Son günlerde hızlı bir şekilde boy atarak gelişip serpilmişti köyün güzeli, ana babasının nazlı çiçeği, cihana değiştirmeyecekleri Zerife. Güler yüzlü çok güzel bir kız çocuğuydu. Allah onu özene bezen yaratmıştı sanki. Dudakları kızıl gül goncasını andırıyor, masmavi gözleri ise saçındaki mavi boncukların etkisiyle masmavi ışıldıyordu. Altın sarısı saçlarından olsa gerek Zerife’yi köy yerinde kısaca Zerê diye çağırıyorlardı.

 

Zerê, gün boyunca o dere senin bu tepe benim misali tarlaları saran yeşillikler ve rengârenk kır çiçekleri arasında allı morlu, dallı güllü entarisiyle, mavi boncuklarla bezeli sarı saçlarını savura savura, yavru ceylan ürkekliğinde, kuzuların ardında koşar dururdu.

 

Dünyalar güzeli kız, kaderin yaşam dönemecinde kendisine kurduğu tuzaktan habersizce pür neşe yaşıyordu. Köyündeki her genç kız gibi tezek kokuları arasında, koyun memelerini sağarken kendi koynunda gelişen misket elması büyüklüğündeki memelerinin baş kaldırışından habersiz...

 

Zerê, adaklıydı. Annesiyle babası çocukları olsun diye çalmadık kapı bırakmamışlardı. Dünyaya geldiği zaman yedi koç kurban edilmiş, köy bayram yerine dönmüştü adeta. Çok kıymetliydi çok! Annesi üzerine titriyordu. Zerê’sine kıyamıyor iş yaptırmıyordu. Ama Zerê gayretli bir kızdı arada ev işlerinde annesine yardım ederek, duasını alırdı. Adaklı Zerê’den sonra altı çocuk daha doğurmuştu annesi sanki kesilen yedi kurbanın her birine bir çocuk olmuşçasına. Yedi çocuğun en büyüğüydü. Kardeşlerinin bakımı için de annesine yardım ediyordu. Annesi dışarı işlerine gitmişse, Zerê evde kardeşlerinin karnını doyurur, uyutur ya da sırtına alıp gezdirirdi, köy yerinde büyümeden olgunlaşan her çocuk gibi…

 

O kara gün, anne ve babası koyunları kırkmak için yaylaya gitmiş evi ve kardeşlerini Zerê’ye teslim etmişlerdi. Zerê, o gün kardeşlerinin karnını doyurup uyuttuktan sonra bezleri yıkamak için dereye gitti. Topladığı çalı çırpıyla ocağı yaktı ve köy halkının ortaklaşa kullandığı kazanı su doldurup ocağa bıraktı. Suyun ısınmasını beklerken serinlemek için iç gömleğiyle dereye daldı. Su çok güzeldi, Zerê de çocuktu, çocukça oynuyordu çağıl çağıl çağlayan derenin serin sularıyla kaderin kendisine oynayacağı oyundan habersiz. Sudaki çakıl taşlarını su üstünde yüzdürürken birden karşı tarafta kendisini iğrenç gözlerle gözetleyen hiç tanımadığı birini gördü. Bu hayvansı bakışların anlamını kavramamakla beraber gayri ihtiyari sudan çıkmaya çalıştı. Adam sinsi bir hayvan gibi dişlerini göstererek gülüyor, fırıldak gibi dönen gözbebeklerine yerleşen kaplan yabaniliğindeki bakışlarla sudan çıkmak için çabalayan, çabaladıkça vücuduna yapışan iç gömleğinin altında daha bir baş döndürücü güzellikte görünen körpecik vücudunu süzüyordu Zerê’nin. Bu bakışları gören Zerê, sırtından körpe bedenine doğru dağılan korkunç bir ürpertiyle titredi. Alelacele sudan çıktı. Sırtı adama doğru dönük olduğundan adamın hayvani bir istekle ve yavaşça kendisine doğru yaklaştığını görmedi. Zerê dere kenarındaki giysilerine doğru eğildiği anda adam onu saçlarından kavradığı gibi acımasızca sırt üstü yere fırlattı ve daha ne olduğunu anlamadan bir çırpıda üstüne çullandı.

