Ölüm sessizliği komşuların gelmesiyle beraber yerini düzensiz çalınan bir ölüm orkestrasına bırakmıştı. Komşular koro halinde bu orkestraya eşlik ediyorlardı. Dizlerini döven, kendilerini yerlere atan kadınlar, ölüm operasının bir sahnesini canlandırıyorlardı.
Erkekler ise hüzün rüzgârlarının çarptığı kederli bir yüz coğrafyasıyla dışarıda Hasan’ın küçük bedeninin son temizliğinin yapılmasını bekliyorlardı. Ağızlarından, burunlarından üfürdükleri sigara dumanları bir fabrikanın bacasından tüten karanlık bulutlar gibi etrafa yayılıyordu.
Erkeklerin toplandıkları yerin az ilerisinde ise yanan ateşin üzerinde bir kazan su bulunuyordu. Bu su, küçük yaşta gözlerini dünyanın tüm kötülüklerine kapayan Hasan için hazırlanıyordu.
Bu esnada bahçe kapısı açıldı. Erkeklerin hepsi aynı anda, açılan kapıdan içeriye giren gözlüklü adama baktılar. Baba ise küçük Mustafa’yı bu adamın yanında görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. İçinde tanımlayamadığı bir burukluk hissetti. Ağzındaki sigarasını heyecanla yere attı. Koşar adımlarla Mustafa'ya doğru ilerledi:
“Oğlum, Mustafa’m!” Diyerek kollarını açtı. Küçük Mustafa’yı o güne kadar saramadığı bir içtenlikle kucaklamak istedi. Ama küçük Mustafa hâlâ olayın şokunu atabilmiş değildi. Babası kendisine doğru ilerlerken korkuyla genç adamın arkasına saklandı. Şimdi gözlerinde, babasının acımasızca dayak atışları canlanıyordu.
İşte babası hortumu almış üzerlerine yürüyordu. Abisi Hasan ise her zaman olduğu gibi yine kendisine siper oluyordu. Kardeşi dayak yemesin diye kendisini hortuma hedef yapıyordu. Bir yandan da bağırıyordu: “Baba ne olursun yapma! Yapma baba! Baba, baba, vurma. Ne dersen yapacağım söz veriyorum.”
Babanın hortumları acımasızca abisinin cılız bedenine iniyordu. Kendisi ise gözyaşları içinde olanları izliyordu. Yine abisi kendisini dayaktan ve hırpalanmaktan kurtarmıştı.
Küçük Mustafa’nın gözleri ta derinlere dalmıştı. O derinlerden birkaç damla gözyaşı masum yüzünden akıyordu. Bu sırada babası yanına gelmişti. Ona:
“Oğlum, Mustafa’m! Gel yanıma…”
Baba sözlerini tamamlamamıştı ki ortalığı Mustafa’nın acı haykırışları kapladı. Sesi bütün mahallede belki gökyüzünde bile çınlamıştı.
“Katil! Katil çek ellerini üzerimden! Bütün bunlara sen sebep oldun. Çekil yanımdan.” Küçük Mustafa bunları söylerken de gözlüklü adamın arkasına iyice sığınmıştı. Abisi yaşasaydı şimdi o kendisini böyle koruyacaktı. Ama o ölmüştü, öldürülmüştü. Onun acısı küçük yüreğini yakmaktaydı. Duyduğu acıdan dolayı ne yapacağını bilmiyordu.
Şimdi de abisinin hatıraları gözünde canlanmaktaydı. Beraber yatağa girerek birbirini ısıtmaya çalışmalarını, çayırlarda güreşmelerini, siyah önlükleriyle okula gidişlerini ve kendilerine sataşan biri olunca onun birdenbire diklenmesini canlandırmaya çalışıyordu.
Bunlar küçük Mustafa’nın burukluğunu arttırdı. Babasını da gözünde daha çok küçülttü. Aslında istemiyordu babasına böyle davranmayı. Ancak bir babanın böylesine duyarsız kalışına ve çocuklarını açlığa, soğuğa, hastalığa ve ilgisizliğe mahkûm ederek ölmesine izin vermesini de bir türlü anlayamıyordu. Bunun için de yüreğindeki öfke kasırgalarının esmesine engel olamıyordu.
