Ruhumun kezzap dökülmüşçesine yandığı ve kalbimin kurşun yemişçesine
ağrıdığı bir gün ona seslenmek istedim. Ne kadar özlediğimi duysun, ne kadar
sevdiğimi tekrar bilsin diye. İçimden geldiği gibi yazıyorum ona ve onu içimden
geldiği gibi seviyorum. Bu yer altı nehirlerine benzer, görmezsiniz ama o
nehrin aktığını, çağladığını duyarsınız. İçinize korkuyla karışık bir serinlik
verir ve ruhunuza dinginlik katar.
Onun ruhunun karanlıklı ve
çetrefilli sokaklarında gezmeye başladığımdan beri ayrı bir insan olduğumun
farkına vardım. Önemsendiğimi, sevildiğimi ve sayıldığımı... Dünyanın geri
kalanı beni sevmese de olur, beğenmese de... Varsa yoksa o...
Ben onun bu dünyadan olduğuna
inanmıyorum. Bu dünya insana huzursuzluktan başka bir şey vermiyor. Oysa ona
baktığım zaman huzur doluyorum. Bu dünyanın göğünden mutsuzluk yağıyor sağanak
sağanak ve nasiplenmeyen yok gibi. Oysa onun yağmurları üzerime gül saçılmış
gibi düşüyor. Buram buram bahar kokuyorum. Bu dünyanın dağlarından nefret esip
geliyor herkesin üstüne. Onun nefesinde ise hayat bahşediliyor bana. Bu
dünyanın toprağında hüzün bitiyor çiçek diye ve kokusu âlemi sarıyor dört bir
taraftan. Oysa onun gülüşü çiçekler açtırıyor ruhumda; rengârenk, ıtır ıtır
çiçekler... Bu hislerle seslendim sevgiliye bir akşam vakti:
- Sen bu dünyaya ait değilsin sevgili, imkânı yok!
-
Neden?
-
O kadar masum bakıyorsun ki! Bu dünyada bu kadar masum bir bakış olamaz.
Dünyanın isi pisi sana bulaşmamış, pası kiri senden uzak... Gözlerin hep iyiyi
görüyor ve güzel bakıyor. İçinde kötülük görmedim. Gözlerinin karalığı kömürden
daha kara... Ve insanın kalbindeki siyah noktaya tesir ediyor.
-
Deme böyle! Neticede ben de senin gibi etten kemiğim. Kusurlarım var,
eksiklerim, yanlışlarım ve günahlarım...
-Hayır hayır... Benim gözümle bakman lazım kendini görmen için.
Saçlarının bu dünyanın sularıyla yıkandığına da inanmıyorum. Çünkü o kadar
yumuşak ve güzel kokuyor ki! Başka dünyaların sularıyla yıkanmış ve kokularıyla
donanmış gibi. Sesin, bu dünyanın kötü ve uğursuz seslerinden uzak... Sesinin o
kadar içten bir tınısı ve kalbi melodisi var ki! Seslendiğin vakit canım
bedenimden ayrılıp beni çağıran o ses dörtnala koşmak istiyor. Ellerin bu dünyanın kirli ellerine
benzemiyor. Tertemiz, ipince, upuzun ve bembeyaz... Hangi iklimin ak köpüklü
sularında yıkadın ellerini?
-
Sana cevap veremiyorum. İnan elim ayağım kilitlendi, nutkum tutuldu. Seni hak
edecek ne gibi bir iyilik yahut güzellik yapmışım acaba?
Onun aklından saçılan ve
kalbinden damlayan bu sözlerine ölüyordum.
- Ya güzelim aklına ne demeli? Bunu
duyunca bayılacak gibi oldu. “Bu dünyada
aklını beğenmeyen görmedim ama bu dünya aklını beğenenler yüzünden cehenneme
döndü. Oysa senin aklın bilimin aydınlığı gibi geliyor bana. Tarifi mümkün
olmayan bir ferahlığı yayıyor etrafına. Geceye nasıl ay gerekiyorsa bana da
senin aklının aydınlığı gerekiyor. Kör kuyularda ve zifiri karanlıklarda
kaldığım vakit senin aklının aydınlığı bana yol gösteriyor ve beni çıkmazlardan
çıkışlara getiriyor. Ya kalbine ne demeli? Fırtınalı denizlerden kaçıp
sığındığım liman... Yaşamaktan kaçıp müntehir fikirlere açıldığımda bana
yaşamın kapısını açan sol yanına ne demeli?
Bu dünyada kalpler çürümüş, ıskartaya çıkmış, küflenmiş... İnsanlar sol
yanında büyük bir boşluk taşıyor ve bunun farkında değil hiçbiri... Oysa sen
sol yanı dolu olansın.”
O güzelim parmağını dudağıma
getirip koydu ve usulca:
- Lütfen sus! dedi.
Onu parmak ucundan öptüm.
Sonra susarak
sevdim onu.
Çığlık
çığlığa, sözlüklerde kelime kalmayacasına, boğazımı yırtarcasına...
Gözlerime binlerce mana yükleyerek...
Kalbimi bütünüyle ona meylederek...
Aklımı ona devrederek...
KAPTAN