Haydi, inelim Yusuf’un kuyusuna…
Orada açlık var, orada hüzün var, orada sevgisizlik var! Eğer inanç varsa umut
da var, bir gün birileri gelecek diyen! Artık o kuyudan dışarı çıkmak için
yapacak bir şey yok, elden gelen de… Tevekkül etmekten başka ne yapılabilir ki!
Rabbim ne takdir etmişse, dilimizden düşmeyen duaya cevap verir ve bize bir yol
açar sonunda!
Hayatımızın birçok safhasında o
kuyulara benzer ne kuyular içine girmiyoruz ki? Mekân işte, kuyu… Karanlık ve
rutubetli, içinde su dolu… Hani su olmasa ne olur, adı kuyu olsun! O karanlığın
içinde aciz kalışımız, umutsuz hissedişimiz var ya! Kuyu zindandan da beter bir
yer! Zindanda hiç olmazsa, iyi kötü insan var, yemek veriyorlar, medya oyuncakları
var. En azından ne zaman özgür olacağınızı biliyorsunuz. Bunun için umudunuz
hayli fazla…
Ama o kuyu, bir kanser hastasının
ruhunda… Ama o kuyu, sevdiğini mezara koymuş babanın gözyaşlarında. O çocuk ki,
üniversite sınavlarında ilk 500’e girerek en güzide bir okulu kazanıyor, mezun
oluyor, işe giriyor. Sonra epilepsi oluyor. Gece yatağında yatarken kriz
geliyor ve boğazını tıkayan tükürük ölmesine sebep oluyor… Sabah uyanan baba,
artık nefes almayan oğlunun cansız yatışına aniden şahit oluyor… O kuyu,
kapkaranlık oluyor… Kurumuş kuyu gözyaşları ile doluyor, içini su kaplıyor. Zaman geçiyor, yaşıtlarını görüyor,
evlendiğini, çoluk çocuğa karıştığına şahit oluyor… Başka çocukları var ama
onlar bu acıyı söndüremiyor. O kuyu, ölene kadar karanlık kalabiliyor. Kuyu’dayken,
biz “Allah’a aitiz, yine Allah’a döneceğiz!” diyebilmek gerekiyor, aydınlık bir
umuda koşmak için. Yaşam devam ediyor,
denebilmeli… Diyebilen o kadar az oluyor ki...
Kuyu, birileri geliyor bizi yukarı
çekiyor… Çeken diyor ki, sen artık benim kölemsin. Ben olmasaydım sen orada
ölecektin. Sen benim için çalışmalısın, ne dersem onu yapmalısın. Yusuf’un
pazarda satıldığı gibi… Bedeni satılmış ama ruhu satılamıyor, Yusuf, Züleyha’nın
iftirasına rağmen, Rabbinin varlığıyla huzurlu bir zindana atılıyor. O ruh ki, Rabbine
teslim olmuş, onu zikrediyor, ondan yardım istiyor. Çekene diyor ki, sana
hizmet ederim ama sen benim Rabbim olamazsın… Sen benim Rabbime olan
yakınlığımı sınırlayamazsın. Eğer işkence edeceksen bu yüzden et… Ben bu ulvi
davadan asla vazgeçmem, diyor.
Kuyu’dan çıkan, şükrediyor mu?
Hayır… O korktuğu, o düştüğü karanlığa yeniden gitmek için geçmişte
yaşadıklarını unutarak tekrar isyankâr yaşıyor. Elektriği yaktığında etrafının
aydınlanacağını umuyor. Ama bir yere kadar işte, enerji tükeniyor, elektrikler
kesiliyor. Dünyalık değil mi, emanet değil mi? Kişinin sahibim dediği, kişiden
izin bile istemeden terk ediyor. Eşya dost olmuyor, umut olmuyor. Sadece ağrı kesici alıp da ağrımızı bir süre
kesen ilaca benziyor. Ama o kuyudan hiç
çıkamamak var… Kurumuş diye üstü örtülen, içine kimse düşmesin diye kapatılan
kuyulara dönüşüyor da... Bağırdığımızı kimse işitmiyor…
Kuyu, boşuna bir örnek değil… Boşuna
bir sınav değil, bir peygamber için hele… Düştüğümüzde bizi çekecek, bizi
olduğumuz gibi kabul edecek, özlediğini söyleyecek, derdimizle dertlenecek… Bir
nefes kadar yakın, iman… İman, umudun içinde saklanıyor. Bize Allah’tan başka
dost var mı? Madem yok, o dostu neden üzeriz, neden istediğini yapmayız, neden
değerini bilmeyiz?
Kuyu’dan çıkmak kadar bu
soruların cevabını da vermeliyiz. Yoksa o kuyular, başka sefer bizim canımızı
çokça yakacaktır. Uyan uykulardan, derin uykulardan… Uyanalım hep beraber!
Saffet Kuramaz