 

Zerê’nin tüm yaşamını karartan o beş dakikalık an, saat kadranında işlemeye başlamıştı ne yazık ki… Gemsiz kalan şehveti hayvancasına azgınlaşan adamın ağzından akan salyalar henüz açmakta olan bir çiçeği zehirleyerek soldurmaya yetiyor artıyordu bile. Zerê çığlık çığlığaydı. Kızın sesi çıkmasın diye salyalı pis dudaklarıyla dudaklarını kapatmış, ellerinden biriyle memelerine ulaşırken diğer eliyle de Zerê’nin iç gömleğini parçalamaya çalışıyordu.  Körpecik bedeni binlerce tonun altında kalmış gibi adeta eziliyor, başını şiddetli devinimlerle sağa sola çevirerekten dudaklarını kurtarmaya çalışıyordu ama nafile! Attığı ama çıkmayan sessiz çığlıklar göğüs kafesini zorluyor, beyni durmuş, ruhu cehennem ateşinin korunda buhar olup uçuyordu. Tüm çırpınışları boşunaydı her şey ama her şey bitmişti bir ömrü karartan o beş dakikalık an’da…

                          

Vücudunun her zerresinden, ağzından, burnundan kulaklarından fışkıracak kadar pisliğe bulaştığını düşündüğü bedenini güçlükle doğrulttu zavallıcık. Tüm tabiat susmuş, dere ölüm sessizliğine bürünmüştü. Kimsecikler yoktu. Aralarında bekâretinin nişanesiyle pisliklerin en lanetlisinin bulaştığı bacaklarını dövüyor, saçını başını yoluyor, attığı çığlıklar ıssız derede yansıyarak kamçı gibi yüzüne vuruyordu. Cehennemin akla zarar çukurlarının birine düşmüş, üşüyordu yavrucak. Çene kemikleri birbirine vuruyor elektriğe tutulmuşçasına titriyordu. İç gömleği lime lime olmuş, yüzü gözü çamur içindeydi. Paramparça bedenini dizleri üzerinde dengelemeye çalışarak güçlükle ayağa kalktı, bedenindeki pisliklerden kurtulmak için kendini dereye attı. Aslında bedeninin yok olmasını istiyordu, dere alsın götürsündü, nereye götürürse götürsün yeter ki bu pislikten kurtulsundu. Ama derenin suları bedenini götürecek güçte değildi. Çaresizce apış aralarını yıkıyor, ağlıyor, haykırıyor, derenin içinde kendini yerden yere atıyordu.

 

Neden sonra annesinin sesini duydu. Yayladan dönen annesi evde kızını göremeyince merak edip dereye doğru inmişti. Zerê’yi derede bulabileceğini umut ediyordu. Zira o bunu hep yapardı. Annesi bir yere gidecek olsa bir bahaneyle mutlaka dereye gider, derenin berrak sularıyla oynardı. Dereye yaklaştıkça kızının sesine benzer bir ses duydu. Evet, bu Zerê’sinin çığlıklarıydı. Şaşkınlık içinde dereye koşan annesi:

 

-Ne oldu Zerê, niye bağırıp duruyorsun orada? diye sordu.

 

-Anne!!! Ölmek istiyorum, öldür beni, öldür beni! Hemen şimdi, şimdi!

 

Son perdeden oldukça acı bir çığlıkla haykırdı Zerê…

 

Evet, her şey ortadaydı. Yüzüne bakmaya kıyamadığı Zerê’sinin, hayatından değerlisinin hayatı karartılmış, tecavüz edilmişti… Kimdi, kim kıymıştı yüzüne bakmaya kıyamadığı Zerê’sine?

 

Ne sorabildi ne de Zerê bir daha ağzını açabildi. Annesinin kollarında baygın bir şekilde hiç uyanmayacakmış gibi uykuya daldı. Annesi bir yandan ağlıyor bir yandan da kızının yırtık giysileriyle üstünü örtmeye çalışıyordu. Çok geçmeden babası da geldi dereye, manzara her şeyi anlatıyordu. Zavallı adamın dizlerinin bağı çözülmüşü. Olduğu yerde diz üstü çökerek başını iki elinin arasına alıp çektiği ah û vahlarla sormaya başladı:

 

-Eyvah, evim yıkıldı! Kim yaptı, kim kıydı gonca gülüme? Ah bahtı karalım söyle bana, aç gözlerini söyle babana! Gidip ciğerlerini sökeyim, ciğerimizi dağlayan hayvanın.

