IV

     Horozlar sabahın olduğunu bildiren çalar saat gibidirler. Tan yeri ağarmaya yüz tutarken, ötüşleriyle günün başladığını haber verirler. Güneş, kiremitleri kırık ve dökük olan çatılarda bazısı tütmeye yüz tutmuş, bazısı da tütmeye çalışan, kararmış bacaların ardından sarımtırak başını ürkek bir şekilde çıkarmaya çalışıyordu.

     Dün gece yeryüzünü yağmur bombardımanına tutarak, her tarafı çamura beleyen kara bulut kümeleri yavaş yavaş güneşin önünden çekiliyorlardı. Bu esnada horozların ötüşleri etrafta yankılanıyordu.

     Yeryüzü, güneşin aydınlık ışıklarıyla gülümsemeye hazırlanıyordu. Güneşin tebessümü insanların, özellikle de yoksulların yüzlerinde bir gül motifi oluşturuyordu. Çünkü güneşin aydınlık yüzü, insanları yakacak, yatacak, giyecek sorunlarının acımasız pençelerinden kurtarmaya vesile oluyordu.

     Yalnız, dün gece iki kardeşin birbirine sarılarak aç karnına yattıkları evde buruk bir sessizlik vardı. Güneşin gülümseyen ışıkları, acımasız anne ve babanın soğuk kalplerine nüfuz edememişti. Belki de şefkat ışıklarının girmesine izin verilmemişti.

     Sabahın olduğunu horozların ötüşleriyle anlayan küçük kardeş Mustafa, gözlerini ovalayarak uyandı. Biraz gerindikten sonra gözleri hala yatmakta olan abisi Hasan’a takıldı. “Ne güzel uyuyor!” diye içinden geçirdi. Ama uyandırması gerekiyordu. Çünkü biraz daha oyalanırlarsa okula geç kalacaklardı. Bu esnada karnının açlıktan guruldayan sesini yatıştırmak için eliyle karnına bastırdı. Sonra abisine yönelerek:

-    Abi, abi hadi kalk, okula geç kalıyoruz. Çabuk ol, dedikten sonra kendisi yataktan kalktı. Kapının arkasına astığı yıpranmış, rengi solmuş önlüğünü aldı. Giyinmeye başladı.

     Bu sırada abisi Hasan hâlâ uyumaktaydı. Daha kalkmamıştı. Yanına eğildi. Tekrar seslendi:

-    Abi, hadi kalksana, derken bir yandan onu da sağa sola sallıyordu. Ama o da ne? Abisinin eli buz gibiydi. Yüzü ise, dünyanın bütün dertlerini ardına atmışçasına masum bir portre çiziyordu. Sanki sonbahar mevsiminin sarı yapraklarının rengi abisinin yüzüne yansımıştı. Mustafa abisinden bir cevap alamayınca heyecanlı bir korkuyla annesine seslendi:

-    Ana, ana çabuk gel kız ana! Abim abime bir şey oldu galiba!

     Ana evin içini korku yankılarıyla çınlatan bu tiz sese haşin bir gürültüyle karşılık verdi:

-    Bağırma lan bağırma! Babanı uyandıracaksın. Yoksa canınız sabah sabah dayak mı istiyor?

     Sevgisizlikten duyarsızlaşan kalpler maalesef öylesine katılaşıyordu ki, masum bir çocuğun haykırışlarına bile olumlu bir tepki gösteremiyordu. İşte insanın kalbinden sevgiyi ve şefkati alırsanız, onu sadece bir parça et yığını haline getirmiş olursunuz. Tik tak diyerek sadece bir makine gibi işlemeye devam eder. Ancak insanı diğer varlıklardan ayrı bir konuma yükselten insani değerlerden soyutlandığı için, hiçbir kıymet ifade etmez.

     Taş kalpli ana bağırmalarına devam ediyordu:

-    Patlama lan geliyorum işte… Ölmediniz ya!

