Sene 1970… Kış oldu mu İç Anadolu’nun köylerinde bile yolların kapandığı, ulaşımın ilkel otobüslerle ve uzun süren seyahatlerde yapıldığı, şehir merkezlerinde bile atlı araba yük taşımasının kullanıldığı, kaloriferli evlerin şimdiki rezidanslardan farkı olmadığı, yolların yağmur yağdı mı çamurdan geçilmediği, açık hava sinemaların lüks sayıldığı, AVM yerine küçük bakkalların, manavların, kasapların yer aldığı, yoğurdun seyyar satıcı elinden sokaklarda satıldığı, kalaylı mutfak eşyalarının toplandıktan sonra ortalık yerde topluca kalaylandığı, komşunun komşuya gidebildiği, televizyon ve telefonun nadir bulunduğu, 68 kuşağı gençlerinin sokaklara dökülüp hak hukuk peşinde slogan attığı yıllardı…
Babam, biz okuyalım diye köyden Ankara’ya taşınmamıza gerek duymuş ve çocukluğumdan zengin kalan ne varsa geride bırakarak büyük şehire taşınmıştık. Görmek isteyip de göremeyeceğim, arkadaşlarım, akrabalarım, ev hayvanlarım… Ne varsa geride özlemle vedalaşarak ayrılmıştım.
Kaldığım ev gecekonduydu, Yıkık, dökük, içinde farelerin cirit attığı, dışında büyük bahçesinin içinde kaplumbağaya bile rastladığım, üç beş meyve ağacı olan virane bir yerdi. Kışın soba yanmazsa, soğukta hemen hasta olabileceğim, korunmasız ve rastgele yağılmış bir evdi işte… Oyuncaklarım hiç olmadı, 3 tekerlekli bisiklet hep hayalimdi. Futbol o zamanda da hayli popülerdi ama bir topumda ancak, liseye gittiğimde oldu. Çevremde gecekondu evler denilen yaşadığım yer ile yeni yeni yükselen apartmanların olduğu garip bir yapılanma vardı. Apartman çocukları, adeta bizi küçümser gibiydiler ve asla da bizim gibilerle arkadaşlık yapıp, paylaşmazlardı. Sanırım, her türlü kötülük gelebilirdi bizim elimizden diye öğretmişlerdi ebeveynleri, öylesi ön yargılıydılar. Bizim temizliğe dikkat etmediğimizi nedense hep düşünürlerdi. Kötü bir koku yayılarsa o anda onu bizden umarlardı nedense…
Bir sene sonra bir apartman dairesine taşındık. Daire en alt kattaydı ama yerden iki üç metre yukarıda ve balkonu da vardı. Yine fare korkusundan tuvalet deliklerine ağırlıklar koyuyorduk. Her dairenin kömürlüğü vardı, bizimkisi hemen ana kapının yanındaydı. Bazan depo gibi de kullanılıyorduk. O yıllarda, bu gibi yerlerde oturanlar nerdeyse bizim gibi orta halli insanlardan oluşuyordu. Ancak bir iki komuşumuz vardı ki, sosyeteydi. Niçin öyle derdik ki… Makyaj yapardı hanımları, kibar konuşurlardı, pazara giderse ona yardım eden birini bulurlardı, evlerinde telefonları, televizyonları, büyük kütüphaneleri vardı… Ya memurdu, ya da tüccar idiler! erkekleri hanımlarına ev işlerinde yardım ederdi, kılıbık derlerdiler bu yüzden, hatta alay da ederlerdi. Kendi aralarında kılıbık diploması bile yaparlar, keyifle adını yazarak onlara da gülerek takdim ederlerdi. O zamanlar, ev işi yapan erkeği kadın gibi görürdü erkekler nedense… Beni ilgilendiren en güzel yanı, beni sevmeleri ve benim çocukluğumun en iyi şeklini yaşamaya yönelik yapıcı yaklaşımlarıdı. Severdim, fırsat buldukça da yanlarına giderdim. Neler ikram etmezlerdi ki… Açıkçası evimizde olmayan, çikolata, kekler, tatlılar… Gidince yerdik, üstelik iltifatlarla! Sosyete işte kısaca buydu.
Ben yaz geldimi soluğu köyde alırdım. Köyümü özlerdim, en çok da halamı, biricikti… Deniz nedir bilmedim, 21 yaşıma gelene kadar. Tatil demek, çalışmaktı babama göre! Mutlaka bize iş bulur, bizde çalışırdık. Kışın okulda yazında onun yanında, inşaatta…
Sosyete çocukların anlattıklarını dinlerdik… Onlar bize hava atmak için yapardı bunları elbette, ezilirdik, aşağılanırdık, boynumuzu büker ve susardık. Bize hakkımızı aramamız öğretilmedi ki… Anne ve babamız ne derse doğrudur ve bizde onu yapmalıydık. Tam itaatkar ve arabeskti çocukluğumuz.
Yıl 2017… Etrafıma baktığımda eski apartmanlar ve rezidanslar yan yana duruyor. Tıpkı çocukluğumdaki gecekondu ve apartmanlar gibi… Rezidans ev alıp oturmak için çok paran olması gerekiyor. Akıllı binalar bunlar, içinde hobi bahçeleri bile var, hatta eğer dubleksse asansörleri bile var, Yüzme havuzları, saunalar, yürüme yerleri… Yaşam yine iki yönlü, değişmiyor… Ancak, bu İki farklı evin çocuklarının yolları asla kesişmiyor. Artık o sitede gizlenmiş, dışarıdan saklanmış bir yaşam biçimi hakim.
Bir arkadaşım, kapıcı evinde oldukça fakir yaşayan çocukların acıklı hikayesini sanal alemde paylaşırken, kendi çocukluğum aklıma geldi birden. İçten içe dedim ki, o sobalı evde oturan ve yaşayan ben ve bizim gibiler, demek ki o zamanlar ne acıklı yaşamışız. Acınacak haldeymişiz. Şimdi rezidans evlerde oturanlara göre, onların yaşamları acınacak halde gözüküyor. Yaşam seviyesini o kadar yükseltmişiz ki, çocukluğumda orta halli bir yaşam biçimi, artık günümüzde acınacak halde görünüyor. Fakirmiş, yardım etmek gerekirmiş gibi…
Çocukluğumu düşündüm, acınası çocukluğumu… Her gün yeni bir şey isteyen oğlumun almayacağım derken kızgın halini ve benim çocukluğumu! Nasıl anlasın ki, kendi zamanını yaşıyor, israf toplumun bir ürünü… Onun yaşadıklarını görünce onun halinin daha acıklı olduğunu düşündüm. Almaya alışmış ve alacak bir şey kalmayacak yakında… O zaman ne yapacaklar ki?
Saffet Kuramaz