El, El’e göre muvazaalı yapılan duruma kader ve takdir diyordu. Siz de önce kader ve takdire inanır oluyorsunuz. Sonra da El’in kendi kader ve takdiri iradesiyle ortaya koyduğu İbrahim’i ve İbrahim’in babasını şanslı kılan El’e iman ediyordunuz. Bu imanınızla İbrahim’i millet oluyordunuz.
El düşüncesi İbrahim gibi kişide somutlaşınca bu kez de kişi bu sahipliği nedenle alan kazanıp El gibi davranıp takdir ve irade de bulunuyordu. "Ey Rabb! Beni İbrahim’in yolundan ayırma" diye dua ediyordunuz. Ama bir türlü asker ve sürü sahibi olan İbrahim'in, mal-mülk sahipliği olmasının yolunu bulamıyordunuz. El takdiri herkese göre değildi. Kimine mal mülk veriyordu. Kimine de vaat verip öğüt ediyordu. Kiminin payına mal mülk düşmüştü, kiminin payına da öğür, sabır, rıza düşmüştü.
İbrahim dönemi; kendi öncesinden Musa dönemine doğru gelen süreç içinde El’in sahipliği olan rab düşüncesine doğru evrim geçirecekti. El takdiri nedenle yeryüzünde bozgunculuk çıkmıştı. Rab El’in bu bozguncu oluşunu yumuşatan El’di. Sahipliği olan El, sahiplik kavramını sağlayan taşların yerlerine oturmasıyla; rabbin sahipliği saltık bir kuramsal bilgi gibi yansımaya başlamıştı. Sahipliği olmayan bir rabbin aksini düşünmek pek olası olmuyordu. Çünkü siz sahipliğinizi açıklayamıyordunuz.
El iman üzerinde şüphe dahi edilmeyendi. El şüphe etmeyen imanla muvazaalıydı. Bu ihsas El’in; El Malik El Melik düşüncesi olmasıyla kabul edildi. El Malik El melik kabul edilen El'in ya da terbiye eden, acıyan Rabbin, Rabb söylemiyle El’in güncel söylemi içindeki “sahipliği” biraz geri çekildi. Sıra sahipliği olmayanları görmeye gelmişti. Bir durumu görüp diğer bir duruma göz yummak hayli pahalı oluyordu. Onlara El’in, Rabb sıfatıyla vaat, öğüt, sabır tevekkül; yani kölelik olan kulluk öğretilecekti.
Bu kes de El vaadine kapılıp El’e sığınmış olan sefillerin terbiyesine sıra gelmişti. El’in dilemesi ile kötülüğe uğrayan yoksullar köleler umut beslemekle El vaadine kapıldılar. El’e sığındılar. Sığınmacılar (El’e teslim olanlar) El’in rahleyi terbiyesinden geçmeliydiler.
Sefiller zengin fakir ikilemi içinde kör nefis ve kötü bakışla idoluydular. Sahipliğe karşı iç çekiyorlardı. Sefillerdeki, kölelerdeki kör nefis ve kötü bakış içinde oluşan homurtu yapmaları ıslah edilmesi, terbiye edilmesi gerekiyordu. Bunun için de sahipliğin sözlü ve fiili öğretisi olan "ideolojisi" ya da " kutsal addedilen din söylemleri" ortaya konacaktı.
Dini söylemler içinde olup bitenler şuydu. Kendi öncesinden beri köleci deneyimlerden oluşan El mantaliteli tecrübeleri derleyip, kendi alanınız içindeki egemen sahipliğe göre söyler olacaktınız. Sizden önceki sosyal akıl; bir yaşam gereği nedenle "oruç sabırdır mı" demişti. Siz de sabretmeyi öğreten orucu, egemenliğinize göre biçim ve ritüel edecektiniz.
Rabbin; bu tür sahiplik ve merhamet iradeli takdirleri nedenle kendisine sığınılandı. Rabbin merhamet acıma sıfatı Rabbi yoksulların da El’i haline getirmişti. Rabbe sığınmayla (köle olmayla) iş bitmiyordu. Esirgeyen bağışlayan, umut olan Rab; kör nefis içinde olanları eğiten, terbiye edendi.
El sahipliği vermekle işi oldurup bitirmişti. Oysa El’in Rab yansıması umut olmakla sürekli olacaktı. Hiç kuşkusuz ki Rabb kendi mal sahipliğinin yansımalarından ve kölelerin yoksunluğundan doğan ikilemli yansıma çatışmalarını eğitim ve terbiye yoluyla aşacaktı.