 

Çekilen ahlara ve sorulan sorulara sadece ağacın birinde tüneyen baykuşun yanıtından başka ses veren olmadı cehennem sessizliğine bürünen derede. Ne o gün ne de ondan sonraki günlerde kimin yaptığına dair sorulan tüm sorular yanıtsız kaldı. Faille ilgili en ufak bir ipucu dahi bulunamadı. Yapan hayvan sırra kadem basıp ortadan kayboldu.

 

Zerêlerin evi ölüm evi görünümündeydi. O küçücük kardeşler çıtları çıkmadan, elleri yüzlerinde, toprak zeminli odanın duvarlarına dizilmiş, başını siyahlarla bağlayan annelerinin dizinde uyuyan ablalarına bakıp bakıp iç çekiyorlardı. Ancak bu içli iç çekişlerle anlayamadıkları kötü bir şeyin olduğunu ifade edebiliyorlardı zavallıcıklar. Zerê tam yirmi dört saat bir ölüden farksız uyudu. Ertesi günün akşamında annesinin dizlerinde gözlerini açtığında, annesinin ağlamaktan kan çanağına dönmüş şiş gözlerini görünce anımsadıklarıyla yeni bir krizin içine düştü. Sarsıla sarsıla ağlarken başını yerlere vuruyor, annesinin yakasından babasının yakasına yapışarak:

 

-Ölmek istiyorum, öldürün beni, öldürün! Neden öldürmüyorsunuz?

 

-Yavrum, annesinin gülü, mavi boncuğum, yapma, etme! Kara bahtlı kızım, kendine acı biraz! Kadersizim, hangi kul kaderin sırrını çözüp, verdiği hükümlere karşı koyabilmiştir ki biz koyalım?

 

Zerê’nin ruhunda öylesine yakıcı çöl rüzgârları esiyordu ki anlatımı olası değildi. Ruhundaki kasırga tiksintiden öfkeye, öfkeden gazaba dönüşüyordu sanki. Haklı isyanıyla tüm bedeni deprem olmuşçasına sarsılırken acı feryadı beyaz badanalı oda duvarlarında yankılanarak yüzüne acı ve şiddetli bir tokat gibi iniyordu kirletilmişliğin verdiği acıyla.

 

-Hayır, ne kaderi? Kader mader tanımıyorum. Kaderse kaderimde ölüm de vardır. Siz yapmayacaksanız ben yaparım!

 

Yorgun bedenine yenik düşen gözleri kapandığında ise kör kuyularda, dipsiz uçurumlarda, kocaman karanlık boşluklarda o hayvani bakışlar canlanıyor gözlerinde ve kendi kendine sorular sorup duruyordu uyku ile uyanıklık arasında. Yaşadıkları kötü bir rüya mıydı? Keşke rüya olsaydı. Neden başına bu gelmişti sanki? Tanrı kendisine neden bu kadar zalim davranmıştı?

                                      

Zerê, bedeninden iğrenişinin tiksintileriyle istem dışı, hayvanice bir arzunun kurbanı olarak, genç kızlığını yaşamadan girmişti çocukluktan kadınlığa. Zaman denen kavram onun için artık kocaman bir boşluktu. Ruhundaki fırtınalar onu korkunç durgunluğa ve sessizliğe itmişti. Öylesine bir sessizlik ki ölülerinkinden daha ölü bir sessizlik ve yaşam… Yaşam denirse tabii.

 

Tecavüz olayı köy yerinde kulaktan kulağa yayılmaya başlamıştı bile. Köy halkı tarafından evleri lanetlenmişti. Kimseler kapılarının önünden geçmiyor, damlarının gölgesinde daldalanmıyordu. Köy meclisi, Zerê’nin babasının gıyabında toplanıp, ölüm fermanını çıkarmışlardı. Zerê’yi babası öldürecek, silahı küçük kardeşinin eline vererek cezadan da kurtulacaktı. Nihayet bir gün muhtar ile aza kapıya dikilip fermanı babasına bildirdiler. Nasıl yapsındı, nasıl kıysındı nazlı çiçeğine? Biri toprağa, diğeri hapishaneye. Hayır, yapamazdı, kendini öldürür yine de evlatlarına kıyamazdı. Uykusuz geçen gecelerde çareler arayan annesi ve babasının imdadına şehirde oturan teyzeleri yetişti. Çocuğu olmayan, yalnız başına yaşayan bu teyze; Zerê’yi yanına alabileceği haberini gönderdi. Ve Zerê için yeni bir hayat başladı hiç bilmediği, alışık olmadığı, dillerini bilmediği kalabalıklarda. Yeni bir zelzeleden çıkmış felaketli ruh haliyle insan içine nasıl çıkacaktı Zerê kızın posası haline gelmiş, küçük Zerê kadın?

