Kuş
cıvıltıları, rüzgarla dans eden yaprakların şarkısı, tabiat ananın huzur veren
sesi insana kendini adeta cennette hissettiriyor. Kendi içsel yolcuğuna çıkıp
hayatın çileli kervanına ara vermiş oluyor.
İnsanlar muhakkak fırsat buldukça doğa gezilerine çıkmalı, ruhunu
keşfetmelidir.
O gün heyecanlıydım. Ruhumu keşfe çıkıyordum!
Küçük sırt çantama ihtiyacım olan her şeyi koyup spor ayakkabılarımı giyip
kendimi dışarı attım. İçim kuş cıvıltıları gibi kıpır kıpırdı. Maceracı ruhum,
bilmediğim bir ormanda kaybolmayı arzuluyordu.
Orman eve 1 saat uzaklıktaydı, ormana yakın bir yere kadar arabayla gidip
arabayı müsait bir yere park edip ormanın içine daldım. Hava o gün şansıma
güneşli, gökyüzü masmaviydi. Yüzümden gülücükler eksik olmuyordu; yerdeki
otlara, ağaçlardaki yapraklara, meyve tomurcuklarına, kuşlara neşeyle selam
verip tempolu tempolu yürüyor, şarkılar söylüyordum.
Bir yandan da deli gibi kendi kendime konuşuyordum:
-“Ulan bu insanoğlu manyak, böyle bir gezegeni neden terk edip başka bir
gezegen arayışına giriyor ki? Hadi onu geçtim başka gezegene anlam veririm.
Neden ağaçları kesip yerine betonarme binalar dikiyor? Bu betonlaşma sevdası
nereye kadar? Hakikaten bu insanoğlunu anlamak çok zor.”
Bizler doğanın bir parçasıyız. Bizler doğaya benziyoruz. Mesela gözlerimizde
görünen kılcal damarlar şimşekle birebir, gözlerimiz helux nebulasıyla birebir,
yaşlandığımız zaman yüzümüz ve vücudumuzun diğer bölümleri çoraklaşmış toprak
parçasına ne kadar da benziyor değil mi? Bizler eninde sonunda toprağa
karışınca tamamen ona ait oluruz. Daha
geniş bir açıyla bakalım. Bu muhteşem vücudumuzdaki bir hücrenin doğuşuyla bir
yıldızın ölümünü yan yana getirin. Evren ve insan vücudundaki hücrelere ne
demeli? İnsan vücudu sadece doğanın parçası değil, evrenin mini kopyasıdır.
Kendimi tamamen doğaya ait hissediyordum, temiz havayı mutlulukla içime
çekerken burnumun yanması, iyiye işaretti.
Yere uzandım ve bir parça gökyüzünü seyre daldım, iyi ki yaşıyordum.
Doğa bana en güzel ninnilerini söylerken içim geçmiş derin bir uykuya dalmak
üzereyken bilincim kapanmanın eşiğinden bana gülümsedi, gülümsedim.
Kaç saat uyudum, nasıl içim geçmiş hiç haberim olmadan kendimi kapkaranlık
bilmediğim bir yerde buldum. Ayağa kalkınca korku dolu gözlerle etrafımı
süzdüm; daha önce buraya hiç gelmediğimin farkına vardım. Etrafı biraz kontrol
etme amaçlı dolaştım fakat görünürde ne bir kulübe ne bir insan ne bir kasaba
vardı. Hava iyice karardıktan sonra ne yapacağıma henüz karar verememiştim. Ama
acele etmem gerekiyordu, zira ormanın içinde gezinen sinsi sis, tenimi usulca yalayıp
geçiyordu. Geçerken öylesine sessiz değil, iliklerimi titreten korkunç sesini
duyabiliyordum. Biraz sakinleştikten sonra yavaş yavaş haricimdeki sesleri
duymaya başladım. Baykuş, serçe, karga sesleri; yılan tıslamaları, uzaklardan
gelen kurt ulumaları beni bayıltacaktı. En azından kendimi yabani hayvanlardan
koruyacak bir sığınak bulmalıydım ve harekete geçtim. Yaklaşık 15 dakika
yürüdükten sonra önüme dik yokuş çıktı. Dinlenmeden ve düşünmeden o yokuşu
tırmanmaya başladım. Birçok eğrelti otu vardı ve boyumu aşıyorlardı. Ayağıma
takılan yerdeki sert otlar da çabası.
