Hayırda, şerde insan insanın aynasıdır
Neyi göndersen yine sana döner zikrin!
Gelin anne demezse görünen kaynanadır
Yağmurdan kaçana dost, yoludur dolu şükrün…
Sabırlı olmak, yaşayan her insanda ateşten bir gömlek gibidir. Sorunlara dayanılması zor, derdimizi anlatmak da bir o kadar çile doludur. Ayrıca, niçin ve neden sabır edileceği sorularına cevap bulmak da bir o kadar karmaşıktır. Dinlerken, yemek yerken, koşarken, alış veriş yaparken… Kısacası yaşamın her anında yabancı kişilerle, görüntülerle ve iletişimlerle karşılaşabiliriz. Sabırlı olmanın sonuçları ise, buna katlanan insan ve çevresindekiler için olumlu yanı öylesine etkilidir, süreç çok zaman alsa da!
İki insan arasında yapılan iletişim, başlangıçta her türlü açıklık, özgüven ve kısa sürede samimi bir havaya bürünüyorsa, sanki sihre kapılmışta, el hareketi çınladığında uyan dercesine rüyadan uyanmışçasına, kişiler üzerinde olumsuz etkiler bırakır. Bu durum, fiziksel hastalık geçiren insanın düzenli olarak ilaçlarını alarak iyileşmeyi seçmesi yerine, bütün alacağı ilaçları bir anda alıp iyileşmeyi ummasına benzer. Bu duruma düşen kişiye erken müdahale edilmezse, sonu ölüm olacağı kesindir. Öyleyse, yeni tanıdığımız kişiyi zaman dilimde tartarak, düzeyli paylaşarak, geniş bir zaman diliminde tanımaya çalışılmalı ki bu sağlıklı iletişim olsun, yoksa her türlü ön yargının içinde iletişim başlamadan biter, sonu da hüsran olur.
Her tanışma ve dostluğa varacak iletişimde, ilaç modelinde olduğu gibi sabır çok önemlidir. Bu süreçte, kişinin mizacı, istekleri, hayatından beklentileri, umutları gibi beklentileri göz önünde bulundurularak, ortak beklentilerin uyuşması gözlenmelidir. Eğer uyum mükemmelse, dostluğa diyecek olmaz. Paylaşırken geçen zamanı bile unutabiliriz. Ancak yine de bu varsayım teoriktir. Çünkü iletişim kurmak isteyen kişinin de kendisinin ne istediğini veya ne yapmak niyetinde olacağını bilmediği göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde ki içtenlik yaklaşımı ve anlayışı iletişimde haksız bir yaklaşımdır. Kişilerin hayati beklentilerini ve fıtratını bilmediği tanışma ve paylaşım tehlikeli ve yanlıştır.
Neden yanlıştır? Gerek karşılıklı suçlamaların olması gerekse üçüncü şahıslar tarafından o kişi hakkında yanlış duyumların alınması ve sonrasında güvenirliliğin zayıflaması olasıdır. Başlangıç iyi bir arkadaşlık anlayışının azılı bir düşmanlığa dönüşmesi içten bile değildir. Evlenip boşanan kadınların başına gelen şiddet olayları ve ölümlerinde olduğu gibi… Böylesine gereksiz acıların meydana gelmemesi için doğal dengeyi bozmadan ve sahiplenme olgusunu terk ederek iyi niyet ve sabır çerçevesinde paylaşımları zamana bırakmakta her zaman yarar bulunmaktadır.
Buna örnek vererek açıklamaya çalışayım.
Yolda yürürken annesinden azar işitmiş çocuğun hüngür hüngür ağlayışını gördüğünüzde pür dikkat kesilirsiniz hemen. Çocuğa hemen sorarsınız, “Annem çikolata istedim almadı!” der! Hemen elinden tutar bir markete girer ve istediği çikolatayı alır ve böylece çocuğun ağlamaktan vaz geçip, teşekkür edişinden mutluluk duyarsınız. Biraz sonra anneyi görürsünüz, tam suçlayacaksınız ki, “Çikolata alerji yapıyor. Bu yüzden almıyorum!” demez mi. Yüzünüz kızarız ve çikolatayı aldığınıza pişman olursunuz. Anneden de özür dilersiniz. Bu olayda nedenleri öğrenmeden, sabırsızca çözüm bulduğumuz ön yargımız çocuğu belki de hastalık krizine sokacak hale getirecektir. İyi niyet demek iyilik yapmak anlamına gelmiyor işte!
Evet, çocuk ağlamaktadır. Çocuğa bakan kim olsa, buna çözüm bulmak için çırpınacağı görüntüsü vardır. Ancak, ağlama nedeni, canı yandığı için değil şımarıklıkla amacına ulaşamadığı hedefe bir nevi isyandır. Annesinin bu yaklaşımını beğenmemiştir. Çocuk neyin zararlı veya neyin yararlı olduğunu nereden bilecektir ki… Oysa o ağıtın ardından yaptığına pişman olup, çocuk yine annesine sarılacak ve yeniden sevgiyle anneciğim diyecektir de!
İnsanların yaşadıklarına ikna olabilmeleri için kendi gözleriyle görme isteği, tıpkı çocukların dayakla terbiye edilmesine benzer. Evet, mutlaka bir acı o kişiye denk gelecek ve sonrasında onun varlığını kabul eden imajı da… Boşa harcanan para, ömürden giden zaman ve huzursuz edici sonuçlar gibi neleri kişilere kaybettirecektir.
