“Allah kahretsin!”
“Ne oldu be üstat, neye kahrediyorsun?”
Durdu. İleriden geçen gemileri seyretti. Arkadaşının sözü rüzgârın
etkisiyle havada savrulup kayboldu. Kendi iç dünyasında hararetli bir tartışma
yaşıyordu.
Zamana, insana, yaşama, ekonomiye, siyasete kahrediyordu.
Pragmatizmin, hayatı sekiz koluyla kuşatan bir ahtapot gibi sardığını
düşünüyordu. İnancın, ideolojinin, felsefenin, davanın yerle bir olduğu
zamandı.
Tek bir hakikat vardı; faydacılık.
Bunu kimileri inancı, kimileri ideolojisi, kimileri felsefesi için
yaptığını sanıyordu. Kutsal bir ülkü içindi bütün istedikleri. Ancak dönüp
dolaştıkları kıble menfaatleriydi ve gücü eksene alıyorlardı.
“Üstat sana diyorum! Kime kahrediyorsun?”
Ses, rüzgârın dindiği bir anda dudaklardan çıktığı için kulağına
çarpmış, onu düşüncesinden uyandırmıştı.
“Hı, ne diyorsun?”
“Kime kahrettiğini soruyordum.”
Şimdi söz bilinçli olarak kulaklarında karşılık bulmuş ve beynin
hücrelerinde değerlendirilmeye alınmıştı.
Arkadaşını süzdü. Elli yaşında, uzun saçlı, kirli sakallı, endişeli
gözleriyle ne dediğini anlamak istercesine kendisine bakıyordu.
Tebessüm etti. Elini arkadaşının omzuna vurdu.
“Öyle bir çağda yaşıyoruz ki Hayri, bütün benliğimizle savrulup gidiyoruz.
Düşüncenin, aklın, felsefenin, onurun, erdemin içine edildiği bir dünyada
yaşamaktan daha kötü ne olabilir?
İnançlı olduğunu söylüyorsun ama konjonktür, maslahat, zaman deyip rahata,
konfora, güce, makama sahip olduğun değerleri feda ediyorsun.
Bırak inancınla yüzleşmeyi kendinle yüzleşmeye bile korkuyorsun.
Devrimci olduğunu söylüyorsun, para, koltuk, makam derken
eleştirdiğinin sadece kaybettiğin menfaatin ve sahip olmayı arzuladığın güç
olduğunu fark ediyorsun. Devrimciliğinle yüzleşmeyi bırak kendinle yüzleşmeye
bile çekiniyorsun.
Sosyal demokrat olduğunu söylüyorsun ama insanları düşüncelerinden
tercihlerinden dolayı gerici, yobaz, çağdışı, vatan haini ilan ederek tahkir ediyorsun.
Sonra ufak bir kaynak için gücün etrafında fırıldak oluyorsun.
Bırak demokratlığın ne demek olduğuyla yüzleşmeyi kendinle bile
yüzleşmeye korkuyorsun.
Atatürkçü olduğunu söylüyorsun ama faydan, çıkarın kimdense
yaltaklanmaya çalışıyorsun. Sırf birazcık güç sahibi olmak için Atatürk’e
sövenlerle bile hareket ediyorsun sana “Mustafa Kemal’in itleri diyenlerle kol
kola yürüyorsun.
Bırak düşüncenle yüzleşmeyi kendinle yüzleşmeye bile cesaret
edemiyorsun…”
“Ne diyorsun be üstat? Yani korkakların çağında mı yaşıyoruz?”
“Yok be Hayri sadece korkakların değil aynı zamanda değerlerini,
erdemlerini, ilkelerini birkaç parça menfaati için satılığa çıkaran
fırıldakların, faydacıların ve sadece gücün hoşuna gidecek doğruları yüksek
sesle dillendirirken gördüğü yanlışları konuşma cesaretinden yoksun korkakların
ve menfaat tanrısına kul olanların çağında yaşıyoruz.
Bugün gücün etrafında davul çalıp dönerken dün değişim sinyalleri
verenlerin davullarını çalıp gücü yerle bir etmeye çalışan fırıldakların çağı!
Gücü kıble edinen menfaat kölelerinin çağı Hayri!
Anlamadım be Hayri bu dünyayı anlamadım! Saf düşünce, inanç, dava
kalmadı. İnsan kendi menfaat tanrısının karşısında acziyetini ilan etmiş
zavallı kul.”
Adam durdu. Tekrar gözlerini denize çevirdi. Sahilden uzaklaşan gemiye
baktı. Hatırladığı şiirini rüzgârın esintisine bıraktı.
“Kanadı kırık bir güvercinden öğrendim
Şöhretin ve yükselen unvanların insanları
Ödedikleri bedelin ağırlığında
Çekilirken bataklığın derinlerine
Özgürlük satılmayan ruhların gizemindeymiş.”
Hayri arkadaşına döndü tekrar. Gözlerinde bir gizemin, utancın
derinliği vardı. Şiddetli bir fırtınada savrulan gemiler gibiydi insanlar.
Dirayetsiz, güçsüz, utançsız…
“Öyle bir zamanı acayip ki yaşadığımız çağ, her topluluğun bir putu ve yöneldiği
kıblesi var. Kiminde kişi kültü, kiminde tarih, kiminde servet, kiminde makam,
kiminde şehvet… Bu topluluklardaki
fırıldakların bakışı ise menfaat ve güç eksenli.
Bu insanlar, gücü yerindeyken yücelttiği putunu gücü kaybolduğu zaman
yemekten çekinmeyen klasik cahiliye devri insan örneğidir.
Karşısındayken yerin dibine soktuğu, değersizleştirip küfrettiği grubun
yanına çöreklendiğinde hiç utanmadan, sıkılmadan boyun eğer, secde eder onların
helvadan putlarına…”
Hayri, arkadaşının zamana sitemkâr sözleri karşısında şaşkındı. Ne
diyeceğini bilemiyordu.
Söylemler ve eylemlerin bu kadar farklı kıtalara dönüştüğü bir
coğrafyaya şahit olmadığını sanıyordu. Her topluluk kendi kutsalını menfaat
tanrısına kurban ediyordu. Bunları görüyor ve yutkunuyordu. Diline kadar gelen
hakikatler, sahip olduğunu düşündüğü imkanlar anaforunda kayboluyordu. Bunu
fark ettiğinde üstadın ne demek istediğini daha iyi anlıyordu.
Unvan, gelecek, makam, çocuklar, şöhret… Herkesin hakikatini çekip
kaybettiği girdabı farklıydı. Hayri bunu fark ettiğinde başını eğdi. Arkasını
döndü. Rüzgârın savurduğu uzun saçlarıyla sahilden belki de gerçeği yüzüne
acımasızca çarpan arkadaşından uzaklaştı.
Sahilde yalnız başına kalan Hasan banka oturdu. Uzaklara, çok uzaklara,
bilinç rüzgârının menfaat putlarını ve bu putların etrafında dönen fırıldakları
yerle bir edeceği coğrafyayı hayal ederek gözlerini kapattı.
Seyit Ahmet Uzun