Yokuşu epey çıktıktan sonra bir ağacın gövdesine yaslandım ve derin derin nefes
almaya başladım.
-“Hey kimsin sen?” diye bir ses duyunca irkildim ve etrafıma baktım. Aslında
sevinmiştim, bir insan sesi duymuştum, bana yardım edebilirdi.
-“Asıl sen kimsin?” diye karşılık verdim.
-“Gecenin karanlığında bu terk edilmiş uğursuz ormanda ne arıyorsun bayan?”
diye sorunca afalladım. “Terk edilmiş ve uğursuz orman mı?”
Bu bana, korku filmlerinde sık sık adı geçen bir şeyi hatırlatmıştı: Terk
edilmiş akıl hastanesi. İzlediğim korku filmlerinde bu terk edilmiş tımarhaneye
maceraperestler keşfe gider ve esrarengiz olaylar birbirini kovalamaya başlar.
Ya hayalet, ya cin ya da canavar başkahramanlarımızla bir takım oyunlar oynar.
En sonunda başkahramanlarımız anlar ki peşlerine düşen bu şeylerin geçmişinde
yaşadıkları olaylardan dolayı buraya tıkılmış ve terk edilmiştir. Ya intikam
peşinde ya da bir şeyi çözmeye çalışmakta.
Bu terk edilmiş, uğursuz ormanda başrol oyuncu bendim. Tüm bunlar aklımdan
geçerken bir yandan benimle konuşan kişiyi arıyordum ki ayağıma bir şeyin
dokunduğunu fark edip iki adım geriye kaçtım.
-“Sakin ol, benden kaçma.”
Gözlerim ve kulaklarım beni yanıltmadıysa bir sincap konuşuyordu! Şaşkınlığımı
gizleyemedim birkaç dakika ağzım açık sincaba baktım. Sincap da her şey
normalmiş gibi kendime gelmemi bekliyordu.
-“Tamam yeter bu kadar şaşırdığın, alışsan iyi edersin.”
-“Se- sin-“
-“Yahu evet, ben bir sincabım ve konuşabiliyorum! Şimdi konumuz bu değil. Beni
dinle. Şimdi bu yokuşun 300 metre yukarısından sağa dönüp 500 metre ilerisine
gideceksin. Karşına büyük bir ırmak çıkacak, diz boyunu geçmez. O ırmağın karşısına geç; 100 metre sola dön.
Küçük bir kulübe göreceksin. Orada yaşlı bir kadın var, ona misafir ol.”
Beynim yanmıştı, ne diyeceğimi bilemiyordum.
-“Ne içtim lan ben?” diye fısıldadım.
-“Görünüşe göre bir şey içmedin, açlıktan senin kafa gitmiş. Bir an önce
söylediğim kulübeye varırsan ölmekten kurtulursun. Haydi durma fırla!” diye
bağırıp bir zıplayışta ağaca tırmandı.
-“Ha bu arada, taş düşebülü, ayı çıkabülü. Bol şans!”
Yok artık bir de ayısı vardı. Olan oldu artık her şey olumsuz değil çok şükür.
Her şey berbat gitmiyor Elhamdulillah. Mesela ayı karşıma çıktığında rahatlıkla
Kelime-i Şehadet getirebilirim. Çok şükür Kelime-i Şehadet getirmek öğretildi
bana. Ben de aşşırı zeki bir kız olduğum için bu kritik ve son anda aksiyonumu
alabileceğim.
Sincap kardeşin de dediği gibi yokuşu tırmanmaya başladım. Aşırı derecede sis
vardı. Yabani uğultular kulaklarımı tırmalıyordu. Bir yandan hızlı hızlı
yürüyor, bir yandan yaşadıklarımı düşünüyordum. Ki bir çığlık duydum:
-“Ay! Allah belanı versin az kalsın üstüme basıyordun. Önüne baksana.”
-“Anasını satayım bu karanlıkta kendi fiziksel varlığımdan bile şüpheliyken
seni nasıl fark edeyim ha? Sen de kimsin?”
-“Anan.”
-“Bana bak ağzını yırtarım düzgün konuş annemi anma!”
-“Kız yok, benim ismim Anan.”
-“Yok artık anasının manda gözü!”
-“Manda gözü burda değil, memlekete gitti.”
