Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu… Dışarı çıkmak, yürümek imkânsız gibiydi. Yoldaki akıntıyı görünce, korku veren bu doğa olayı ister istemez onu eve bağlıyordu onu. Kim bilir uzun zaman sürse, Nuh Tufanını tekrar yaşatacak hali hissettiriyordu. Dualar dilinde, nefsi yaratanına bu korkuyla ister istemez teslim oluyordu. Elektrik kesilmiş, telefon çalışmaz olmuş, Televizyonun görüntüsü bozulmuştu. “Radyo olsaydı keşke!” diyordu, Şaban efendi… O gün Ramazan’la buluşmaya karar vermişlerdi. Bu buluşmadan o kadar çok emindiler ki, zaman ve mekânda aynı yer içinde karar kılmışlar, bir kafede acı kahve içip, dertleşeceklerdi. “Gaybı-Geleceği bilen Rabbim”, diyordu Şaban. “Allah’ın izniyle demeliydik. İşte, yağmur yağmış, görüşmek kesin derken, evde kala kaldık!” Evde yalnızdı. Üç sene önce bir trafik kazası sonucu, annesi, babası ve eşi ölmüş, kendisi de uzun tedaviler sonucunda inatla hayata tutunmuştu.
Emekli olmuş, Bodrum’a yerleşmişti. Burada denizi tepeden gören bir mevkiden ev almış, küçük bahçesiyle uğraşır olmuş, ara sıra deniz kenarında yürümek alışkanlığa dönüşmüştü. Artık gece ve gündüzün onun için bir anlamı yoktu. Her görüntü onu geçmişe götürüyor, geri dönülmez karanlığı tekrar tekrar yaşatıyordu. İradesinin üstünde bir irade vardı ve elinden bir şey gelmiyordu. Yaşayan canlı için hayat devam ediyor, yeniliyor ve içiliyordu. Rızkın peşine yeniden düşülüyordu. Ne intihar etmek bir çözümdü ne de isyan ile yaşamak. Elimizden gelen her şeyi yapıp, yapamadığımız andan sonra illaki olacak diye onda ısrar etmeyip, tevekkül etmekten başka da çare yoktu işte, diye kendini teselli ediyordu…
Bir kardeşi vardı. O da çok hayırsızdı. İşi düşse arar, hal hatır bile sormadan, sıkıntılı mevzusunu hemen açar ve neyse istediğini ister, eğer istediğini alamazsa ona bağırır, çağırır, küfreder, uzun sürede artık aramazdı. Yeğenleri büyümüş ama onlarda anne ve babaları gibi, onu ne ararlardı ne de hal hatır sorarlardı. Yalnızdı. Ama çevresinde yeni arkadaşları da olmuştu, Ramazan onlardan biriydi… Onu çok seviyordu. O da yalnızdı. Hiç evlenmemişti. Bodrum’da doğmuş ve oranın yerlisiydi. Saçı ve sakalı değişik bir karizma veriyordu bakana. Ama hayatı hakkında çok şey bilmiyordu, oda anlatmıyordu. Onun içinde sorun da değildi. Her şey emanet değil miydi? Bilsek ne olacaktı bilmesek de… diyen bir hayat felsefesi vardı. Ramazan balıkçılık yapardı. Küçük bir motoru vardı. Her gün avlanır, ağına takılan balıkların birazını satar birazını da kendisi yerdi. Tipik bir Bodrum insanıydı işte…
Yağmur tüm hızıyla yağıyordu. İçinden, “Denize açıldıysa, ne durumdadır şimdi acaba? Denizde de dalga da vardır!” diyor, oldukça endişe ediyordu. Aklında ne dua varsa, ediyor ve arkadaşının durumunu merak ediyordu. Pencerenin kenarında, yolda gittikçe yükselen suyu görüyor, arabaların sürüklendiğini ve içindekilerin telaş ve korkularını çok seçik olmasa da görüyordu. Hem malları hem de canları zarar görecekti belki de…
Yağmur iki gün boyunca yağdı. Öğleye doğru, bir gökkuşağı ile sona ermişti yağmur. Belediye yolları temizliyor ve zararın tespitini yapıyordu. Elektrik gelmiş, telefonlar çalışır olmuştu. Telefonla hemen Ramazan’ı aramıştı. Ama cevap veren yoktu. Hızlıca üstünü giyindi ve Ramazan’ın evine yöneldi. Fakat o da ne! Evin önünde büyük bir kalabalık ve ağlaşmalar vardı. Kalbini bir acı sardı ve korkuyla sordu, “ Ne oldu, bana anlatabilir misiniz?” Kalabalığın içinden yaşlı bir kadın yaşlı gözlerle anlatmaya başladı.