Gözlüklü adam, küçük Mustafa’nın şu anda bir depresyon geçirdiğinin farkında olarak, babaya müdahale etti:
“Bir dakika beyefendi,” dedi. Çocuk şimdi bir bunalım içinde. Üzerine fazla gitmeniz doğru olmaz. Bir müddet bekleyin. Şu cenazeyi kaldıralım, ondan sonra konuşuruz.
Baba, garip garip bu adama baktı. Onu tepeden tırnağa süzdü. Yüzü güven veren bir ifadeye sahipti. Giyimi ise oldukça düzgündü. Konuşması kibar ve sakinceydi. Hiç de yapmacık davranmıyordu. Baba, gözlüklü adamı soran gözlerle iyice süzdükten sonra:
“Siz kimsiniz beyefendi? Nereden geldiniz böyle? Bu çocukla neden bu kadar çok ilgileniyorsunuz. Bugüne kadar sizi hiç görmedim. Burada ne işiniz var?”
Gözlüklü adam gayet sakin bir şekilde gözlüğünü çıkardı. Güzel bir şekilde sildi. Sonra da gözlüğünü tekrar taktı. Çocuğun babasın anlamlı anlamlı bakarak:
“Bakın beyefendi,” dedi. “Ben Ailem Der derneği üyesiyim. Çocukların bakıma muhtaç güzel birer çiçek olduklarına inanıyorum. Bunun için de onların solmasına neden olacak her şeyden korumaya çalışıyorum. İnsan olarak bana düşen görev de bu çocuklara karşı sevgi ve şefkat sunmaktan başka bir şey değildir.
Sizin çocuklarınızı da dün akşam böyle perişan bir halde görünce gönlüm onları başıboş bırakmaya el vermedi. Vicdanım beni buralara kadar sürükledi. Onlarla bunun için ilgilenmeye çalışıyorum. Ama diğer çocuğunuzun ölümü beni çok yaraladı. Bundan dolayı çok üzüldüm. Başınız sağ olsun. Allah sabır versin. Sizinle asıl cenazeyi defnettikten sonra konuşacağız. Şimdi yaranızı daha fazla deşmek istemiyorum.”
Baba, adamın karşısında suçlu bir insan gibi sessiz bir şekilde durdu. Dikkatlice onu dinledi. Bu sırada Hoca Efendi, Hasan’ın cenazesini yıkayıp, kefenlemişti. Erkekler tabutu getirip çocuğu içine koydular.
Kadınların ağıtları gökleri inletiyordu. Erkekler ise onlara göre daha sakin bir şekilde tabutu, cenaze arabasına yerleştiriyorlardı. Küçük Mustafa bu manzaraya dayanamadı. Koşarak tabutun üstüne kapandı:
“Abim! Abim benim! Nereye gidiyorsun, beni kime bırakıyorsun? Gitme, ne olur gitme abi, gitme!..”
Küçük Mustafa’nın bu haykırışları oradaki bütün insanların gözlerinden hüzün yağmurları indirmelerine neden oldu. Gözlüklü adam, çocuğu omuzlarından kavrayıp kendine doğru çekti:
“Gel küçüğüm,” dedi. “O şimdi Rabbine kavuştu. Allah, onu cennetine yerleştirecektir. Belki de o şimdi sana, “Ağlama Mustafa, benim yerim burada daha rahat.” diyordur. Gel onun için Allah’a dua edelim.”
Küçük Mustafa bu sesin sahibini kıramadı. Tabuttan çekildi. Küçük ellerini gökyüzüne kaldırarak yüce Allah’a dua etti:
“Allah’ım” dedi. “Güzel abimi cennetine koy e mi! Ona kimse dayak atmasın. Kimse onu orada dilendirmesin.”
“Allah’ım, onu soğukta üşümeyeceği sıcak bir eve yerleştir. Karnını güzelce doyuracağı yiyecekler ver ona, güzel Allah’ım.”
Küçük Mustafa bu şekilde dua ederken, cenaze arabası da ağır ağır mezarlığa doğru ilerlemeye başlamıştı.