Şişede durduğu gibi durmama gerçekliği; El’in sahipliği içinde de yansımıştı. El’in mülk sahibi olması demek, El'in mülk sahibi olukla kalması demek olmuyordu. Mal sahibi olmanın keyifli derdi, başından aşkındı. Malı elinde tutma ve malın mülkün sürekli işletmenin devamlı olması gibi yansımaları vardı.
Bu eğilimler mal sahibi olmanın şiddet ihracı yapması ve mal sahibinin diken üzerinde olmasıydılar. El anlayışlı bu tür yansımalar, aktif yansımalardı. Sahiplik ihtirası; dışa doğru zalimce, zulümce, zorbaca, tasallut olurca, saldırı olmanın baskı ve basınç yansımalarıydı. Umut vaat yansıması pasifti.
Mal sahibi olamayanlar da, mal sahibi olmamakla kalmıyorlardı. Mülk sahiplerine karşı yağma, talan hırsızlık için saldırıyorlardı. Mal sahipliği gibi durmayan El’in takdiriyle gerek mal sahipleri; gerekse yoksullar “yeryüzünde bozgunluk çıkarıp kan dökücü oluyordu”. Aslında “mal” fitneydi. Zenginden fakire doğru bir fitneydi. fakirden zengine doğru da bir fitneydi. Mülk sahibinin saldırma zulmü köleler üzerinde bir içe kapanma ve savunma olurken; kölelerin açlıklarını, yoksunluklarını gidermek için mal sahibine doğru yaptığı çıkış hırsızlık, çapul ve yağmaydı.
El kolektifin malını alırken yaptığı hırsızlığı unutup; toplumu düzenlemek için kölelerin hırsızlığına kafayı takacaktı. “Hırsızlık yapmayın, çalmayın, yalan söylemeyin, efendinize saygısızlık etmeyin diyecekti. Hatırlayın lütfen El’in ; “Benden size bir iyilik (zenginlik) geldiği zaman onu sizden kim alabilir? Bizden size bir kötülük (fakirlik-yokluk) geldiği zaman onu sizden kim alabilir” dediğini. Ben dediği El’in tevhit dili. Biz dediği El’in oligarşi dili. Oligarşi içinde konuşmasıdır. El’in kendi kötülüğüne uğrayanları; kendisinin eğitim ve terbiye etmesi içinde olacaktı. Davranış değişikliği yapmayan eğitim, öğretim ve terbiyenin hiç bir önemi yoktu.
El’e göre terbiye etmenin, yetişmenin en önemli enstrümanı başa gelenleri suhuletle karşılatıp sabretmeydi. Rab sabredenleri övüyordu. Rab yolu sabır yoluydu. Sabır köleler için kurtuluşlu yol olacaktı. Geçi El, mal mülk vermekle kiminle beraber olduğunu göstermişti ama olsundu fazla laf göz çıkarmazdı. “El sabredenlerle beraberdi”.
El’in eğitimi içinde “maldan, mülkten, candan eksiltmeyle sabırların sınav edilmesi” vardı. El vaatlerini sabır edenler üzerinde yoğunlaşıyordu. Aç olduğu halde efendinin malına el uzatmayanlar; bırakın el uzatmayı el uzatmayı aklına bile getirmeyenlerin göstereceği bu sabır, cennet ile mükâfatla nacaktı.
Eğitim-öğretim; yani terbiye etme, yetiştirilme işi; sözel bilgi olmanın yanında fiili duruma dönüştü. Aç olanlar efendinin yiyecekleri karşısında sabır göstererek çalmaması gerekiyordu. “Aç itin fırın yıkması yerine” aç itin fırın vitrinini yalamasında hiçbir beis olmadığı gibi aç olanın fırın yıkmaması yerine, en temel dürtülerine sabır etmesi çok makbuldü. Bu direnç azminin daha en baştan kırılmasıydı.
Bu sabretme köle Epikür’ün bacağını kıran efendisine “bacağımı çok bükme, kırarsın demedim mi?” diyen kırık bacağın dayanılmaz acısına sabretmesine varan bir mistiklikti. Oysa günümüzün erdemi; kölenin kırılan bacağının acısına katlanması yerine, o bacağı kırdırmamayı öğrenmekti.