“İki gün önce Ramazan garibim denize balık avına gitmiş. Yağmur ve hava şartları yüzünden, motoru alabora olmuş. Bugün sabah cesedini kumsalda bulmuşlar. Biraz önce toprağa verdik!” demişti. Gözyaşına boğulmuştu. Hayatı hakkında bir şey bilmiyordu. Kime taziye yapacağını da! Mezarını sordu ve oraya yöneldi. Mezarında kimseler kalmamıştı. Bildiği duaları okudu. Ağladı, ağladı… Yine çok sevdiği ve bir yakını bildiği kişiyi, Ramazan’ı toprağa vermişti işte. Hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı ki, dikkatli bakınca ikinci yeni bir mezarın daha olduğunu gördü. O da yeniydi. “Bu kimdir ki acaba?” diyerek mezarı kontrol etmeye başladı. O da ne, Toprağın üzerine tahta bir levha koymuşlar ve üzerine mezarda yatan kişinin ismini yazmışlardı. “Recep!”
“Aman Allah’ım” dedi. Recep, çok sevdiği diğer arkadaşıydı. Ramazan ile ara sıra denize balığa birlikte giderlerdi. Evli, fakat çocuğu yoktu. Çok fakirdi ama öylesi Mütedeyyin yaşardı. Her zaman kendisine İslami konularda tavsiyede bulunur, bildiklerini anlatır, beraber çay içerlerdi. Ona da dua etti. Evine doğru yürümeye başladı. Evine ilk defa geliyordu. Etrafında küçük bahçe olan ve baraka görünümlü bir evdi burası. Kapıyı çaldı ama açan olmadı. Onu gören komşusu, “ Artık o evde kimse yaşamıyor. Boşuna çalma kapıyı’” Ne oldu dedi Şaban, “ Recep bey denizde boğulmuş, eşi haberini alınca delirdi adeta ve kendini denize bıraktı. Onu gören olmadı bir daha. Hala denizde arıyorlar. Umarım zavallıyı bulabilirler!” demişti. Şok olmuştur adeta. Gözlerini yıkadı ve kendi kendine mırıldandı, “Şaban, nedir bu yaşadıkların, kötü bir rüya ya da kâbus muydu, bunlar nedir ya…"
Recep’in eşinin denize atlayarak intihar ettiği yere geldi. Medya ve halk oradaydı. Herkes merakla bakıyor ve değişik yorumlar yapıyorlardı. Kaç saat olmuş bulamamışlardı zavallı kadını. Bu arama gece geç saatlere kadar devam etti. Ertesi gün sabah vakitlerinde, intihar edilen yerin nerdeyse 300-500 ilerisinde kumsalda cesedini bulmuşlar. Yıkanmış, kefenlenmiş ve eşinin yanına gömülmüş. Tüm defin işleriyle Şaban ilgilenmiş. Çünkü kimsesi yokmuş. Bütün bu işleri kendine vazife bilmiş ve üzüntüyle yapmış.
Hayatta yine yalnız kalmıştı. Kimseyle arkadaşlık da kuramıyordu artık. Korkuyordu, tanıdığı ve değer verdiği kişiler yine ölürse, artık buna dayanamam diyordu. Ramazan’ın ölümünden 1 ay sonra bir sabah vakti kapısının zili çalmıştı. İçinden “Kim gelir kim arar beni ki…” kapıyı merakla açtı. Karşısında genç ve güzel bir bayan duruyordu. Ona dikkatle bakıyordu.
“Siz Şaban Bey misiniz?”
“Evet, Ne oldu ki?”
“Eğer müsaitseniz size anlatacaklarım var. İçeri girebilir miyim?”
“Kusura bakmayın, şaşkınım. Elbette buyrun..”
Kadın içeri girmiş ve bir koltuğa oturmuştu. Yorgun ve üzgündü. Şaban yeni demlediği çaydan bir bardak çay ikram etti. Aç olup olmadığını sordu. Misafirdi sonuçta. Kızın elinde bir mektup vardı. Onu Şaban’a doğru uzattı. “ Lütfen okuyun!” dedi.
Şaban merakla okumaya başladı. Mektup, Ramazan tarafından kaleme alınmıştı. “… Bir gün bu mektubu aldığında, kızımı göreceksin karşında. Kendisi okumak üzere başka bir ilde yaşıyordu. Onun hakkında sana hiç bir bilgi vermedim. Bu konuda senden beni ayrıca affetmeni diliyorum. Onunla evlenmeni ve bir yuva kurmanı istiyorum. Bu seni şaşırtabilir ama bir süre önce seninle evlenmesi konusunda kızımla konuştum, onu ikna ettim ve bu karara birlikte vardık. Ben çok zengin biriyim aslında. Uzun uzun düşündüm ki, kızımın başına birçok kötü şey gelebilir bu zenginlik yüzünden de… Senden başkasına emanet edebileceğim ve güvenebileceğim kimsem de yok. Üstelik ne kadar acı dolu bir geçmişin olduğunu ve yaşadıklarını da biliyorum. Mutlu da olmanı bir dostun olarak arzuluyor ve istiyorum.
