Ben gerçekliğin olgun bir aksakal ruhu olarak doğmuş olduğuma hep inana gelmişimdir; gene de içimdeki erik gözlü oğlan çocuğuyla oyunlar oynamaktan da hiç vazgeçemedim. Rüyalarımda bir masal kahramanı olup da gündüzleri masala belenen saflığımla uyandığım o çocukluk ruhumu özlemeden edemem. Gene de itiraf ederim ki, çocukluğumdan her ne kadar memnun ayrılmış olsam da, onu alıp bugünüm yapmak istemem; çünkü çocukluğu özleten ana unsur aslında sorumsuzluk ve hayal katlarına sınırsız uçabilme özgürlüğüdür. İnsan bir kez büyümeye görsün; artık çocukluğa sığamaz olur. Çünkü insan sorumlu iradeyi hayata egemen kılma gayretiyle büyür. Kendi yaşamının ve ona bağlı yaşamların sorumluluğunu üstlenmiş hiçbir büyük çocukça yaşayamaz. İçimizden çıkacak çocuk ancak bizim çocukluğumuzu taklit edebilecek bir komedyen kartalozudur. Asla kolay iş değildir büyük olmak; acılı bir tat taşır sorumluluk. Acıya tat katmaktır sorumlu büyük olmak.
Kim dayanabilir ki hep kocaman gözlerle baka kalmaya? Hangi Keloğlan yetişebilir her an her şeyin ardından bir masal şöleni kurmaya? İnsan çocuk oluyor, fakat çocuklukta kalan insan olamıyor. Ben de kendime çarpıyorum az sonra ve yine yüz göz oluyorum önümde akıp giden yollarla. Hızla büyüyorum, cebimde kredi kartları ve tekerlerinden çamurlu su atan kamyonlarla. Yana kaçıyorum caddenin çukurundaki su üstüme sıçramasın diye. Dumanı tüten bir izmarite basıp eziyorum. Az önce kamyon şoförü fırlatmıştı önüme.
-Can Dündar’ın bizim çocukluk zamanları üstüne çok güzel bir deyişi vardır. Evet, ne diyordu? Aklımda kaldığı kadarıyla, “biz sadece çocuktuk” diyordu…
Evet; ben de sadece çocuk olanlardan biriydim; bunu hatırlayabiliyorum. Tahta beşikte uyudum, kakamı ve çişimi Amerikan bezine yaptım. Çocuklar için güvenli ilaç kapakları, güvenli elektrik prizleri, hatta elektrik bile yoktu. Bisikletse erişilmesi güç bir lükstü ve olanlar da vitessizdi. Erkek çocukların tekerleri bilyalı (rulmanlı) tahta tornetleri vardı. Onları gazoz kapakları ve cep aynalarıyla süsler, bir otomobil edası ile kullanırdık. Bütün imalatı bize aitti. Basınca fren yapsın diye arka bilyalı teker üstüne oturacak biçimde atık araba lastiğinden bir parça veya eski bir lastik ayakkabı tabanı çivilerdik. Tek tük de olsa bazı babalar çocukları için tornet ve kar kızağını marangoza yaptırırdı. Onların cilalı düzgün yapılarını gıptayla seyreder ama asla kıskançlık duygusuyla dışlamazdık; çünkü bu zengin çocukları cilalı oyuncaklarına ara sıra binip keyfini çıkarmamıza izin verirlerdi. Olan olmayanla paylaşırdı.
Gideceğimiz yere yanımızda bir kollayıcı ile değil, hiçbir sakıncayı düşünmeden yalnız giderdik. Mahalle, evimiz kadar; şehir, komşumuz kadar güvenliydi. Tiner çocukları, kapkaç çeteleri, organ mafyası ve en önemlisi trafik canavarı yoktu. Otomobilde çocuk koltuğu ve emniyet kemeri de yoktu. Trafik o kadar sakin ve seyrekti ki, ana kavşaklarda belli saatlerde görev yapan trafik polisi özel otomobil sahiplerinin çoğunu tanır onlara selam dururdu. Bayramlarda trafik polislerine, bekçi babaya ve postacıya zarf içinde bahşiş verilirdi.
