M. NİHAT
MALKOÇ
Bu Ülke'nin hakkı teslim edilmemiş
ve tam anlamıyla anlaşılamamış aydınlarındandır Cemil Meriç… O, yaygın olarak
Cemil Meriç olarak bilinse de isminin önünde bir de "Hüseyin" vardır.
Meriç kuru sloganların değil, hakikatin
adamıdır. Sağın ve solun zaaflarını ve sığlıklarını ortaya çıkararak, arkasına
bakmadan eleştiren bu kıymetli fikir adamı, yaşadığı süre içerisinde
görmezlikten gelinmiştir hep... Zira onun eleştirilerini ve harbi düşüncelerini
hiçbir kesim taşıyamamıştır. Çünkü o, zamana ve zemine bakmadan yaşadığımız
asrın tahlilini yapmıştır. Yeri gelmiş övmüş, yeri gelmiş yerden yere vurmuş bu
çağın soylularını…
Cemil Meriç, sanki okumak ve
düşünmek için gelmiştir dünyaya. Onun kitaplardan uzak bir anı olmamıştır.
Doğunun ve Batının, klasik olarak tabir edebileceğimiz temel eserlerini okumuş,
karşılaştırmış, iç dünyasında muhakeme etmiştir. Onun günleri kütüphane
köşelerinde geçmiştir. En büyük sermayesi gözleri olan bu büyük mütefekkirimiz
ne acıdır ki otuz sekiz yaşındayken gözlerini kaybetmiştir. Okuma aşkıyla dolup
taşan böyle bir insanın kör olması tek kelimeyle felaketti. Artık kendi başına
okuyamayacaktı. Çok sevdiği kitaplarla arasına ikinci şahıslar girecekti.
Nitekim öyle de oldu. Görme yetisini kaybettikten sonra kızı Ümit Meriç ona
yardımcı oldu her zaman. Babasının istediği kitapları ona okudu. Gözlerini
yitirdikten sonra büyük bir boşluğun içine düştü Cemil Meriç… Bu ağır yükü
taşımakta çok zorlandı. Bunalımın eşiğinden döndü. Yine her zamanki gibi çıkış
noktasını kitaplarda buldu.
Cemil Meriç, gözlerini kaybetse de
ölünceye dek idrakini ve tefekkür kudretini kaybetmemiştir. O talihsiz vakadan
sonra kızı Ümit Meriç onun gören gözü, tutan eli olmuştur. Kendisini okuyanlar,
sevenler ve takip edenler bilirler ki o, asıl eserlerini âmâ olduktan sonra
vermiştir. Eğer Ümit Hanım gibi hayırlı bir evladı olmasaydı kütüphanelerimiz o
muhteşem Cemil Meriç külliyatından mahrum kalacaktı. Sırf bu nedenle bu ülkenin
aydın insanları Ümit Meriç’e vefa ve şükran borçludur. Gecesini gündüzünü
babasına ayıran, onun düşüncelerini yazıya geçiren, gerektiğinde tashih eden,
hayatta tutunacak hiçbir dalı kalmamışken tek tutar dalı olan, adeta onun için
yaşayan, bu yüzden de babası vefat etmeden evlenmeyen bu hayırlı evladı bizler
de şükranla anıyoruz. Kendisine Allah’tan uzun ömür diliyoruz. Bu güzel insan,
bugün sosyoloji ilmine çok büyük katkılarda bulunmuş, bu alanda profesörlük
mertebesine yükselmiştir. Fakat inançlarından asla taviz vermemiştir. Attığı
her adımda büyük mütefekkir Cemil Meriç’in kızı olduğunu aklından
çıkarmamıştır.
Türk felsefe ve fikir hayatının köşe
taşlarının en mühimlerinden saydığım Meriç, gururlu, onurlu ve minnetsiz bir
insandı. O kendi iç dünyasında, şahsî ifadesiyle fildişi kulede, yaşamayı
tercih etti. Buna mecburdu belki de… Zira onun kalem oynattığı zamanlarda fikir
ahlâkı ve namusu büyük ölçüde rafa kaldırılmıştı. Oysa o, fikrin çilesini
çeken, doğruları eğilip bükülmeden terennüm eden bir düşünce sevdalısıydı.