-“Sen kimsin lan? Sen benimle kafa mı buluyorsun?”
-“Dalgayı maalesef kaybettik. Geçen ay derede boğuldu.”
-“Şakanı si- neyse. Nerdesin göremiyorum seni?”
-“Yere eğil parlayan bir şey göreceksin.”
-“Parlayan ney görecem.”
-“Anan”
-“Bak yine anamı andın ezeceğim seni.” Kulaklarımdan dumanlar çıkıyordu ki iri
gözlü bir böcekle göz göze geldik. Evet, sincaptan sonra böcekle atıştık.
Yanlış okumadınız.
-“Anan benim yavşak.” Afalladım. Tam ağzımı açacakken;
-“Öyle anan değil. Seni doğuran kişinin ben olduğumu iddia etmiyorum. Zaten
fizik kurallarına aykırı bir durum. Biyolojik sınırlarım da buna asla izin
vermez.” Dedi.
Doğurmaktan bahsettiğine göre bir dişiydi.
-“Eehe erkeklerin doğum yaptığı nerde görüldü andaval.” Demesin mi? Tam ağzımı
açacaktım ki beni durdurup devam etti:
-“Hem hiç sex yapmadım, yapmış olsaydım şimdi burada seninle konuşuyor
olamazdım. Nedenini soracaksan bizim dişiler sex yaptığı erkeği öldürüyor. Bu
kadınlar psikopat.” Aman Allah’ım ben neler duyuyordum böyle. İnsanların cinsel
hayatını dinlemezken, hayatımda hiç porno izlememişken böceklerin cinsel
hayatını dinliyordum. Kendime iki tokat attım, zira bu yaşadıklarım bir rüya
olabilirdi.
-“Böcek hislerim diyor ki bu yaşadıklarının gerçek olup olmadığını merak
ediyorsun. Evet, bu yaşadıkların gerçek. Seni zorlu bir süreç bekliyor, ben
gidiyorum. Sana Allah kolaylık versin.” Deyip ayrıldı yanımdan bakir böcek. Giderken
bağırıyordu:
-“Ben kendime yeterim, ben kendime yeterim!”
-“Bana ne lan bana ne!” diye karşılık vermiş olmam umurunda değildi.
Olduğum yerde kalıp bu yaşadıklarımı düşünmeye vaktim yoktu, vardığım yerde bol
bol düşünecek vaktim olacağı kanısındaydım. Derin bir nefes alıp yola koyuldum.
Sincabın tarif ettiği ırmağa gelmiştim ama ırmağın debisi yüksekti; karşıdan
karşıya geçmenin yollarını düşünürken iri bir ses işittim.
-“Hey lanet olasıca, orada ne bekliyorsun. Taş düşecek!”
Taş konusu geçtiğine göre bana seslenen bir ayı olmalıydı. Tam arkamı dönüp ona
seslenecektim ki nefesini ensemde hissettim.
-“Hey dostum sen de kimsin lanet olası?”
-“Ben kayboldum ayı kardeş. Bir kulübe varmış buralarda, oraya gidiyordum.”
-“Neden kayboldun, buraya nasıl geldin lanet olası? Burayı lanet koca götlü
ihtiyar kadın ve ahmak koruyucularından başka kimse bilmez.”
-“Lanet olası bilmiyorum buraya nasıl geldiğimi Köydeki ormanda yürürken
uzandım çimene uykuya daldım; gözlerimi açtığımda bu garip yerdeydim.”
-“Torbacın kim lanet olası.”
-“Ayı kardeş, benim oyalanacak vaktim yok sal beni.” Derin bir böğürmeden sonra
koca pençeleriyle sırtımı sıvazlayıp:
-“Sen çok zor şeyler yaşayacaksın, bol şans diliyorum lanet olası” dedi.
Ne yaşayacaktım acaba? Neler bekliyordu beni. Bu ormandan kurtuluş yok muydu?
Beynim düşüncelerle çalkalanırken sincabın bahsettiği kulübeye geldim.
Kulübenin penceresinde bir mum alevi titriyordu, kapıyı çaldım ve biraz
bekledim. İki dakika sonra kapı ağır ağır açıldı ve bir koca karı göründü.
-“Hoş geldin evladım, buyur içeri.” Deyip içeri aldı beni. Hal hatır sormadan hemen bana bir sofra kurdu.