Sabır gösterme işi için toplu sosyal öğrenme içinde oruç gibi baskı ritüeli yapılması ise efendiler adına tebrik edilmesi gereken takdire şayan bir durumdu. Ön ittifaklı ilk seremoniler içindeki oruç ritüeli kendisinden olmakla kurban edilen kişinin etini yemeye karşı bir dirençti. Ama dinlerdeki gibi “kötü ve kör nefse karşı direnç içinde oluş değildi. Sevabı ve cennet hedefi gözetilen bir sabır değildi. İttifaklar döneminde anlaşma olan koalisyonları, ittifakı mühürle pekiştiren bir ritüeldi.
İttifaklar, “sosyal totem mantığı” aşabilmek için bir geçiş ritüeli uyguluyorlardı. İttifakın birleşme ve temas etme süreci içine geçebilmek için gruplar katılımlı büyük şölen düzenliyorlardı. Bu şölen kurban veren grup nezdinde felaketti, tufandı.
Şölen ittifaka katılan grup sayısı kadar gün içinde her gün bir gruptan bir kişinin kurban edilmesiyle sürüyordu. YHW ittifakı altı gruptan oluştuğu için altı gün sürmüştü. Ve bu nedenle YHW 7. Gün sırt üstü uzanarak bacağı bacağının üstüne atarak dinlenmişti. Diğer karşıt grup kişileri kazan kaynatma töreni içinde kurban edilen bu grup kişisinin canını kanını yiyordu. Yiyiciler canından kanından yedikleri grupla kardeş oluyorlardı. Kardeş olma; totem dönemden beri “ten teması yapmanın, elinde yemenin, karşıdakini kendi gibi saymanın en temel meşruiyetlik vizesi olan tabuydu.
Böylece karşı grup kişisinin canını yiyip, kanını içenler; ziyafet veren tarafla aynı candan kandan oluyordu. Bu nedenle ittifakı sosyal mantaliteye uygun bir ritüel yapıyorlardı. Ziyafet veren grup ta kendi kanından canından olan kaynamış etin yenmesine sesiz kalmakla, içlerinde buğuz eden bir tepki gösteriyordu. Böylece "Kazan kaynatma şölenleri" içinde insan eti yeme seansları ortaya konmuştu.
İttifakı olan gruplardan her biri kendisinden olan ziyafet etini yememekle tuttukları o günkü oruç perhizi El’in ortaya koyduğu bir biliş buluş değildi. O günkü oruç, zengin fakir diyalektiği içindeki gibi El mantığı ile sabretmek gibi soyut bir amaca hizmet etmiyordu.
İttifakı şölen günü taraflar ziyafeti yemek için ziyafete kadar bir şey yemiyorlardı. Çünkü açlıkla karşı taraftan kurban edilen eti isteyerek ve iştahla yemekle gruplar totemi aitlik kazanıp birbiri olacaktılar. “İlahlar kurbanın başına sinekler gibi üşüşeceklerdi”.
Henüz ilk ittifaklar içinde insan yoktu. Kurban eden de, kurban edilen de, kurbanı yiyen de ittifak kararı alan totem gruplu ilahlardı. Böylece ait olma üzerinde akit yapılsındı. Şölen günü kurban verme sırası kendi totem grubuna gelen kişi ilahlar; kendilerinden olan grup kişisi ilahı yememek için o gün şölen dağılana kadar hiç bir şey yemiyor, şölen boyunca yas tutuyordu.
O grubun kişileri yas tutup; kendi kişisinin etinin kendileri tarafından yenmemesi için sembol olarak kazandaki ete tükürüyormuş gibi yere tükürüyorlardı. “ o gün İggiler kafalarını çevirip tükürdüler” İggi olan yukarı gök yerli grup, kendileri için gönüllü kurban verdikleri kazandaki eti tiksinç ediyordu.
El, kimi kişilerin sahiplik tescilini yapması gibi orucu da ittifaklardan aşırmıştı. "Oruç sabırdır" diyordu El. İşte El bu eski seremoniyi kendi tasarrufu gibi kullandı. İttifakların kendisinden olan kurban etini yememe perhizi olan anıyı, periyodik gelenekle oruç yapmıştı. El, orucu kendi amacı doğrultusunda eğitip yetiştirici olduğu ideolojik amacının içinde kullandı. Hem de bambaşka bir nedenle kullandı.
El’in sahipliği El sahipliği ile kalmadı: El takdiri; “Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar” ortaya çıkardı. İşte bu fesadı önlemenin yollarından biri de; oruç olabilirdi. El mantığı içinde sahiplik iradesini egemen kılınmak esastı. O gün aç kalmak efendilerin malına karşı oluşan fesat nefsani eğilimleri yatıştıracaktı. Orucun kör nefisleri dizginlenmesiyle efendilerin malı görece selamete çıkıyordu.