Okumaktan, yazmaktan ve fikir üretmekten büyük haz alan ve bunları anasır-ı erbaa
derecesinde vazgeçilmez gören Üstad Meriç, yaşamanın manasını bunlarda görmüş,
bu yönde geleceğe yürümüştür. Kör olduktan sonra iç dünyası daha da zenginleşmiş,
yoğunlaşmıştır. Dış dünyanın aldatıcı, göz boyayıcı, idraki sınırlayıcı
kabalıklarını görmeyince iç dünyasına daha çok eğilir olmuştur. Basiret ve
feraset aynasını ruh dünyasına tutunca hakikatlere vakıf olması daha da
kolaylaşmıştır.
Cemil Meriç, Türk düşünce hayatına
çok şeyler katmıştır. Her şeyden evvel tek taraflı düşünmeyi, Doğunun kıymet
hükümlerini derinlemesine irdelemeden mutlak kabul etmeyi, Batıyı gözü kapalı
bir şekilde reddetmeyi meziyet sayanların karşısında sağlam bir duvar gibi durmuştur.
Ona göre Doğu da, Batı da mutlak doğruların dayanağı değildir. Bu iki dünyayı
iyi okumak, analiz ve senteze tabi tutmak lazımdır. Hadiselere sadece milliyet
ve din penceresinden baktığımızda kanaatlerimiz mutlak doğrulardan uzaklaştıkça
uzaklaşır. İlahî hakikatler ve Kur’anî hükümler dışında her şey sorgulanabilir,
sorgulanmalıdır. Düşünce heybemizde ne varsa abur cubur zihnimize
yedirmemeliyiz. Sorgulamadan yargılamamalıyız.
Cemil Meriç başarılı bir mütefekkir olmasının yanında çok
usta bir çevirmendir. O, bizlere Batı ve Hint düşüncesinin ufuklarını ardına
kadar açmıştır. Ömrünün çok mühim bir kısmını Batı’yı anlamak için geçirmiştir.
Bazılarının içlerinden “Batıyı anlamak için o kadar zaman harcamaya ne gerek
var. Batı kendini cam fanus içinde muhafaza eden, kendi dışında hiçbir değere
ciddi gözle bakmayan yalancı bir dünyadır” dediğini duyar gibiyim. Oysa Batının
kendisini algılayışı ne kadar sakatsa bizim Batıya bu dar çerçeveden bakışımız
da o derece tutarsız ve sakattır. Onun içindir ki ne onlar bizi anlayabiliyor,
ne biz onları anlayabiliyoruz. Körün fili tarif etmesi misali neresine
tutuyorsak fili ondan ibaret bir varlık olarak algılıyoruz. Demek ki doğru
anlamak için önyargısız olarak yola çıkmak gerekir.
Batıyı anlamak için bu farklı dünyayı
öz kaynaklarından okumak lazımdır. Bunun için de İngilizce veya Fransızca
bilmek gerekir. Cemil Meriç, Fransızcayı, çeviriler yapacak kadar bilirdi. Fransız
kültürünü, edebiyatını ve felsefesini çok iyi bilen Meriç, belli aşamalardan
geçtikten sonra Doğu felsefesine de vakıf olmuştur. Onun İbni Haldun’u tanıması
ve anlaması Doğuya ait kanaatlerinde köklü değişikliklerin oluşmasını
beraberinde getirmiştir. Zamanı ve mekânı aşan düşünceleri İbni Haldun’un satır
aralarında bulan ve bunları Batı felsefesinin ana nüveleriyle sentezleyip harmanlayan
Cemil Meriç, yepyeni ufuklar açmıştır düşünce dünyamıza. Tarih felsefesi
alanında birikimlerini bu büyük Doğu mütefekkirine borçlu olan Meriç, her
kaynaktan beslenmiş ve emsalsiz sentezler oluşturmuştur.