Sokak çeşmelerinden su içerdik. Üzerine toz şeker serpilmiş sana yağlı ekmek yerdik; akide şekeri, macun şekeri yer, üstüne de acılı turşu suyu içerdik. Her şeyi yerdik ve hiçbirimiz yağ tulumu şişko olmadık; çünkü bilgisayar başına oturup da değil, sokaklarda koşa koştura oynardık. Ağaçlara tırmanır, dalından incir, erik, ayva, dut yerdik. Nişantaşı ve Mecidiyeköy’de bile bu meyve bahçelerini bulmak mümkündü. Aynı şişeden gazoz içerdik ve hiçbirimiz hastalanma endişesi taşımazdık. Gene de şişenin ağzını sildiğimi hatırlıyorum.
Oyuncak arabaları tahtadan ve telden kendi ellerimizle yapardık. Kontrplaktan saz ve gitar yapardık. Gecekonduda bir komşumuzun oğlu bir hafta boyunca her gün sabırla tel testere ve zımpara kullanarak tahta ve kontrplaktan bir klasik gitar yapmıştı; üstelik aynı gitarla bize de çalmasını öğretmeye uğraşmıştı. Çocuk dünyamızın sorunlarını kendimiz çözerdik. Sabah evden çıkıp uykumuz gelinceye kadar dışarıda kalırdık. Anamız gece sokaktan bizi çeke çeke, bağıra çağıra alırdı. Kimse bize ulaşamazdı; cep telefonlarımız yoktu. Bizi eve kapanmaya özendirecek ‘Playstationlar’, ‘nintendolar’, videolar, tabletler, cep telefonları, 500 kanallı TV, internet oyunları ve sanal sohbet odaları yoktu.
Sokağa çıkar, arkadaşlarımızı bulur ve bıkıncaya kadar oynardık. Oynadığımız oyunlarda bazan canımız yanardı; ağaçtan düşerdik, her yerimiz ezilir çizilirdi; çeşitli kazalar ve yaralanmalar olurdu; ama asla düşmanlık olmaz, kimse de suçluluk duymazdı. Dövüşürdük, itişip kakışırdık; mor lekeler oluşurdu ama biz çabucak iyileştirmesini öğrenmiştik. Patates dilimi veya çiğnenmiş ekmek içi basardık şişen yerlerimize.
Ağaç dallarından ok ve yay yapar, Kızılderili olurduk. Çelik çomak oynardık. Rengârenk uçurtmalar yapar, hep birlikte göklere salardık. Misket ‘yutmaca’ oynardık. Misketi mideye yutmazdık tabi; yutmak oyunda misket kazanmaktı. Bir pundunu kollar komşu bahçesindeki kiraz ağacına hep birlikte dalardık. Dut ağaçlarının tepesinde dolaşır, komşu kadınların gerdiği çarşafa dut silkelerdik.
Hayat basitçe yaşanabildiği ve sadelik sunan bu basitlik sosyal bir utanç yaratmadığı için, zengin fakir aynı okulda ve sınıfta eğitim öğretim alabiliyordu. Varlık kibri ve kaprisi yapmayan çocukları eğitmek için öğretmenler de daha sabırlı ve azimli olurlardı. Herkes koleje gidemezdi; gidenler de kibirli havalarla üstünlük taslamazlardı. Marangoz, bakkal, terzi, berber, demirci, pazarcı, ayakkabı tamircisi ve hatta hamallar bile saygı görürdü.