Fırından kıymalı börek, dolaptan da taze ayran getirdi, afiyetle yiyip karnımı
doyurdum. Sonra biraz laflayıp bana ayrılan odaya çekildim. Yatak, pencere
kenarındaydı. Sis dağılmıştı, gökyüzü aralanmıştı. Yıldızları seyrederken bir
ağlama sesine irkilip yatağımdan fırladım. Pencerenin dibinden geliyordu ses.
Camı açıp sesin geldiği yöne doğru baktım; bir kuzu. Ağlamaktan kan çanağında
dönmüş gözlerini gecenin zifiri karanlığında bile görebiliyordum.
-“Anne” diye ağlıyordu.
-“Noldu annene?” diye sorunca beni beynimden vuran o cevabı verdi:
-“Sen yedin annemi”
Ben koyun hiç görmedim, nasıl yemiş olabilirdim annesini?
-“Bir yanlışın var galiba.”
-“Benim bir yanlışım yok annemi yedin, gördüm seni!” deyip hıçkırmaya devam
etti. Ulan nasıl yemiş olabilirdim?
-“Söylesene be kuzu!”
-“Yediğin börekte annem vardı, annemi doğruları söylediği için kestiler yemek
yaptılar.”
-“Doğrular derken yavrum?”
-“zamanı gelince kendin öğrenirsin.” deyip yanımdan uzaklaştı ve çalılıkların
arasında kayboldu. Yalnız çevirmesi çok leziz olurdu keşke göndermeseydim o
zibidiyi.
Öyle yorgundum ki düşünmeye halim kalmamıştı. Başımı yastığa koyar koymaz
uykuya daldım.
Tatlı bir güneş ışığına araladım gözlerimi. Burnuma bazlama kokusu ve tereyağı
kokusu geliyordu. Fırlayıp beni misafir eden koca karının yanına gittim,
beraberce sofra kurduk; tatlı sohbet eşliğinde kahvaltımızı yaptıktan sonra
ormanda yürüyüşe çıktık. Gece yağmur yağmıştı, bitkilerin üzerinde su
damlacıkları vardı. Fotoğraf makinem yanımda olsaydı muhakkak birkaç görüntü
alırdım.
-“Nine, sen bu koca ormanda yalnız başına mı yaşıyorsun?” diye sorunca.
-“Evet” diye cevap verdi. Tam ona dün gece yaşadıklarımı konuşan hayvanları
anlatacaktım ki konuşmaya başladı ihtiyar:
-“Evladım, aslında ben yalnız değildim. Eskiden burada çok kişi yaşardı. Sonra
hayvanlarını satıp şehre yerleştiler. Oğlumla gelinim de bunların içindeydi. 28
yaşında bir torunum yaşıyordu benimle ama delirdi.”
-“Aa hadi ya? Neden? Ne oldu ki?”
-“Güzel güzel yaşarken bana bir gün gelip dedi ki babaanne, konuşan hayvanlar
görüyorum. Sadece bana değil babasına, annesine ve gördüğü herkese öyle
diyordu. Bu ormanın uğursuz olduğunu söylüyormuş hayvanlar buna. Hayvanlar
konuşabilir mi evladım? Annesi babası tımarhaneye kapattı mecburen. İyiliği
için başka bir şey değil.”
-“Hadi ya?”
Beynimden vurulmuşa döndüm. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Anlatmamaya
karar verdim.
Koca karı bana ormandaki bitkilerin Latince isimlerini söylüyordu,
özelliklerini sayıyordu. Hangi bitki zehirlidir hangisi faydalıdır hepsi
hakkında bilgisi vardı. Ayrıca hayvanları da çok iyi tanıyordu. Zehirli
zehirsiz böcekler yılanlar…
Yaban hayatına hâkimdi; bu yönüne hayran kalmıştım. Benim bildiğim koca karılar
nefes almaya çalışmakla meşguldü. Ama bu ihtiyar çok bilgili ve çalışkandı.
Günlerden bir gün beni yanına çağırıp bir sır vermek istediğini söyledi. Çok
heyecanlandım sırrın ne olduğunu merak ederken peşinden gelmemi söyledi.
Kulübenin içinde mutfaktaki halıyı kaldırdı ve duvarı ittirdi. Duvar bir kapı
gibi açıldı. Ağzım açık kaldı.