Düşünce dünyamıza bir güneş gibi doğan Meriç’in muhafazakâr
kesimden geniş bir okur kitlesi vardı. Bunun dışındaki kitleler ona hep
mesafeli durmayı tercih etmiştir. O, tabir caizse bir mektepti. Bu mektepte
okuyan ve aydın diplomasını alanlar hayata çok daha geniş çerçeveden bakabilen
insanlar oluvermişlerdir. Onlarda fikrî ve amelî taassubun zerresini
göremezsiniz. Düşüncelerinde açıklığı ve dürüstçe nazar etmeyi esas alan bu
fikir kutbunun okuyucu kitlesi geniş olsa da ahbap kitlesi o derece geniş
değildi. Zira onun düşünce ahlâkına vakıf olanlar, açık sözlülüğünü ve
eleştiride sınır tanımadığını çok iyi bilirlerdi. Bu yüzden siyasetten de uzak
kalmıştır. Çünkü siyasette birilerinin adamı olma, işlerin yürümesi için
gerektiğinde yalan söyleme, eğilip bükülme mubah sayılmaktadır. Onun meşrebi
bunları kaldıracak genişlikte değildir. Onda insanî perestişin en küçük
emarelerini bile göremezsiniz.
O getirisi, götürüsü ne olursa olsun daima
doğru bildiği yolda gitmeyi yeğlemiştir. Hiçbir dönemde zamana uymamıştır. Bu konuda
şöyle der: “Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden
talimat almaz. Bir partiye bağlı olmayabilir. Ama tarihe angajedir. Yani
vatandaş olarak vazifeleri vardır: Belli savaşları kabul etmesi, belli
tehlikeleri göze alması lazımdır. Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başlıca
vazifesi: Bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak,
kalabalığa doğruyu göstermek…”
Cemil Meriç’in düşünce ve felsefe dünyasını izah ederken
onu nereye koyacağımızı şaşırırız. Bir zamanlar, hatta bu zamanlar bile, sağ
sol diye insanları iki ayrı mutlak sınıfın içine dâhil edenler Cemil Meriç’i de
bu sınıflara sokmaya çalışmış fakat hangisine girmesi gerektiğine bir türlü
karar verememişlerdir. Çünkü bazı söylemleriyle ‘sağ’ diye adı koyulmuş sınıfa
çatmış, bazı söylemlerinde de ‘sol’un manifestolarını yırtıp parçalamıştır.
Fakat gün gelmiş solun insan merkezli dünya tasavvurunu sahiplenmiş, gün gelmiş,
inanan kesimlerin manevî kıymetlere mutlak sadakatleri karşısında takdirlerini
dile getirmiştir. Nasıl düşünürse düşünsün, hangi cenahtan olursa olsun
fertlerin keskin çizgilerle ‘sağ’ ve ‘sol’ diye vasıflandırılmalarını tasvip
etmemiştir. Bununla ilgili olarak söyledikleri manidardır:
“Sol-sağ... Çılgın sevgilerin ve
şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi
olmayan iki yabancı… Sol’un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk,
darağaçları, Moskova; Sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal… Hıristiyan
Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları
hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp
anlatmak her namuslu yazarın vicdan borcu…”
Bundan yirmi yıl evvel(13 Haziran
1987’de) aramızdan ayrılan, Karacaahmet mezarlığında ebedî istirahatgâhına
çekilen, ardında onlarca eser bırakan Cemil Meriç; bu toprağın fikir
sigortasıdır. Fikir namusunun ne kadar mühim bir değer olduğunu, düşüncelere
saygı ölçüleriyle geniş bir perspektiften bakmanın algılamayı kolaylaştırdığını
bizler ondan öğrendik. Bu ülkede sağı, solu ve gerçek yolu anlamak isteyenlerin
Cemil Meriç’in rahle-i tedrisatından geçmeleri şarttır. Çünkü o, bu iğreti kesimlere
bakılması gereken noktadan bakmış, kendini bunların öte yanında bir münzevi
olarak saymıştır. Bu ülkenin aydınlarının, aydın adaylarının, vatanseverliği ve
sağduyuyu ana eksen kabul edenlerin onun eserlerinden soluklanması şarttır. Bu
Ülke’yi, Jurnal’i, Mağaradakiler’i okumayanın aydın diye vitrinlerde boy
göstermesi, tafra satması aldanış ve sığlıktan başka bir şey değildir.