Sana evlenmedim dedim. Bu doğruydu ama evlilik dışı ilişkilerim oldu. Bu ilişkilerimin birisinden bahsettiğim kızım oldu. Annesi bir trafik kazasında öldü. Çok özel ve mütedeyyin yetiştirdim onu. Kızım, çok akıllı, oldukça güzel, duygusal ve toplum dışı inanılmaz bir ruh ve ahlak güzelliğine sahiptir.
Bütün bu işleri planladıktan sonra bir gece rüyamda, çok korkunç şeyler gördüm. Sanki çok yakında öleceğimi anladım. Sana bu mektubu yazdım. Eğer ölürsem bu mektubu kızımın sana ulaştırmasını vasiyet ettim. Lütfen onunla evlen ve mutlu bir yuvanız olsun. Ölürsem gözüm arkada kalmasın. Kızımı ancak sen koruyabilirsin ve mutlu edebilirsin. Sakın kızımı üzme olur mu?
Ramazan”
...!
Şaban başını kaldırdı. Kıza baktı. Kız da merakla ona bakıyordu, utangaç ve yanakları çoktan kızarmıştı. Bir şeyler söylemek gerekti ama söyleyemiyordu. Bırak bir kızla evlenmeyi, arkadaşlık bile düşünmezken, üstelik çok sevdiği Ramazan dostunun kızıyla evlenmek onun için çok zordu. Anlaşılan başka bir ağır sınavla karşı karşıyaydı.
“Bakınız Şaban Bey, ben mütedeyyin yetiştirildim Allah’tan korkar kuldan utanırım. Babam bana bu konuda hiçbir şey demeden, her şeyimle sana teslim olmamı, sadık ve iyi bir eş için gerekli her şeyi yapmamı istedi. Ben sizi tanımıyorum, üstelik benim akranımda değilsiniz ama babamın bu isteğini gerçekleştirmek için sizinle evlenelim. Lütfen bana itiraz etmeyin veya sorgulamayın! İnanın bu durum benim içinde çok zor.”
“Babanızı çok severdim. Gerçek bir arkadaş ve dosttuk. Böylesi bir sınava beni zorladıysa mutlaka bir bildiği de vardır. Sizi tanımak istiyorum, Kimsiniz?”
“Adım Hacer, İbrahim’in Hacer’i, köle prenses gibi… Ben tıp tahsili yaptım. Bir okulda doçentim, yaşım 33. İşimde uzmanım. Birçok başarılarım var. Eğer siz doktor olmayın, çalışmayın derseniz buna itirazda etmem. Siz ne derseniz size itaat edeceğim. Yalnız ben müslüman gibi yaşamak, tesettürle dışarı çıkmak isterim. Bu isteğimden asla tavizde vermem. Bilmek istediğiniz başka şeyler varsa lütfen sorunuz bana şimdi…”
“Oh, elbette Mütedeyyin bir aile yapımız olacak. Bu konuda güvenin bana olur mu? Ben artık Bodrum gibi büyük şehirlerde yaşayamam. Eğer evleneceksek, okuldaki işini bırakman gerekecek. Burada yaşadıklarım beni çok sarstı. Güya geçmişimi unutup, gevşemek için buraya geldim ama çok daha fazlası ve sorumluluk yeniden sırtıma yüklendi adeta. Kimsenin yaşamadığı, sadece senin ve benim olduğumuz bir yere yerleşelim. Benim doktorum ol, arkadaşım ol, sırdaşım ol… “
“Olur!”
Hacer, her şeyi kabul etmiş. Evlenmişler. Kimsenin olmadığı bir yerde yaşamaya başlamışlar… Yıllar geçmiş, Mutlu da olmuşlar. Çocukları olmuş. Onların eğitimlerini kendileri vermişler. Çocuklar hiçbir insanı tanımadan, toprakla oynayarak, ormanda yürüyerek, koşarak , eşeği-atı araba bilerek büyümüşler.
Birgün yaşadıkları yerde, çok şiddetli bir deprem olmuş. Evleri yıkılmış. Şaban, kaç gün yaşadığını bilmeden enkazın altında kala kalmış. Eşi nerede, çocukları nerede bilmeden yaşamayı başarmış. Kurtarma ekipleri enkazı kazmışlar ve Şaban’ı kurtarmışlar. Şaban’dan başka o evden kurtulan olmamış. Büyük üzüntüyle çocuklarını ve Hacer’ini mezara gömmüş. Mezardan dönerken asumandaki rüzgârla ilerleyen bulutlara uzun uzun bakmış, sanki Ramazan ona bakıyormuş, “Yakında bize geleceksin. Seni de bekliyoruz… Bu kadar sınav yükü sana yeter değil mi?”
Beli bükülmüş, yere yığılmıştı bedeni… Sonunda topraktan bir parça olmuş, sınavı da bitmişti…
Saffet Kuramaz