     Bu sırada çocukların yanına gelmişti. Mustafa’nın yüzünde, iki göz pınarından akan billurdan bir dere oluşmuştu. Gözyaşları bu dereden akmaya devam ediyordu. Ana, çocuğun bu halini görünce biraz ürktü. Belki de meraklandı. Kalbinin en ücra köşelerine gizlenmiş olan bir yumuşaklıkla:

—Ne oldu oğlum, niçin ağlıyorsun, abin niçin kalkmadı? Diye sorarken, sanki az önceki kaba sesli kadın o değildi. Ne kadar kötü de olsa ana idi. Gerçi kadınların çoğu çocuk doğurma kabiliyetine sahiptir. Ama ne yazık ki ekseri kadın ana olma erdemine sahip olamıyordu. Çünkü çocuk doğurma kabiliyeti doğuştan verilen bir yetenek ve özelliktir. Ancak ana olma bilinci ise, özveriyle, fedakârlıkla belli eğitim sürecinden geçmeyi gerektiriyordu.

     Gerçi analık duygusu bütün ana olabilen kadınlarda vardır. Belki bu duyarlılık bazılarında daha fazla kendisini gösterirken, bazılarında da şartların getirdiği bir takım engeller yüzünden yüreğin derinliklerine çekilmiştir.

     İşte bu kadının da vicdanının en kuytu yerlerindeki analık duygusu çocuğun ölüm sessizliği karşısında canlanmaya ve yüreğinin su yüzüne çıkarak evlat acısını hissettirmeye başlamıştı.

     Hasan ölmemiş olsaydı, belki de şöyle diyecekti: “Ana be bu şefkat kanatlarının üzerimize gerilmesi için ille de ölmemiz mi gerekiyor? Eğer söyleseydin, biz daha önce de ölmesini bilirdik.”

     Maalesef insanlar ellerindeki varlıkların değerini ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyorlardı. İşte bu ana da böyle sıkıntılı bir durumdaydı. Çocuğunun başına çöktü. Eliyle yüzüne baktı. Yüzü buz gibiydi. Eline ayağına baktı, onlar da buza kesmiştiler. Başını kalbine koyarak kalp atışlarını dinlemek istedi.

     Kalp, hayat damarlarına canlılık sunan atışlarına son vermişti. Erken yaşta hayatın zorluklarına yenilmişti. Hasan’ın dünya hayatının ahirete açılan kapısına geldiği haberini veriyordu.

     Hasan’ın can kuşu, dünya semalarından, ahirete doğru kanatlarını çırparak uçuşa geçmişti.

     Ölümün soğuk rüzgârları, Hasan’ın yüzünden, annesinin bedenine geçmişti. Sanki kadının dili tutulmuştu. İşte çocuğu ölmüştü. Her gün “geberesin e mi” diye bağırdığı, dayak attığı çocuğunu kaybetmişti. Kendisinin ifadesiyle Hasan “gebermişti(!)”  Bundan sonra Hasan annesinin ve babasının azap kokan ses rüzgârlarından etkilenmeyecekti.

     Ama o anaydı. Ne kadar kötü de olsa anaydı. Ne kadar yok denilse de, sevgi ve rahmet anaların yüreklerinde gizlidir. Bir gün hiç umulmadık anda kalpten fışkırıverir.

     Oğlu ölen kadın, acımasızlıktan sertleşen yüzünün derisinde bir ılıklık hissetti. Bütün bedeni titredi. Yıllardır suya hasret, kurumuş toprağın, suyu içine çekmesi gibi içten ve samimi bir şekilde oğluna sarıldı. Çocuğun soğuk bedeninde, evladın sıcaklığını hissetti. O güne kadar yaşamadığı duygusal yumuşaklığı Hasan’ın cansız bedeninin soğuk rüzgârlarında yaşadı. Gök gürültüsünü andıran sesiyle “oğlum, oğlum, Hasan’ım!” diye bağırmaya feryat etmeye başladıktan sonra, gözyaşlarını hiç çekinmeden yanaklarından aşağıya salıverdi.

     Güneş pencereden küçük bir aralık bularak ışıklarını, rahmet pınarını ancak çocuğunun ölümünde bulan, bu kederli annenin gözbebeklerine yansıtıyordu. Bu sırada baba evdeki bunca gürültünün, bağırtının, ağıtın, figanın yankısıyla ancak uyanabildi. Hemen sesin geldiği Hasan’ın yattığı odaya gitti. Karısını, çocuğun başucunda ağlarken gördü. O güne kadar ağladığını görmediği karısının gözlerinde yaşlar görünce, adam da korkulu bir heyecanla:

-    Ne oldu lan kadın! Bu ne hal! Niye ağlıyorsun?