 

Şehirli teyze çok becerikliydi, çalıştığı için de oldukça geniş bir çevresi vardı. Kısa sürede Zerê’ye iş bulundu. Zerê’yi çalışmaya ikna etmek zor olmadı. Zira bu ev içindekilerle beraber onu boğuyordu adeta. Çalışmak, bu evden dışarı çıkmak istiyordu ama kaygıları da yok değildi Şehirde yaşamaya alışık değildi, şehirliler gibi konuşmayı bilmiyordu. Zira Türkçeyi okulda öğrenmişti, çok akıcı konuşamıyordu. En kötüsü de kirletilmişti. Ya birileri onu tanırsa, köyden birileriyle karşılaşırsa, ne yapardı? O zaman bu koca şehir de ona dar gelirdi. Nereye giderdi?  Tüm bu kaygılara rağmen can simidi gibi sarıldı çalışma teklifine.

 

Bu kaygılarla işe başladı. Tekstilde çalışıyordu. Çok çalışkandı, işine dört elle sarılmıştı. Yapacağı işi bir kez anlatmıştı ustabaşı Zerê’ye. Hemen kapmıştı işini. Mesai sonunda herkesten daha çok iş çıkarıyordu. Bu durumdan çok memnun olan patron, fırsat buldukça Zerê’yi takdir ederek, diğer çalışanlara örnek olarak gösteriyordu. Aradan geçen bir yıl içinde iş bitirme hususunda bir hayli ilerledi. İşverenlerin beğeni ve takdirini topladı. Birkaç kez annesiyle babası onu görmeye geldiler. Tüm acısını içine gömerek onlara iyi görünmeye çalışıyordu. Köye dönüşlerinde özlemleriyle yanıp tutuştuğu kardeşlerine hediyeler gönderiyor, kalan parasını da habersizce babasının cebine yerleştiriyordu. Her gelişlerinde bir kardeşini de beraber getiriyorlar böylece Zerê de kardeşlerini bir bir görüyor, özlem gideriyordu. Ama her nedense kendisinin bir küçüğü olan erkek kardeşi hiç gelmemişti. Annesine sorduğu zaman da kaçamak cevaplar almıştı her defasında. Çok özlemişti, burnunda tütüyordu kardeşi. Ah bir görseydi, ne kadar büyümüş yakışıklı bir delikanlı olmuştu şimdi. Belki de âşık olmuş, sevdalısından ayrı kalmak istemiyordu?

 

İş yeri kaldığı eve çok uzak değildi. Yürüyerek gidip geliyordu. Kimselerle konuşmuyordu. Onun bu gizemli hali meraklılarda bir hayli merak uyandırmıştı. Hele ki güzelliği; iş yerindeki kadınları kıskandırıyor, erkeklerin de bakışlarını üzerinde topluyordu. Kendi halinde olan patron bir iş için yanına yaklaşmaya görsün. Hemen fısıltı gazetesi iş başına iş başına geçiyordu.

 

-Kıza nasıl baktığını görüyorsun?

 

-Şans buna denir, anasını sattığım. Dün bir bu gün iki, tavladı Vallahi bizim hergeleyi.

 

-Aaa sen kaçırdın, dün kızı odasına aldı. Bir görseydin nasıl da yüzü gözü ışıdı?

 

-Vallahi helal olsun kıza!

 

-Ama adamda suç yok ki. Bu kızın cazibesine hiçbir erkek dayanamaz anacım.

 

Aralarında vicdanlı biri ise Zerê’den yana konuşmaya görsündü:

 

-El insaf! Birazcık vicdanınıza dayanarak konuşun! Ayıptır, günahtır, ne istersiniz şu zavallı günahsız kızdan? Hem görmez misiniz adam beş vakit namaz kılan ehlisünnet biridir. Yanılıyorsunuz ben patronu çok iyi tanırım bir baba şefkatiyle yanaşıyor Zerê’ye.  Şehvet ve ihtiraslarının esiri olacak biri değil hem de evli barklıdır. Kuru iftira buna derler. Kıskançlığınızdan kuduracaksınız.