Karşılıklı paylaşım sırasında en keskin sonuç, eğer kişiyle paylaşırken sıkıntı verici isteksizlik doğuruyorsa, bunun nedeni karşımızdaki kişinin bir çıkarı için bizimle paylaşıyor olmasıdır. Aman dikkat edin. Sıkıntıyı hissettiğiniz andan daha fazla sıkıntıyı yaşamadan tatlı dille bu kişiye veda edin ve o kişiyle bir daha da görüşmeyin.
Paylaşımın temel amacı, iki tarafında isteklerin gerçekleşeceği bir paylaşım sürecidir. Vedalaşırken, huzurlu hissedebiliyorsak, ne güzeldir değil mi? Kısacası, iletişim sabır içinde ve hedefi de mutluluk olan güzel bir oyun olmalıdır. Uyuşturucu, alkol vs. gibi sarhoş etmemeli, aksine içtenliği sindire sindire yaşayarak ve sahiplenmeden paylaşım anının keyfini sürmektir.
İnsanın en zor anında yapılan iletişim en zor olanıdır. Bunu yedek subaylığımdaki öğrencilik döneminde çok acı bir şekilde yaşadım da…
Yedek subaylığımın öğrencilikle geçen dördüncü ayının son gecesinde, her öğrencinin mezuniyet sarhoşluğunu ve uygulanan baskılara özgürlükle karşılık verdiği ortamda, zorbalıkla yanlış paylaşımlara itelenmiştim. O gece, hiç tasvip etmediğim bu ortamın kötü bir rüya olduğu düşünerek uyumayı tercih etmiş ve akşamın erken vakitlerinde yatağıma uzanmıştım. Ancak üç öğrenci yatağımın başına geldi ve omuzlarına alarak, “ Küfret… Küfredene kadar seni omuzdan indirmeyiz!” deyişleri hortlak sesi gibi çınladı kulaklarımda. Hatta nerdeyse iki yüze yakın öğrencinin tezahürat eşliğinde alkışları cabasıydı. O kadar kibardım ki, o kadar sevgi dolu… Bu sabrımı yanlış anlaşmışlardı! “Küfretmem! “diyordum. İndirmiyorlardı. Çaresizce insanların en kutsalı olan anne ve babalarına küfretmem de sakınca olur mu diye sordum. Et de neye edersen et diyorlardı. Çaresizdim. Küfür ettim. Ne kadar eğlenmişlerdi buna… Kalbimde fırtınalar koptu, ben neredeyim dedim. Yoksa burası cehennem miydi?
En azından sözlerinde durmuşlar ve beni omuzlarından indirip yatağıma getirmişlerdi… Tam rahat ettim derken, yine geldiler. Niyetleri omuzlarına yeniden almaktı. Artık ben başka bir insan gibiydim. Birinin yakasına yapıştım ve yumruğumu sertçe sıktım. “Eğer derdiniz kavgaysa, ben bir kişiyim siz üç kişisiniz, sorun yok… Haydi, kavga edelim! Ben sizinle paylaşmak istemiyorum. Ne haliniz varsa görün!” bu kararlı ve sert tavrım, üstelik gürlemem hemen etkisini göstermişti. Geri adım attılar, kavga etmek değildi niyetleri… “Seni yanlış tanımışız!” oldu son sözleri… Gittiler! Sonunda onların anlayacağı şekilde iletişim kurabilmiştim. Oh be… Dedim. Huzurla dört aylık bir gecelik uykuyu uyumuştum hemen.
Ben oyun oynamadım. Rol yapmadım. Neysem oydum. Kimseyi tanımadığım bu toplumda zaman içinde zayıf kaldığımı ve kişiliğimden taviz verecek hale geldiğimi anladım. Hepsi üniversite eğitimi almışlardı. Nasıl olurda böyle davranırlardı. Anlamadım. Demek ki, arkasında destek olmazsa, dayı olmazsa, verilen eğitimin iflas ettiğini… Diplomanın insan yapmadığını gördüm. Birde gelecek de bu insanlar ülkemi yönetecekler, toplum hakkında hayati kararları alacaklardı… Bu en acısıydı düşündüğümüm.
Atalarımız boşuna dememiş, bir insan tanımak istersen yolculuk yap, ye, iç… Ben bir şey daha ekliyorum, bir insan tanımak istersen askeri öğrencilik, askerlik yap!
İnsan ağız yoluyla zehire karşı önlem alabilir ama insanın beş uzvundan içine giren yanlış fikirler, deyişler, küfürler… O zehirden daha hızlı öldürürler. Ağzımızdan her çıkanı süzgeçten geçirip, iyice düşünüp karşımızdakine söylemek gereklidir. İnsanı yaşatmak istiyorsak, ona karşı sabırlı olmalıyız. İlk önce kendimizi tanıyıp sonra karşımızdakini tanımalıyız. Türkçemizde konuşulan sözcüklerde bile anlam karmaşası var, nereye çeksek gidiyor. Belki de bu sabırsızlığımız dilimize bile yansımaktadır. Ortak dilde, kalpte, paylaşımda güzel iletişimde birbirimizi anlamamız için, Ya Sabır!
Saffet KURAMAZ