Çalmayacaksın biçimindeki bilişti şöylem; fili söylemle sabredeceksin; demenin yememe perhiz sınavı ile pekiştiriliyordu. Sürekli olan oruç tekrarları sizin üzerinizde kendiliğinden bir kontrol mekanizması olmakla o tür düşüncelerin eyleme dönüşmesinin az çok baskılanması olmaktadır.
Dinlerdeki orucun; sabır olan sosyal öğrenmeli geleneğinin geçmişinde, böyle bir sosyo toplumsa telkin vardır. Hatta oruç tutturulmakla perhiz eden direnççi sabır çinde denenen kişilerde, gözlemler birbirini gözetmeler yapılıyordu. Perhiz yapmayla direnççi nefisle oluşan eylem iyi fiildi. Bu fiil İyi eylemlere dönüşmekle; dinlerin en önemli ibadet ritüelini oluşacaktı.
Adaletin ve mülkün kutsandığı bu günlerden geçmiş sürece doğru bakarsanız süreç size çocuksu gelir. Ama o dönemden günümüze doğru bakarsanız; hatasıyla, doğrusuyla adım adım imbikten süzülerek inşa kılınan muazzam bir geçmişle background görürsünüz. Sürece o günden bu güne doğru bakalım.
1-Köleci mantık Musa dönemine doğru "Rabbim bilimimi artır de" diyerek dua ediyordu. Hâlbuki rab mana anlayışı; o dönemde ortada olmayan biliminizi artırmak için ortaya konmamıştı. Aksine rab kolektifin nesnel bilgisi üzerinde, kendi irade konusundaki muvazaasını yapmakla, ortaya çıkmıştı.
El’in tekillik ve tek olduğunu söylemesi süreci çoğul olmanın işiydi. Oligarşi çoklu iradenin tek irade gibi belirtilmesiydi. Ağız birliğiydi. Sosyo toplumsa devimle bir organizma gibi oluştu. Çokluğun bileşke kararını tek ağız gibi söylemekti. Ve çokluğun “irade birliği kararını” söyleme zorunluluğu ile teklik vardır. Değilse bir şey tek oluşuyla durduk yerde karşıtı olmadan ben tekim demez. Birim deyip tevhit amacı gütmez. Muvazaalı oluş ta zaten tam da burada; bu zıtlaşmada ve zıtlaştırmalarda başlıyordu.
Gerçi oligarşi öncesi El irade sahibiydi. Ama tek olduğunu söylemiyordu. Bu nedenle ilk oluşumu esnasında farklı farklı kişilerin; farklı farklı El’i olmakla; El’in zengin ettiği kişi sayısı kadarla El birçoktu. El, O kişinin El’i ya da sahiplikler doğrultusunda eğitim yapan Rabbi olmakla da tekti. Kişiye göre kişi iradesi olmakla birçok tek olan El ya da Rab vardı.
Hamurabi’nin Rabbi, İbrahim’in rabbi, Firavunun Rabbi gibi. Firavunun Rabbi ile Musa’nın rabbi oligarşin tevhit esnasında güç yarışı yapıp birbirine üstünlük taslamakla birbirine galebe gelmeye uğraşıyordu. Her zaman yeni olan; son olan; bir önceyi yeni anlatımlarıyla, yeni hikâyeleriyle; yeni olan güncel niceli düşünceleriyle yenerdi.
Artırılması istenen bilim isteği din bilirlikti. Din kendisini insanlara hakikat olan doğrular olmakla söylediği için bilgi ve bilim diye; bilgi ve bilim ikisi bir arada anılıyordu. Birbirinin yerine kullanılıyordu. Musa ve Firavunun sihir olan tavırlarına bilgi ve bilim dedikleri yarışlarını hatırlayın lütfen.
Yine Babil’e inen Harut ve Marut adlı iki meleğin bilim diye, bilgi diye nasıl sihirler öğrettiğini hatırlayın. Dinler sihri öyle kullanıyordu ki sihir gerçekmiş gibi “Yehve’nin izni olmadıkça onlar bununla hiç kimseye zarar veremezlerdi” demekle; El sihir üzerinde güç (kendisini) kişilere ihraç ediyordu. Dinler her üç durumdan da yararlanmakla; sihre karşı çıkan durumları olsa da kavramların her üçü de dinler için aynıydı.