 

-Sen de başımıza hoca kesildin ha. Zaten ne çıkarsa hacı hocadan çıkar. Kız da her haliyle davetiye çıkarıyor adama baksana.

 

-Balı olan bal yemez mi abla? Boş versene sen, kızın kıçından çıkmıyor, kız da dünden razı zaten.

 

-Alan razı, veren razı, bize laf düşmez. Ne halleri varsa görsünler. Kokusu çıkar, çok sürmez. Yarın bir gün karnı çıkarsa sen o zaman evlidir, ehlisünnettir,  kız günahsızdır de bakalım.

 

-Namaz kılanın, gözü gönlü yok mudur? Görünen köy kılavuz istemez kızım. Bu cilve bu naz bu kızı daha da çok ihtiraslı bir hale sokuyor. Adamlar ona bakmaktan iş çıkaramıyorlar. Verim düştü adamlarda.

 

-Allah sizi iflah etsin, diz boyu kokuşmuşluğun içine batmış yüzüyorsunuz, ne anlarsınız ki iç âlemden? Adamın kıza duyduğu ilginin gömülü olduğu derinlikteki cevhere ulaşmanız mümkün değil. Boşa kulaç atıyorsunuz.

 

Oysaki başına gelen talihsizlikten sonra her anlamlı bakıştan yüreği ağzına gelen Zerê iş yerine korkulu tedirginliklerle gelip gidiyor, çok sade giyiniyor, kimselerin yüzüne bakmıyor ve yakınlaşmıyordu. Kadınların yüzüne imalı bakışları, fiskosları onu son derece üzüyordu. Ne yapmalı, nereye gitmeliydi, kime anlatmalıydı içindeki kocaman karanlık boşluğa hapsettiği acısını, yalnızlığını? Yok, yok! Anlatamazdı, anlattığı zaman ona farklı gözle bakanlara gün doğardı. Kara talihinin başına ördüğü ağı ellerine vermiş olur, böylece bu ağla kara kefenlere bürürlerdi Zerê’yi. Geceleri karabasan gibi rüyalarını saran, onu derin uykulardan sessiz çığlıklarla uyandıran ışıklı neonlarla süslü genelev tabelalarının asılı olduğu kapılardan zorla da olsa içeri sokarlardı orospu diye.

 

Kör talih onu adım adım takip etmekten vazgeçmiyordu bir türlü. Kahrolası güzelliği başına belaydı. Felek onu kara bir yazgının uçurumuna yuvarlamış çırpındıkça tükenmişliğin dibine vuruyordu. Kahpe felek “erkek” denilen bir hayvanı gençliğinin ilkbaharında yoluna çıkarmış, çağıl çağıl çağlayan yüreğini buz dağına çevirmişti. Öylesine nefret ve isyan doluydu ki gözleri hangi erkeğe baksa karşısında hayatını karartan, onu kadından bir posa olarak bu acımasız hayatın kollarına atan o hayvanı görüyor ve buzdan yüreğinden dağ gibi bir çığ kopup tüm yolları kapatıyordu, kendine sorduğu tüm soruları yanıtsız bırakıyordu.

 

 