-“Sessiz ol ve peşimden gel.” Dedi. Meşaleyi yaktı ve önüme düştü. İlerlerken
duvarlardaki meşaleleri yaka yaka gidiyordu. Duvarları inceleye inceleye koca
karıyı takip ediyordum. Şaşkınlığımı gizleyemiyordum, adeta antik çağlardaki
yer altı şehirlerinin mini örneğine şahit oluyordum. Yerin birkaç kat altına
indikten sonra bir kapıyı açtı ve içeri girdik. Kasvetli bir havası vardı bu
odanın. Çok geniş ve rengârenk dumanlar yükseliyordu. Dikkatimi çeken şeylerden
biri de hayvan ve insanlara ait kemiklerdi. Kafatasları, kollar bacaklar. Koca
karı gözlerimin içine bakarak:
-“Ben aslında bir büyücüyüm.” Dedi. Duyduğum şeye emin olamadım:
-“Sen bir büyücü
müsün?” diye haykırdım.
-“Evet. Bağırma sakin ol. Şimdi senden istediğim bir şey var.”
Şaşkınlık beni boğuyordu, kulaklarım tıkanacak hale gelmişti ama yine de merak
ediyordum benden istediği şeyi.
-“Ben artık çok yaşlandım, hissediyorum ölümüm çok yakın. Ben bu dünyada en
önemli büyücülerin sonuncusuyum. Büyüklerim öldü gitti. Ölüm sırası bana geldi. Atalarımın tamamlayamadığı bir şey var. Onu
ben de tamamlayamadım. Ama sende bir ışık gördüm, sana bildiğim her şeyi
öğretirsem sen yaparsın.”
-“Nedir?”
-“Hayvanları himayene alıp dünyaya atalarımız adına hükmetmek. Bütün insan
ırkını yok etmek. Bu büyünün sonunda sen de bir hayvana dönüşeceksin ve ölümsüz
olacaksın.”
Duyduklarıma inanamıyordum.
-“Torununu değil seni tıkmalıydılar akıl hastanesine koca bunak! Ne dediğinin
farkında mısın? Diye bağırınca iki iri adam yanımda belirdi ve kollarımdan
yakaladılar. Koca karı:
-“Onu mahkûm katındaki hücreye kapatın da aklı başına gelsin. Yaka paça
sürükleye sürükleye mahkûm katına getirip küçük hücrelerden birine attılar
beni. Ben haykırıyordum ama sesimi duyan yoktu. Demek o hayvanlar haklıydı.
Zorlu bir süreçten geçecektim. Zorba adamların adım sesleri git gide kaybolunca
duvara zincirlenmiş bitkin bir kadın gördüm.
-“Hey, beni çözer misin?”
Üstü başı dağınık genç bir kız kolları duvara zincirlerle bağlıydı. Onunla aynı
hücrede olduğumu anlayınca biraz da olsa rahatladım. Hemen kızı çözdüm ve
konuşmaya başladık:
-“Benimki uzun hikâye. Köyün ormanında gezerken uyuyakaldım uyandığımda bu
korkunç ormandaydım. Konuşan hayvanlar
beni bu kulübeye yönlendirdi.”
-“Büyükannemin hizmetkârları, seni tuzağa düşürmüş. Hikâyemiz aynı. Annem
babamla yaşamıyordum. Burada yaşıyordum. Başıma ilginç şeyler gelmeye başladı.
Konuşan hayvanlar falan derken annemle babam delirdiğimi düşünüp Bakırköy akıl
hastanesine kapattılar. Sonra bir gün bu iri yarı adamlar gelip beni ordan
kaçırarak buraya getirdi ve yıllardır bu hücrede kalıyorum. Sebebi büyük
annemin emellerine alet olmayı reddetmek.”
-“Ben de reddettim ama buradayım. Nasıl kurtulacağız?”
-“Tek bir çözümü var, bu koca karının ölümü!” kanım dondu.
-“Nasıl olacak?”
-“Çok basit olacak. Sen bu kadınla işbirliği yapacaksın, gözüne gireceksin.
Kanlı ay tutulmasının yaşanacağı gece yaptığı bütün büyüleri bozacaksın ve koca
karı son nefesini verecek.”
-“Kabul!”