Bağıra çağıra ‘şans-talih’ ‘kader-kısmet’ satardık parklarda. Çekiliş kutusunda sona kalan ucuz gofretleri oturup hep birlikte bir güzel yerdik. Yazın toprak testiden su satardık; nane-limon şekeri, çekirdek satardık. Sinema önlerinde ikinci el çizgi romanları hem satar hem alırdık. Avrupa’dan ithal oyuncaklarla oynayan, yazlıklarında bisiklete binen, temiz baskılı gıcır çizgi romanlar okuyabilen, pilli trenleri ve dev logoları olan çocuklar da vardı. Ama bunlar koca şehirde sayılı zengin çocuklarıydı ve bizim onları kıskandığımızdan çok onlar bizi kıskanırlardı. Çünkü onlar her ne kadar okulda bizimle aynı sınıfı paylaşsalar da sokağı bizimle paylaşamazlardı; çünkü ana babasız, dadısız, uşaksız veya şoförsüz dışarı salınmazlardı.
Dayak yesek de yaptığımız her şeyin arkasında dururduk ve tutarlıydık. Evet, biz harbiden çocuktuk; üstelik büyüklerin yoksul ve zor dünyasında çocukluk yapabilen sıkı çocuklardandık…
Gene de bugünün çocukları bizim çocukluğumuzdan daha iyi olanaklar yaşamaktalar. Genellemeyelim amma zannediyorum daha şanslılar. Öyle sanıyorum ki onlar da aynen bizim gibi övgü ve özlemle anacaklar çocukluk yıllarını. Her çocukluk güzeldir; yeter ki tüm sevgi kuşları çocukların başına yuvalansın…
Benim çocukluğumda, köyde ve gecekondu mahallemizde bayramlar çocukların en mutlu olduğu günlerdi. Babamın zamanında da öyleymiş; çünkü babam bayramlar hariç hemen her gün dedemden dayak yermiş. Bir bayramda arkadaşlarıyla hep bir olup bayramlık yiyecek vermeyen Satı kadının evinin basamaklarına pislemişler. Bir keresinde de, gece ay ışığında harman savuran kadınları korkutmak için üç arkadaş başlarına beyaz çarşaf geçirip atlayıvermişler harmanın içine. Ödleri kopmuş kadınların; çığlık çığlığa kaçışmışlar. Bence, babam zamanesi çocukları gereğinden fazla haşarıymışlar.
Benim çocukluğumda zenginin çocuğu fukara çocuğuyla arkadaşlık edebiliyordu. Ömür benim en iyi ve sağlam arkadaşımdı. Kendisi o günün değerleriyle oldukça zengin sayılırdı. Şişli meydanına bakan kaloriferli bir dairede oturur, ilkokula özel şoförü ile gelir giderdi. Evinde ayrıca bir hizmetçi ve bir de aşçı çalışırdı. Bütün bunlara rağmen ben istediğim zaman evlerine gider, sofralarına oturur, birlikte ders çalışır, Avrupa malı legoları ve türlü oyuncaklarıyla birlikte oynardık.
Ömür’le ara sıra dövüştüğümüz bile olurdu; ama hiçbir zaman bizi ayırmalarına gerek kalmazdı; hiçbir zaman da çekişmelerimizin peşi sıra gelen küskünlüğümüz yarım saatten çok sürmezdi ve bir kez bile büyüklerimize birbirimizi şikâyet etmedik. Ben, Ihlamur Deresi Teneke mahallesinden; O, Şişli sosyetesinden geliyordu; buna rağmen kavgalarımızda bile çok iyi anlaşıyorduk. Çünkü varsıllık kibri ve yoksulluk gururuyla kalplerimize vurmazdık. Çünkü yoksulun zengini düşmanca kıskanmadığı ve zenginlerin çocuklarını yoksullardan soyutlamadığı bir zamanın çocuklarıydık... Gene de “biz sadece çocuktuk”… Büyüdükçe farklı yaşam kültürüyle biçimlenen varlıklarımız yan yana geldiğinde sırıtır olmuştu. Büyüdükçe içimizdeki çocuğun masumiyetine yabancılaştık. Büyürken kendimizi yavaş yavaş geri çektik ve sessizce kaybolduk…
*
Muharrem Soyek