İnsanların fikir taassubuyla
hareket ettiğini, az düşünüp çok konuştuğunu, fikirlerin çilesinin
çekilmediğini, basiret fukaralığının had safhaya ulaştığını gören Cemil Meriç,
yaşadığı toplumdan gittikçe uzaklaşmış, hiç tasvip etmediği halde fildişi
kulesine kapanmıştır. Bu çok arzu duyarak yaptığı bir eylem değildir. Vasat
idraklerin üstün idrak, üstün idraklerin vasat olarak algılandığı bir cemiyette
kuru kuruya çene çalmaktansa namusla bir kenara çekilmek, onun yaygın tabiriyle
fildişi kuleye kapanmak daha tutarlı bir davranıştır. O, fildişi kulesinde boş
durmamış, cemiyetin irfanı ve ihyası için düşünce çarkını işletmiştir. Onun
toplumla mesafeli oluşu fikir dünyasının onlardan kopuk olduğu anlamına gelmez
hiçbir zaman... O, daima Türk milletinin tefekkür ve anlama merakını diri
tutmanın mücadelesini vermiştir. Şayet o merak sönerse beyindeki esaret
zincirleri daha da güçlü bir hâl alır.
Toplumdan soyutlanma, yalnızlık
ve kenarda duruş Meriç’in kişisel tercihiydi. Fakat onun bu noktaya gelişinin
biriken sebepleri inkâr edilemez şüphesiz... Gerçi şairlerin, yazarların ve mütefekkirlerin
yalnızlığı, verimliliğini de beraberinde getirir. Şuurlu bir okuyucu için bu
bir kazançtır kanaatimce. Lakin işi küsme noktasına getirince ve topyekûn köprüleri
atınca fikir akışı sekteye uğrar. Demek ki bunun da ölçüsünü iyi koymak
gerekir. Doğunun dağınıklığı ve Batının inkırazı üzerinde isabetli teşhislerde
bulunan ve çözüm önerileri getiren Cemil Meriç’i fildişi kulesine mahkûm eden
zamanın aydın(cık)ları, bunu iyi niyetle yapmadılar. Fakat onların şer niyetle
yaptıklarından hayır doğdu neticede…
Cemil Meriç’i düşünce dünyasında
bir yere koyamayan insanlar böyle bir durum karşısında hayal kırıklıklarını
saklayabilmiş değiller. Muhafazakârı, da, marksisti de, ateisti de, hümanisti
de, modernisti de, liberali de, geleneğe tutunanı da ondan okkalı şamar
yemiştir. Şamarı yiyen ondan uzak durmuş, şamarın nedenini düşünmeden nefret
oklarını yanından eksik etmemiştir. Oysa onu anlamaya, reddin sebeplerini
kavramaya çalışsalardı hiçbiri bataklıklarda debelenerek zaman kaybetmezdi.
Meriç’i arafta yolunu şaşıran bir yolcu olarak göstermek isteyenler olmuşsa da
bu onun hayatıyla ve eserlerinde işlediği dünya görüşüyle uyumlu bir tez
değildir. O, yolunu bulmuş bulmasına, fakat uzun ve tali yollarla dolu
yolculuğunda düşüncesini ve kanaatlerini zenginleştirmenin, somutlaştırmanın, delillendirmenin gayretini
diri tutmuştur. Fikirlerini ince eleklerden geçirerek adeta süzmüştür. Kalan
artıkları öze bulaştırmadan derhal bertaraf etmiştir. Onun sırça sarayları her
zaman kütüphaneler ve kitapların gizli dünyası olmuştur.
Cemil Meriç’i anlamak için yapılması
gereken en kestirme ve en doğru iş onun kitaplarında uzun ve meşakkatli bir
yolculuğa çıkmaktır. Meşakkatli diyorum, çünkü onun eserlerini bir roman gibi
okursanız satır aralarındaki düşünce rezervlerini fark edemezsiniz. Onun sadık
müritleri(okuyucuları), hocalarından aldıkları ilhamı büyük bir özenle ipeklere
sararak kitlelerin idrakine sunarlar. Belki bekledikleri çoğunluğa erişemezler
ama ulaştıkları bir kişi de olsa bu zaman içerisinde halka halka genişleyerek
toplumun hafızası olma yolunda ilerler. Onun satır aralarına gömdüğü altın
hükmündeki fikirler uyanık ve kadirşinas okuyucuların dikkatlerinden
kaçmayacaktır. Bu düşünce şövalyesi, çağın idrakine giydirilen deli
gömleklerini üzerinden atmış, okuyucularını da bu konuda uyanık olmaya
çağırmıştır. İyi ki Cemil Meriç gibi bir fikir abidemiz var. O varsa hezeyanlar
vız gelir bize…