Son günlerde genç biri onu gözleriyle takip ediyordu. Bakışlarından rahatsız olduğu bu genç meğer patronun kardeşiymiş. Kader bu kez de patronun kardeşi olarak yolunu kesecekti. Otuzlu yaşlarda, atletik yapılı, oldukça yakışıklı bir gençti Ali. Başka bir iş yerinde çalışmasına rağmen her öğlen paydosu ve iş çıkışlarında buradaydı. Geldiğinde Zerê’yi görebileceği bir yerde dikilip Zerê’yi yiyecek gibi bakıyordu. Biraz da patronun kardeşi olmasından kaynaklanan güven ve pervazsızlıkla gizlemeye gerek duymadan orada çalışanların da dikkatini çekecek şekildeki bu bakışları, Zerê’nin canını iyiden iyiye sıkıyor ve kadınların dedikodularına yeni malzeme oluyordu. Akşamları iş çıkışında eve kadar sessizce Zerê’yi takip ediyor, Zerê kapıdan içeri girdikten sonra gidiyordu. Bu takip teyzenin de dikkatini çekmişti. Zerê’yle bu konuyu enikonu konuşarak düşünmesini önerdi. Geçmişi acıyla bulanıp yoğrulduğu için bu konular onu utandırır hiç konuşmazdı. Yine öyle yaparak odasına çekildi ama içinde garip bir şekilde hiç tanımadığı bir şeylerin kıpırdadığını da hissederek tatlı bir uykuya daldı. O sabah çok mutlu bir şekilde uyanarak aynı mutlulukla iş yerine gitti. İçi kıpır kıpırdı. Yemek saatini heyecanla bekledi.  Aslında yemek saatini bekleyişi acıktığı için değildi. Çok tuhaftı ama Ali’yi bekliyor gibiydi. Yemek molasında diğer kadınlar sigara içerken, makinesinin başına geçip işe devam etti. Heyecanı doruktaydı. Makineyi zor çalıştırıyordu. Yanı başında bir nefes gibi bitiverdi patronun genç kardeşi. Ali o denli yakınındaydı ki aldığı her nefesi duyuyordu. Zerê’nin yüreği ağzından çıkacak gibiydi. İçindeki o kocaman karanlık boşluklar yerini sıcak ve tatlı bir heyecana bırakmıştı.

 

-Damdan düşer gibi olacak ama ben sana deliler gibi aşığım. Neden bana karşı bu denli kayıtsız görünüyorsun? Ben seni çok beğeniyor ve evlenmek istiyorum. Çok ciddiyim, bana güven lütfen. Bu konuyu ağabeyime açtım, o da sıcak bakıyor. İzin verirsen yakında gelip ailenle tanışmak istiyoruz.

 

Aile sözü geçince zavallıcık zangır zangır titreyerek başını önüne eğdi ve cevap bile veremedi. Yine içindeki o kocaman ve karanlık boşlukta depremler olmaya başladı. Bu hali yüzüne de yansımış olacak ki Ali:

 

-Ne oldu, seni incitecek bir şey mi söyledim? O güzel yüzün gölgelendi, gözlerin daldı gitti. Bak, beni araştırıp sorabilirsin. İyi bir işim var. Dolayısıyla ailemi rahat ettirecek bir gelirim de var. Kötü bir alışkanlığım yok. Bu konuyu düşünmeni ve ailene açmanı istiyorum. Teklifimi kabul edersen beni dünyanın en mutlu erkeği yaparsın.

 

Ali şehir kültürüyle yetişmiş çok kibar bir çocuktu. Çok da güzel konuşuyordu. Zerê ise Ali’ye nasıl cevap vereceğini bile bilmiyordu. O kadar çok şey söylemek istiyordu ki ama nasıl söylenirdi onu bilmiyordu. Öncelikle yaşadığı talihsiz olaydan ve toplumun ona vurduğu damgadan söz etmesi gerekiyordu. Ali’nin duyduğu güvene gölge düşsün istemiyordu. Ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Bir an durakladı, söyleyeceği sözcükleri kafasında bir araya getirdikten sonra ancak konuşabildi.

 

-Teşekkür ederim, teklifini düşüneceğim. Ama zamana ihtiyacımız var.

 

-Neden? Birbirimizi tanıyoruz. Nişanlılık döneminde daha iyi tanıma fırsatımız olur.

 

-Acele etme lütfen! Beni iyi tanıdığını düşünmüyorum, zamana benden çok senin ihtiyacın olacak.

 

Bu konuşmanın ardından, Ali’nin kafası karışmıştı ama Zerê’ye öylesine tutkundu ki sağlıklı düşünmesi olanaksızdı. Zerê, o geceyi uykusuz geçirdi, beyninde fırtınalar kopuyordu. Konuyu ailesine açacaktı ama ailesi neredeydi? Kendisi sığınmacıydı. Ali’nin ailesi köylerini görmek istemeyecekler miydi, köydeki evden davul zurnayla telli duvaklı gelin olarak çıkmayacak mıydı? Ali öğrenince ne yapacaktı? Bu ve buna benzer sorular beynini kemiriyor uykusuz geceler birbirini kovalıyordu. Uykusuzluktan soldukça soluyor, iş yerinde baygınlıklar geçiriyordu. Kara yazgısından yediği damgayı her akşam yarın Ali’ye söylerim planıyla geçiriyor ama sabah olunca cesareti kırılıyor ve söyleyemiyordu.