Kabul ama nasıl kabul? Büyücülükle uzaktan yakından alakam yoktu, ilgim de
yoktu büyücülüğe. Kimyadan simyadan anlamam, büyü işine cinler karışır genelde,
benim ödüm patlar. Ama büyük bir emel vardı, dünyayı kurtaracaktım. Gerekirse
canımı verebilirdim.
Birkaç saat sonra iri adamlar beni alıp koca karının yanına götürdü. Koca
karının yüzüne bakmıyordum.
-“Kararın nedir?”
-“Kabul.” Diye cevap verince ellerini ovuşturdu.
-“Güzel, şimdi başlayalım evlat. Sana ilk önce bitkileri tanıtacağım. Ormanda
gezintiye çıkıp örnek büyü için birkaç bitki toplayacağız. Yılan kanına da
ihtiyacımız var. Yılandan korkuyor musun?”
-“Korkmuyorum.”
-“Güzel.
Şimdi yemeğini ye, dinlen sonra yanıma gel.”
Yemek yiyip dinlendikten sonra yanına gittim ve dışarı çıktık. Birkaç bitki
toplayıp yılan yakaladık. Kulübenin büyü odasında basit bir büyü öğrendim. Bu
büyü hayvanları etkisiz hale getiriyor. Bir hayvandan korktuğumuz ya da onu
etkisiz hale getirmek istediğimiz anda muska şeklinde muhafaza edilmiş toz
şeklindeki büyüyü hayvana doğru yavaşça üfleyecekmişiz.
Günler günleri kovaladı, haftalar haftaları derken aradan 9 ay geçti. İhtiyar
büyücünün iyice güvenini kazanmıştım. Birçok büyü öğrenmiştim. Kendime hayret
ediyordum. İhtiyar bana hayata dair çok şeyler öğretmişti, insanların psikolojisi,
hayvanların biyolojik yapıları, dünya savaşlarının bilinmeyen nedenleri. Birçok
kehanetler, metafizik…
Ama ne de olsa kötü bir büyücüydü ve kötü bir emeli vardı. Böylesine bilgiye
sahip olan insan dünyayı anında yok edebilirdi.
Bir yandan ihtiyarın torunu ile görüşmelerimi sürdürmeye devam ediyordum. Onunla
planlar yapıyorduk ki, günün birinde kuzgunların biri bizim görüşüp sinsi
planlar yaptığımızı ispiyonladı. Koca karı torununu gözünün yaşına bakmadan
öldürüverdi. Ben korkudan tir tir titriyordum ama koca karı kılıma
dokunmamıştı.
-“Beni hayal kırıklığına uğrattın evlat. Bunu sana yakıştıramadım. Dua et ki
çok yol kat ettik, sana güvenmek zorundayım. Şimdilik seni affediyorum.”
Arkadaşım yoktu, tek başımaydım artık. Daha temkinli olmalıydım. Adımlarımı daha
sağlam atmalıydım.
O büyük gün de yaklaşıyordu, en önemli büyüyü öğrenecektim. Bu önemli büyüde
boyutlar arası geçiş vardı. İhtiyarın boyutlar arası geçişten kastı paralel
evrenlerdi.
-“10 gün kaldı evlat. Kanlı aya 10 gün kaldı. Aynı zamanda-“ deyip sustu.
Aynı zamanda ne olacaktı?
-“Aynı zamanda bir faninin son günü.” Diye cevaplandırdı aklımdaki soruyu.
Sırtını döndüğü an meyve bıçağını elime aldım tam boğazına dayayacaktım ki
aklıma paralel evren büyüsünü öğrenmem gerektiği geldi. Onu öğrenirsem bu kötü
ormandan kurtulabilirdim. Yavaşça bir elma aldım ve soymaya başladım.
-“Paralel evrenler büyüsünü şimdi öğretmen lazım bana.” Dedim.
-“Ben de onu düşünüyordum evlat.” Deyip dolabın arka kapağından küçük bir şişe
çıkardı.
-“Bu gördüğün şişedeki sıvıyı paralel evrenler büyüsünde kullanacağım. Bu sıvı
bu büyüde çok önemli bir yere sahip, zira o olmadan büyünün gerçekleşmesi imkânsız.
Bu bana 17. Yüzyıl’da yaşamış büyük rahip Nicolas’tan kaldı.”