-    Hasan’ım, Hasan’ım, dedi kadın. Hasan’ım öldü. Baksana yüzüne bir çiçek gibi solmuş yavrucuğum.

     Ölüm rüzgârı öylesine sert bir şekilde eser ki onun karşısında duygulanmayacak bir kalp az bulunur. İşte baba da bu sert rüzgâra çarpmıştı. Ağlamaklı bir sesle:

-    Ne oldu, ne oldu Hasan’ıma? Söyle, söyle be kadın!

     Kenar mahallelerde oturan insanlar ne kadar katı ve sert olsalar da ölüm senfonisinin ağır ritimleri karşısında gözyaşlarını tutamazlardı. Aslında bu insanları çocuklarına karşı böylesine katı ve acımasız yapan belki de kendilerini yoksulluğa, soğuğa, açlığa mahkûm eden bir anlayıştır.

     Baba, ana ile birlikte Hasan’a sarılmış ağlıyorlardı. Hasan’ın yüzü solmuş bir gül gibi sararmıştı. Annesinin ve babasının bu ağıtları karşısında Mustafa hiç beklenmedik bir tepki gösterdi:

-    Katiller, katiller! Siz öldürdünüz, siz öldürdünüz abimi! Onun ölümüne siz sebep oldunuz, diyerek gözyaşları içinde odayı öfkeyle terk etti.

     Baba ve ana Hasan’ın acısına mı yoksa kendilerini terk eden küçük Mustafa’nın ayrılığına mı yanacaklarını bilemediler. Yalnızca ağızlarından acı bir feryat yükseldi: “ Mustafaaa!”

     Ama Mustafa bu seslere aldırış etmeden kapıyı hızla çarparak dışarıya çıkmıştı. Ana baba bu duyarsızlıklarının bedelini oğullarının ölümüyle ödemişlerdi. Küçük Mustafa’nın evi terk edişi de kendileri için ikinci bir ölüm olmuştu.

     Ölüm insanların karşısına hiç beklemedikleri bir anda çıkabilirdi. Bunun için insanın her zaman ölüme hazırlıklı olmaları gerekiyordu sevgisini ve şefkatini ölümün ansızın estirdiği ayrılık rüzgârlarına bırakırsak, sevgimizi de şefkatimizi de alır götürür. O anda ortaya çıkan sevgilerin çok fazla da bir değeri olmaz.

     İşte Hasan’ın annesiyle babasının o güne kadar erteledikleri sevgi pınarını çocuklarının ölümü üzerine akıtmaya başladıklarında, bunun küçük Mustafa üzerinde hiçbir tesiri olmadı.

     Anne babalar çocuklarına gereken sevgi ve ilgiyi onlar hayattayken sunmaları gerekmektedir. Muhtaç olduklarında onlara bu güzellik sunulmalıdır. Yoksa hissedilmesi mümkün olmayan bir anda sunulan bir sevginin ve gösterilen ilginin hiçbir önemi yoktur. Susuzluktan kıvranan bir insana, ihtiyaç duyduğu anda verilen suyun bir anlamı vardır. Aksi takdirde susuzluğu gittikten ve su ihtiyacı kalmadığı bir sırada “ Şey benden su istemiştin. İşte sana getirdim. Al, iç.” dersek bu ikram hiçbir şekilde değer kıymet ifade etmez.

     Ancak çocuklar da bundan nasibini almalıdır. Onlar da anne ve babalarına ihtiyaç duydukları anda ellerlinden gelen yardımı ve yakınlığı göstermelidir. Kendilerine o güne kadar bakan ve zorluklarına katlanan insanlara hürmette kusur etmemelidir. Çünkü anne babalar saygı ve hürmete layık olan insanlardır. Şunu da hiç aklımızdan çıkarmamalıyız: Saygı, sevgi bahçesinde açan bir güldür. Sevmeyi bilen insan saygı duyulmaya layıktır.

( Yoksulluğun Gözyaşları 4 başlıklı yazı SeyitAhmetUzun tarafından 2.12.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.