1. Bölüm
Kapı ‘pat pat’ diye
çalındı. Kapıya vuran kişi bir ritimle vuruyordu. Önce iki, sonra üç. Yaşlı adam
zorlukla yerinden kalktı. Bu acelecilikte terliğini giymeyi başardı. Yavaş
adımlarla kapıya yaklaştı.
“Kim o?” diye seslendi.
“Aç Durmuş amca, ben Ekrem. Uzun
yoldan geldim. Karanlıkta evimi bulamadım.”
Durmuş yavaşça kapının küsüğünü
açtı. “Buyur Ekrem, hoş geldin hele.” Dedi.
Ekrem “Senden bir fener
istiyorum. Gökyüzünde ay yok. Sokak lambaları da yanmıyor. Şose yolundan buraya
köpekler eşlik etti bana. Ne tanışmaktır bu. Köpeğin biri beni diğerlerinden
kurtardı da gelebildim buraya.”
“Evladım bağırsaydın duyar
yetişirdim. Neyse karnın aç mı. Bir şeyler hazırlayayım. Uzun yoldan geldin,
açsındır sen.”
Ekrem “Yok Durmuş amca, şehirden
gelirken yanıma yetecek kadar yiyecek, konserve, şu bu aldım.”
Durmuş “Dur öyleyse feneri
getireyim.” Dedi, sonra “Nereye koymuştum fenerleri.” Diye söylenip evin
içindeki soldaki odaya girdi. Durmuş amcanın evi, açtığı odadaki lambanın ışığı
ile aydınlandı.
Ekrem içeriye ilgiyle göz
gezdirdi. Yerde duvar yastıkları, yastıkların önünde minderler, duvarlarda
geyik ve göl manzaralı duvar örtüleri vardı.
Ekrem içinden “İnsanın içeriye
girip çıkası gelmiyor. Bak çocukluğumu hatırladım. Bu evin içinde az mı
oynamadım, Fadime ninenin bisküvilerini az mı yemedim. Hele torunları Cafer ile
tokatlamasına az mı iddiaya girmedim. İnsan özlüyor. Evime yerleşeyim,
köydekilerin hepsini sigaya çekeceğim.” Diye geçirdi.
Durmuş amaca odada fitilini
yaktığı fenerle göründü. “Al Ekrem. Yalnız dikkat et, camı kırık, bir yerini
kestirme.” Dedi.
Ekrem “Tamam Durmuş amca, dikkat
ederim. Benim evde de fener var. Bildiğin gibi fenerlerin gaz yağı kolay kolay
da uçmuyor. Fenerlerin bolluğu olsun yeter ki. Müsait bir zamanda fenerini
getiririm.”
Ekrem vedalaşacakken “Durmuş amca
ver elini öpeyim.” Dedi, yaşlı adamın elini hürmetle öptü, ardından oradan
uzaklaştı.
Köyün içinde korku ile
ilerliyordu. Geriden hala köpek sesleri geliyordu. Arada bir arkasına bakmayı
ihmal etmedi. Gece karanlığında üç beş köpek göründü az ileriden. Ekrem bu
kadar çabuk yakalanacağını tahmin etmedi. Pisseh mi dese kışa mı dese şaşa
kaldı.
Olduğu yerde durmuştu. Ne
köpekler gidiyor ne o adım atabiliyordu. “Köyün köpekleri ne olacak, sokak
köpekleri değil ki serseri olsunlar. Yanlarından sessizce geçerim.” Düşünceleri
ile yürüdü.
Köpeklerin yanından geçerken
onlara bakmamaya çalıştı. Köpeklerden biraz uzaklaşmıştı ki, geriye dönüp bakma
hatasını işledi. Köpekler havlamaya başladı. Ekrem adımlarını hızlandırdı.
Köpekler de.
Ekrem evini görmüştü, koşmaya
başladı. Çit kapısını hızla açıp içeriye girdi. Köpeklere baktı. Köyün tüm
tenorları havlayarak hünerlerini sergilemekten Ekrem de, cep telefonu ile video
çekmekten geri kalmadı. Dört dakikalık çekim yeter deyip evinin kapısına
yöneldi. Cebinden anahtarını çıkarıp kapıyı açtı.
O an içeriden bir küf kokusu
geldi. Haliyle iki senedir havalandırılmıyor, eşyalar kendi kendilerine kirleri
ile çürüyüp gidiyorlardı.
Ekrem “Hoş bulduk ey evim.” Diye
söylendi, ışıkları açtı. Bilgisayarını masasına koydu. Çantasındakileri bir bir
masanın üzerine boşalttı. Yanına aldıklarını gözden geçirdi. Bir el dedektörü,
gelişmiş bir fotoğraf makinesi, lambalı kasket, beş ışıldak bataryası, beş
kalem, bir paket A4 kağıdı.
“Bunlar bana yeter. Hele şu
mağaraya gideyim, tarih öncesi mağara resimlerini çokça çekeyim, en son
düşündüklerimi yazayım. Ben bir arkeoloji öğrencisiyim ve tez hazırlıyorum.
Tamam köylülerin sorularına da cevap bulduk. Şimdi güzel bir ziyafet zamanı.”
Diye söyledi.
Çantasından sucukları ve bir kase
margarini de çıkardı. Evin içinde tava da vardı. Sucukları neyle pişireceğim
diye endişesi son buldu.