Geçen günler Zerê ve Ali’yi daha bir yakınlaştırdı. Akşamları yan yana yürüyerek evin önüne kadar geliyorlardı. Mahalleli nişanlı gözüyle bakıyordu artık bu iki gence. Anne ve babası yine gelmişlerdi. O akşam teyze konuyu açacaktı ama ikisinin de canı çok sıkkındı, vazgeçti. Bir dahaki gelişlerine söyleme kararı aldığı halde bunu Zerê’den gizledi.  Zerê, anne ve babasına söylendiğini ve onaylandığını biliyordu. Yatma zamanı annesi Zerê’yle yatmak istedi ve ana kız bir can olup sabaha kadar kucak kucağa yattılar. Sabahleyin anne ve babasına sımsıkı sarılarak evden ayrıldı. Ayrılırken de annesine, büyük kardeşini görmeyi çok istediğini söyledi ve sırtını dönerek yola koyuldu. O yola koyulurken annesinin hıçkırıklara boğulduğu görmedi, görseydi belki de kaderin ona oynadığı bu dramın son perdesinin başoyunculuğunu kabul etmez, oyunu bozabilirdi ama görmedi, görmemesi gerekiyordu kaderce…

 

Zerê, korkuyla karışık bir mutlulukla geldi işyerine. Mutluydu çünkü seviyordu, korkuluydu zira damgalıydı. O gün içindeki her şeyi Ali’ye söyleyecekti. İşinin başına oturmasına rağmen hiçbir şey yapamıyordu. Yüreği kıpır kıpır ama korkudan da beyni zonkluyordu. Hiç konuşmayan Zerê, o gün herkesle konuşuyor, selamlaşıyor, şakalaşıyordu. Zamanın çabuk geçmesi için olmadık şeyler yapıyordu. Bir an önce içini boşlatmak istiyordu. Dili çözülmüştü sanki. İş yerindekilerle konuşarak Ali’ye söyleyecekleri için ön hazırlık yapar gibiydi. Hatta bir ara köyünden dilinde kalan bir türküyü anadiliyle söyleyince çalışanlar ellerindeki işi bırakarak bu güzel sesi birazcık şaşkınlıkla ama hayranlıkla dinlemeye başladılar

.

-Kız Zerê, ne güzel sesin varmış, bunca zamandır neden söylemedin? Bizi bu güzel sesten mahrum ettin.

 

-Ne bileyim be abla, bugün içimden böyle geldi. Köyümü çok özledim, çok! Yakında gideceğim. Hatta size vasiyetim olsun, eğer köyüme gitmeden ölürsem, beni köyümün sularıyla yıkayın ve hasret kaldığım köyümün toprağına gömün.

 

-Sus be! O nasıl konuşma? Ağzından yel alsın! Daha dur bakalım ellerine kınalar yakıp seni Ali’ye telli duvaklı gelin edeceğiz.

Derken fabrikanın paydos zili çaldı. İşte onu telli duvaklı gelin yapacak Ali karşındaydı. Yine utandı, kızardı, heyecandan minik bir serçe gibi titriyordu yüreği. Ali ise çok rahattı. Etrafındakilere hiç aldırış etmeden ateş gibi yanan dudağını uzatarak Zerê’yi anlından öptü ve ekledi:

 

-Zerê’m, Zerife’m, karım olur musun?

 

Dedi ve elinden tutarak alkışlar arasında kapıdan çıktılar. Beş on adım atmıştılar ki Zerê:

 

-Ali!

 

-Evet Zerê’m seni dinliyorum.

 

-Hani sana demiştim ya, zamana ihtiyacımız var. İşte o zamanın sonuna geldik. Şimdi beni iyi dinle lütfen!

 

Yutkundu Zerê. Sözcüleri bir araya getirmeye çalışırken kalabalığın arasında kulakları sağır eden bir ses.

 

-Zerê!

 

-…?

 

-Orospu bacılı olmaktan kurtuluyorummmm!!! Al sana!!!

 

( Zerê başlıklı yazı Birsen İNAL tarafından 2.07.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu