Ağustos ayının sıcakları sabahın erken saatlerinde Nizip’in semasını terk etmişti. Hafiften esen rüzgâr damda yatan bedenlere bir serinlik veriyordu. Mehmet uykunun içinde istem dışı bir hareketle büzülmüştü. Elleri yatağın yanında bulunan çarşafı arıyordu. Nihayet üstünü öretecek bir şey bulmuştu. Ama üstünü örtmesine fırsat kalmadan yanındaki kardeşi ali çarşafı onun üstünden çekti…
Ay gülümseyen yüzüyle damda yan yana uzanmış yedi kardeşi süzüyordu. Yıldızlar ise ışıldayan gözlerle sanki çocukları birbirine işaret ediyorlardı.
Uyku içinde yorgan, çarşaf kavgası sürüp gitti. Bu esnada anne ve baba dama kurulmuş tahtın içinde rahatça uyuyorlardı. Taht etrafı perdelerle çevrili bir odayı andırıyordu.
Rüzgârın esintisi ezan sesini Nizip’in minarelerinden, uykunun mahmurlaştırdığı insanların üzerine tatlı bir melodi gibi yayıyordu. Bir çiğ gibi düşüyordu Allah’u Ekber her binanın ve insanın üzerine. Ezanın ahengi uyanık yürekleri okşuyor, evlerin ışıklarını bir bir yakıyordu.
Evin hanımının ayak sesleri duyuldu. Tahtın merdivenlerinden iniyordu. Yeliz Hanım yavaşça en büyük oğlu Mehmet’in yanına gitti;
-Oğlum Mehmet’im hadi kalk!
Mehmet bir o yana bir bu yana dönüyordu. Belki de uykunun en tatlı yerinde okul zamanında çalışmaya gerek kalmayacak zamanları hayal ediyordu. Sabah kahvaltısını yapıp, ütülü formasıyla, boyalı ayakkabısıyla okula gideceği günleri düşlüyordu. Kardeşlerinin ellerinden tutup onlara ağabeylik yapacağı sabahların rüyasını görüyordu.
-Oğlum kalk hadi geç kalacaksın’
hayatın zorluklarına alıştırılmış küçük beden mahmur gözlerle bir çok büyüğün uykuda olduğu saatte güneşi karşılamak için ayağa dikilmişti. Mehmet erken olgunlaşan meyveler gibiydi.
-Öff anne yine mi?
Kısa bir söylenmenin ardından gözlerini ovalayarak damdan inmek için silleme yöneldi. Sillemin basamaklarını yavaş yavaş indi. Doğruca hayatta bulunan çeşmeye giderek ellerini ve yüzünü yıkadı. Serin bir rüzgar yüzünü okşadı. Ellerini kaldırarak gerindi.
Anne Yeliz hanım ise örtülerinin içinde bir melek sadeliğinde huzuru ilahiye durmuştu. Ruku, secde, tahiyyat derken eller yücelerin en yücesine açıldı. Dua bir meleğin kanatlarında göklerin, yerlerin ve tüm kainatın sahibine doğru yükseldi.
Tan yeri ağarmak üzereydi. Güneş kendisinden önce kızıllığını yansıtmıştı dünya semasından. Mehmet kapıya doğru yöneldi.
-Anne Allah’a ısmarladık.
-Güle güle oğlum güle güle. Allah bahtını açık etsin. “Allah’ım oğlumun gününü kolaylaştı, zorlaştırma. Onun için hayrını tamamla.”
Yollar ıssızdı. Bir Mehmet vardı sokaklarda bir de köpekler. İlk günlerin aksine artık korkmuyordu. Alışmıştı köpeklerin azgınlığa dönmeyen hırlamasına. Uykulu gözlerle süzdüğü köpeklerin yanından geçip Belkız mahallesinden çıkıyordu.
Daha fırına varmadan simitlerin mis gibi kokusu geliyordu. Fırının yanında kendisi gibi küçük çocuklar ellerinde tepsileriyle sıralarını bekliyorlardı. Bir kaç tane de simit arabası duruyordu.
Mehmet esneyerek fırına girdi. Ustası gülümseyerek laf attı:
-Ooo Mehmet beyler teşrif etmiş. Buyursunlar beyzademiz.
Bu sırada fırından çıkan taze simitlerin kokusu gel beni yer dercesine Mehmet’i çekiyordu. Kahvaltı yapmamış bir mideyle işe başlanmazdı. Bunu bilen babacan edalı usta çalıştırdığı çocuklara kahvaltılık olarak çay demliyordu. Sıcak simitle çay değme kahvaltılara değişilmezdi. Mehmet gevrek bir simit alarak, büyük bir bardak çayın eşliğinde yemeğe başladı. Belki de gününün en güzel anı o dakikalardı. Çünkü güneşin yakıcılığı, yolların yorgunluğu, insanların kaprisleri yoktu.
-Hey Mehmet hadi sıra sana geldi. Tepsini getir bakalım.
Simitleri sayarak çocuklara veren kalfaydı seslenen. O da on dört on beş yaşlarındaydı. Okula gitmediği için çıraklıktan kalfalığa terfi etmişti. Mehmet tepsisini getirdi. Bir bir saydılar. Tepsiye tam tamına yüz adet simit konuldu. Sanki bir kule oluşmuştu tepsinin üstünde.
Mehmet küçük başının üstüne büyük bir ustalıkla tepsiyi yerleştirdi. Günün ağaran kızıllığında büyük umutlarla yola koyuldu. Yolların ıssızlığında tiz sesi yankılanıyordu; “Simiiiiiit taze simitlerim vaaaaaarrrr”
Etrafta tek tük karartılar görülüyordu. Köpekler ise sabahların vazgeçilmez figüranları olarak etraftaki çöp bidonlarının yanında dolanıyorlardı. Mehmet Atatürk heykelinin olduğu yerdeki otantik su fıskiyesinin oraya varmıştı. Köylü kızlar ellerinde bidonlarla havuza su boşaltıyorlardı. Az ileride Birecik’e gitmek için dolmuş bekleyen yaşlı bir amca Mehmet’e seslendi;
-Oğlum bana oradan bir simit versene.
-Buyur amca taze ve gevrek simitler…
Adam simidi alıp durağa oturdu. Yavaşça hep simidi yemeğe hem de dolmuşu beklemeye başladı. Mehmet ise yoluna devam ediyordu. Küçük bacaklarla büyük umutlara doğru yol alıyordu. Başının üstünde sermayesini taşıyordu.
Artık Mehmet’in işi açılmıştı. İşe gitmek için erken kalkıp da kahvaltı yapmayanlar Mehmet’in açık büfesinden aldıkları simitlerle açlıklarını yatıştırıyorlardı. Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovaladı. Mehmet’in bacakları ağrımaya başlamıştı. Yolu ise otobana varmıştı. Dutlu yolu üzerine kurulmuş olan otoban Mehmet’in iş güzergahıydı. Kırmızı ışıkta duran arabaların otobüslerin yanına varıp simit satmaya çalışıyordu.
Güneş ateş topları savuran sarı saçlarını Nizip’în üzerine yaymıştı. Mehmet terlemeye başlamıştı. Toplam yüz tane simitten elde edeceği kazanç için kilometrelerce yürümüştü. Başındaki sermaye tepsisinde ise yaklaşık yirmi tane simit kalmıştı.
Kimse bu yaştaki çocukların çalıştırılmaması gerektiğini söylemiyordu. Umarsız bir şekilde aldıkları simitlerle yaşamın akışına kendilerini bırakıyorlardı. Mehmet’te bu akışın içinde sürükleniyordu. Dokuz nüfuslu bir ailenin büyük çocuğu olarak ekmeğin ağırlığı küçük omuzlarına yüklenmişti. Eline aldığı bir simitle öğle vaktinin açlığını yatıştırmaya çalışıyordu. Lokantaların önünden geçerken kendisi için çok lüks olan yemek mekanlarına arzulayan bir gözle bakıyordu. Hükümet Konağı’nın karşısındaki çay ocağına oturdu. Bir çay istedi. O sırada kırk yaşlarında bir beyde yan masada oturuyordu. Mehmet’in baştan aşağı bir süzdü. Sonra yanına gitti.
-Genç oturmama izin var mı?
-Buyur amca ne demek tabi oturabilirsiniz.
Adam Mehmet’in adını yaşını sordu. Sonra;
-Mehmet peki en çok neyi seviyorsun?
-En çok ailemle kahvaltı yapmayı seviyorum. Çünkü beraber kahvaltı yapmayı özledim. Her zaman erken saatlerde dışarıya çıkmak ve simitle kahvaltı yapmaktan bıktım.
-Peki en çok neden rahatsız oluyorsun?
- Her sabah erken kalkmaktan ve çok yürümekten. Sabah başlayan yolculuk akşama kadar devam ediyor. Bacaklarım çok ağrıyor amca çoookkk.
-Peki bu işi yapmak zorunda mısın?
-Maalesef yapmak zorundayım. Çünkü babam çalışamayacak kadar hasta. Sigortası da yok. Annem ise zavallı fıstık kırarak hem babama hem de bizlere bakmaya çalışıyor. Ben en ç.ok annem yorulmasın, hiç olmazsa kendimizin okul masraflarını çıkarabilmek için çalışmak zorundayım.
-Peki Mehmet nasıl bir ailede yaşamak veya doğmak isterdin?
-Sanıyorum çalışmak zorunda olmadığım tek veya iki çocuklu bir ailede yaşamak isterdim. Çünkü o zaman kimsenin yeni ayakkabılarına bakmak zorunda kalmaz, kimsenin eskiyen elbiselerini ve ayakkabılarını giymek zorunda kalmazdım.
-Nasıl yani sen başkalarının eskilerini mi giyiniyorsun?
-Ne yaparsın be amca yeni elbise alacak ne paramız ne de imkanımız var. Sağ olsunlar akrabalardan sevenler küçülen elbiselerini, ayakkabılarını bize iyilik olsun diye veriyorlar.
Derviş kır düşmüş saçlarını kaşıdı. Sonra Mehmet’e son bir defa daha baktı.
-Bak Mehmet ben Çocukları Koruma Derneği başkanıyım. (Bir kağıt kalem çıkararak bir şeyler yazar) İşte burada derneğin adresi ve telefonu var. İşin bittikten sonra yanıma gel. Hem eve gıda yardımı yapalım. Hem de senin ve kardeşlerinin okul masraflarını konuşalım.
Mehmet çayından son yudumu aldı.
-Derviş amca ilginizden dolayı teşekkürler. Yanınıza geleceğim. İyi günler.
Mehmet tiz sesiyle bağırarak yoluna devam ediyordu;
“Simiiiiit simiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiit taze simitlerim varrr”
Umut küçük çocuğun yorgun bacaklarında taşınıyordu.
Dervişte kendi kendine düşünmeye başladı;
“Bu insanlar neden böyle sorumsuz olurlar. Neden sorumluluğunu kaldıramayacakları çocukları dünyaya getirirler. Evlat sahibi olmak yoksa bir oyuncak edinmek olarak mı algılanıyor. Hayır hayır olmaz. Bu çocuklar sokaklara mahkum edilmemeli ve çalışmak zorunda bırakılmamalı.”
Derviş bunları düşünürken Mehmet’in tiz sesi kulaklarında çınlıyordu;
“Simiiiiit taze taze simitlerim var. Simiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiit……….

( Simitçi başlıklı yazı SeyitAhmetUzun tarafından 16.03.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.