür boyu o yârin hayali gelecek gözlerimin önüne, şeker miktarım
onunla dolu her hücremde. Acısı içime işlesin kaçağın, doldur en koyusundan. Acı
üstüne acı olur mu diye sorarsanız eğer şunu derim cevaben: Sillesini öyle
bir yedim ki aşkın, diğer bütün
silleler o sillenin yanında gül
dokunuşudur tenime. Kaybedecek neyim kaldı ki o gittikten sonra? Kimim var ki
kapısına sığınacağım? Kırlangıç yüreğim ayazda... Uçmak için sana ihtiyacım
var, kanatlara... Ve sen bal gibi de yoksun.
Sen özgür yanım, maviliğim,
papatyaya vurulmuşluğum,
delişmenliğim... Hesapsız kitapsız durmuşluğum, sensiz kudurmuşluğum...
Ey Aziz Şehir! Onsuz içtiğim su bile
zehir... Aguşunu açıp beklemiyor o yâr, ağusunu hazırlamış bekliyor. Bana zehir
oluyor ben ona panzehirdim oysa!
"Unutmak
mümkün mü seni Papatya'm!"
Bunu
dilime doladım, hafızama kazıdım.Harput'un eteğine yazdım. Şehrin
neresinden bakarsanız bakın gözünüze ilişecektir. Şehrin gerdanına dizilmiş bir
sitem cümlesidir yazdığım, minarelerine çekilmiş mahyadır.
Bir şehirde papatya açmazsa o şehir
yaşanılmaz olur emin olun. Bir kalpte papatya yoksa o kalp ölü bir kalptir ve
bir tene papatya kokusu sinmemişse o ten sadece etten ibarettir.
Ey sevgili, yüreğime mühür olarak
bastım seni.
Ey sevgili, göğsüme vurulan dağsın,
bu yüzden dağ yükünü çekiyorum yüreğimde.
Kendimi saldım Harput'tan aşağı. Bir
kağıt parçası gibi uçtum, bir saman çöpü gibi. Gahi uçurtma oldum gahi kuş... Dalına takıldım
hasretin, ocağına düştüm ayrılığın. Bir tek o yârin nasibine isabet etmedim. Bir
tek onun aguşuna düşmedim, kucağına... Ve adım gibi biliyorum ki o yâr: "Aguşunu açıp beklemiyor beni, ağusunu
hazırlamış bekliyor."