Otoyolun yanlarında yükselen lambalar çevreyi aydınlatmaktaydı. Çift şeritli yolda tek tük araçlar seyrediyordu. Klasik otomobil sinyal verip plazanın önüne yanaştı. Şoför tarafından kırklı yaşların sonunda adam çıktı. Yaklaşan valeye anahtarı fırlattı. Koşar adım döner kapıya yönelmişti ki arkasında gürültü koptu. Korkuyla döndü. Otomobilin çöken tavanında kanlar içinde kadın uzanıyordu.
Kadının
yüzünde dehşetin izleri derinleşmişti. Geri geri balkon korkuluklarına doğru
adım atıyor “Lütfen! Lütfen! Söyledim ama dinlemedi,” diye yalvarıyordu.
Vücudunun git gide aydınlandığını görünce nefesi sıklaştı ağzı kurudu. Alnından
burnuna oradan ağzına doğru ter damlaları oluk oluk aktı. Gözleri kamaşıyordu.
Korkuluklara yaslandı. Ayakları yerden kesildi. Demirlere sıkıca tutundu.
Parmak boğumları yumruğunu sıkmaktan kanla dolup şişerken boşluğa doğru
savuruldu. Çığlıkları karanlığa karıştı.
Adam
kapıda ayakkabılarını giyerken kadın eşiğe geldi. Yalvarır sesle “Yanımda kal
David. Dinle beni.” Elini tuttu. David’in gözlerinde cepheden cepheye
savrulmuş, gelecekle ilgili umutlarını kaybetmiş her askerin gözündeki o
karanlık vardı. “İlaçlarını al!” “Alıyorum. Ama gelmeye devam ediyorlar. Çok
sıcaklar.” David elini kurtardı. Ayakkabılarını giymişti. Asansörü çağırdı.
Yeşil ok yandı. Kapı önünde dikildi. Kadına bakmıyordu. “Alex güneşin
gönderdiği ses dalgalarını kaydetmiş. Çözmemi istedi. Adam: direktör, ‘eşim
uzaylılarla konuşuyor, gelemem mi’ diyecektim!” Zil duyuldu. Kapı açıldı. David
asansöre bindi. Kadın dizleri üzerine çökmüş elini uzatmıştı. David düğmeye
basıp kadına bakarken kapı kapandı. “Çözmeni istemiyorlar.” İki büküm oldu.
Hıçkırıkları yetimhaneye terk edilmiş çocuğun acısıyla yüklüydü.
David
otomobilinde keyifle müzik dinliyordu. ‘Stanford Deneysel Fizik Laboratuvarı’
yazan totemin yanından dönüp otoparka girdi. Gözlerine inanamadı. “Gece
yarısını geçti ama yer yok” Etrafına bakındı. Engelli yeri boştu. Haç çıkarıp
park etti. Acele ediyordu. Turnikede kartını okutup laboratuvara girdi. Duvar
ekranına devasa güneş görüntüsü yansıtılmıştı. Ekranın sağ ve sol tarafından
arkaya doğru uzanan ofislerde koşturmaca devam ediyordu. Masadan masaya evrak
taşıyanlar, bir telefonu kapayıp diğerini açanlar… David ofis camlarının
önünden geçip çelik kapıda durdu. Gözünü kırmızı ışık çıkan deliğe yasladı.
Kilit açıldı. Kapıyı kuvvetle ittirip içeri girdi. Dört duvarı siyah boyanmış
odayı tavandaki lamba aydınlatmaktaydı. Seslendi. “Alex!” Alex sandalyeye
oturmuş kulağına dayadığı kulaklıktan dikkatle bir şey dinliyor önündeki kâğıda
not alıyordu. Elini kaldırıp gelmesini işaret etti. “Yaklaş!” David adımlarını
hızlandırdı. Alex’in yanına sokulup elini omzuna koydu. Alex kulaklığı uzattı.
“Dinle bakalım.” David kulağına dayadı. Göz bebekleri mekik dokuyordu. Alex’in
elinden kalemi alıp masaya eğildi. Bazen yazıyor bazen duruyordu. “Bitti.”
Kalemi kâğıdın üstüne bıraktı. Alex kâğıdı aldı. Dikkatle okuyup mırıldandı.
“Dalgalar belli bir düzen içinde.” David korku dolu bir sesle “Güneş,
uzaylıların evi gibi duruyor,” deyip gülümsedi. Alex yutkununca âdem elması
aşağı yukarı oynadı.
Beyaz elbiseli iki adam, kollarından tuttukları deli gömlekli hastayı koridorda sürüklüyordu. Direnmesine rağmen hücresine sokup kapısını kilitlediler. David doktorla beraber koridora girdi. Hücrelerin önünden yürüdüler. İnlemeler, sayıklamalar, haykırışlar… Doktor bir yandan dosyayı inceliyordu. “David, Linda’nın sanrıları sesli, görüntülü olabilir. Onu…” David doktorun lafını kesti. “Buraya nasıl yatırabilirim.” Doktor durdu. David’de kedinin köşeye sıkıştırdığı civcivin çaresizliğini gördü. “Yatırmak istemiyorsan; sanrılarına kulak vermeli ne demek istediğini çözmelisin.”