Maviye çalan grimsi sıvıya büyülenmiş bir şekilde bakıyordum. Koca karı bana
işaret edince peşine düştüm. Büyü odasına girer girmez daha önce hazırlamış
olduğu karışımdan bir kadeh içtikten sonra o sıvıyı damarına enjekte etmemi
istedi. Ellerim tir tir titremesine rağmen soğukkanlılığımı yitirmeyerek
yavaşça damarına enjekte etmeyi başardım. Sonra ellerimi tutup gözlerimin içine
baktı ve:
-“Benim için 5 dakikalık yolculuk fakat senin için 24 saat sürecek.” Dedi.
-“Ben de gelmek istiyorum.”
-“Elbette, ama şimdi değil evlat.” Gözlerini kapatır kapatmaz hemen o
karışımdan bir kadeh içip, içi o sıvıyla yarısına kadar dolu olan enjektörü
koluma saplayıp sıvının damarlarıma girmesini sağladım. Bir haller oluyordu
bana, lanet ihtiyar umurumda değildi. Hayatım film şeridi gibi gözlerimin
önünden geçtikten sonra bilincim kapandı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum,
kendime geldiğimde sadece uykudan uyanır gibi olduğumu fark ettim. Hiçbir şey
hatırlamıyordum.
-“Senin zamanın değildi lanet olası kız. Bekle dedim sana!” diye haykırıyordu
ihtiyar.
Yavaşça yerimden doğrulup:
-“Kötü şeyler yapmana izin vermeyeceğim alçak kadın!” diye bağırdım ve üstüne
çullandım. Kadın çırpınarak yardım çağırıyordu fakat sesini duyuramıyordu.
Masanın üzerindeki bıçağı alıp çabucak kadının işini bitirdim ve yere
yuvarlandım. Odadaki büyü dumanları bir anda yok oldu. Kemikler iskeletler
yerinde yoktu. Normal bir genç odasında olan eşyalar vardı ve her şey yerli
yerindeydi. Koşarak yukarıya çıktım, yabancı bir apartmanın zemin katında buldum
kendimi. Her şey normale dönmüştü. Birkaç tuhaf insan yanımdan hızlıca geçti,
bir yavru köpekle göz göze geldim. Her şeye anlam vermeye çalışırken köpek
benim beynime sinyal gönderdi:
-“Dünyamızı kurtardığını bütün hayvanlar biliyor. Bütün hayvan kardeşlerim
adına sana teşekkür etmem için gönderildim. Bu yaşananlardan insanların haberi
yok.”
dedi ve yanıma yaklaştı ve:
-“Eğil ve boynumda asılan küçük kutuyu al.” Dedi. Eğildim ve dediği gibi küçük
kutuyu aldım.
-“Onu iç.”
-“Neden?”
-“Sebebini söyleyemem. İç sadece.”
O sıvı koca karının bana bahsettiği ve gösterdiği paralel evrenler büyüsünün
sıvısıydı. Gözlerimi yumdum ve tek nefeste içtim. İçer içmez vücudumdaki
hücrelerin bir bir parçalandığını hissettim. Çok korkuyordum. Aradan yaklaşık
10 dakika geçtikten sonra yere yığıldım. Birkaç saniye sonrasında ise başımda
bir kalabalık toplanmıştı, yavaşça gözlerimi araladım. Başımdaki kalabalık
ailem ve kuzenlerimden başkası değildi. Eve dönmüştüm ve kendi yatağımdaydım. Annem
saçlarımı okşarken:
-“2 gündür uyuyorsun kalk kızım artık.” Diye sitem edince
-“Çok şükür deyip anneme sarıldım.” Annemin huzur veren sesini duymak yaşadığım
bütün kötü olayları unutturmuştu bana. Tam o sırada babam elinde bir kutuyla
yanıma oturdu, ben uzandığım yerden doğruldum ve kutuyu açtım. Kutudan çıkan
beni beynimden vurmuştu, bana birkaç dakika önce eski halime dönmemi sağlayan
sıvıyı veren köpekti bu. Köpeği görünce zihnimin bulandığını hissettim.
-“Merhaba dostum.” Dedi. Artık zihin yoluyla iletişim kurabildiğim bir hayvan
dostum olmuştu ama bunu kimse bilemeyecekti. Bu küçük dost bana hayvan
dünyasının minik bir teşekkür hediyesiydi. Beni artık güzel günler bekliyordu.