Yemek ocağının hortum kafası
tüpten çıkıktı, yerine taktı. Çeşmeyi açtı, kalıp sabun ve süngerle tavayı beş
kez hem sabunladı hem duruladı. Adı üstünde koskoca iki yıl. Tozların zift
yaptığı tava ancak böyle temizlenebilirdi.
Çaydanlığını yanında getirmekle
akıllılık etmişti. İki üç su bardağı ve yarım poşet çayı da vardı. Çeşmeden
çaydanlığa su doldurdu, onu da ocağa koyup altını yaktı.
Şekeri eline aldı. “İyi ki
şekerde getirmişim. Şu tahsilli olmak yok mu, her şeyi düşündürtüyor insana.
Bak annemi babamı özledim şimdi. Telefon açmam gerekir. Gerçi söylemiştim
varınca arayacağımı. Adettendir, dur şunlara telefon açayım.” Diye söylendi.
Sucuk tavada kavrulurken Ekrem
cep telefonu kulağında, karşıdan çalma sesini dinleyerek açılmasını bekledi.
“Alo anne ben sağ salim Çitlik
Köyüne geldim. Evi temiz buldum. Ama içeride küf kokusu var.”
Ekrem’in annesi Nazife “O koku
tahtalardan geliyordur. Evde yastık, yorgan namına bir şey yok.”
Ekrem araya girdi. “Olsa iyi
olurdu. Ben onları yanıma alamazdım. Ümidim o ki ahırdan da olsa bir çul bulup
üzerimi örteceğim.”
Nazife “Aman oğlum bitlenir
kalırsın. Komşunun birinden emanet iste. Hemen yanında Şaziye teyzen var, ondan
iste.”
Ekrem “ Tamam anne isterim. Babam
uyuyordur, ona da selam söyle.”
Nazife “Uyuyor baban. Telefonu
titreşime almıştım, uykum hafifti, hemen cevap verdim.”
Ekrem “Haydi görüşürüz.” Dedi.
Karşılıklı konuşma bitti.
Kızaran sucuğun kokusu eve hayat
vermişti. Ekrem ilk lokmasını alınca aklına, kız arkadaşı Banu gelmişti.
Aralarında kırgınlık yaşanmıştı.
Buluşma yerine geç gelmiş ve Banu kız arkadaşlarına mahcup düşmüştü. Olay sonu
Banu Ekrem’e “Ekrem benim bir dediğimi
iki etmez, randevusuna saatinde gelir ve bir dolu metih.” Şeklinde yaşananları
anlatmıştı.
Ekrem randevusuna geç kalmakla
tüm meziyetlerini, Banu’nun ve kız arkadaşlarının karşısında yitirdiğini
hissetmişti. Ayrılırlarken “Görüşürüz.” Diye ayrılmışlardı ama bu görüş kırık
bir kalp ile olmuştu.
Ekrem kendini telafi etmek için
ne tür bir geri dönüş yapacak bilemedi. Çiçek mi alsaydı, olmaz. Çünkü çok sahte
görünürdü. Başka da aklına hiç bir şey gelmiyordu. En iyisi zamanın akışına
bırakmalıydı.
“Bak sen, Banu’yu şimdiden karın
olarak görüyorsun. Evet bu bana heyecan veriyor.” Diye söylendi. Tavasında ki
son sucuk lokmasını ağzına alırken “Ah, Banu’yu düşünürken yediğim sucuğun
lezzeti aklıma gelmedi. Haz içinde yiyemedim. Olsun bir daha ki sefere. Ama dur
bir daha ki sefere diye bir şey yok.” Saçmalığı içinde söylenirken cep
telefonunu eline aldı. Banu’ya beş adet kalp emojisi yolladı.
Hemen yanıt geldi. “Neredesin
Ekrem?”
“Köyümdeyim.”
Banu “Aaa ciddi misin?”
Ekrem sorgulamayan yeni bir
ilişkinin başlangıcını hissetti. Geçmiş konulara girmemeye özen gösterdi. Bir
on dakika ardından birbirlerinin seslerini duymak istediler.
Ekrem telefonu çaldırdı, Banu
açtı. Yarım saate yakın konuştular. Birbirlerine yeniden ısınmışlardı. Ekrem
sonunda “Seni seviyorum.” Dedi. Banu “Ben de.” Demekle yetindi. Ve
telefonlarını kapattılar.
Ekrem kendinden korkmaya başladı.
Cesaretli olmak istiyordu ama bu kadar değil. Bir kızın kalbine girmek yeni bir
dünya yaratmaktı onun için. Ve Ekrem henüz denizleri, dağları yaratmamıştı.
Dünyasında bulut bile yoktu. Ağaçlar hakeza. Dünyasında küçük hayvancıklar bile
yoktu. Ama koca bir ‘seni seviyorum’ dünyası yaratmıştı ya gerisi gelirdi
elbet.
Lavaboda ağzını ve dişlerini
temizledi. Tekrar bilgisayarını bıraktığı odaya girdi.
Yarın için ön bir çalışma yapması
gerekiyordu. Üniversite hocasından temin ettiği mağara resimlerine bakmak için
bilgisayarını açtı. Resimler klasörünü tıkladı. Beş değişik resim çeşitli
açılardan çekilmiş on beş resmi incelemeye başladı.
Geyikler ve onları avlamaya
çalışan avcılar. Bir A4 kağıdı çıkardı, kalemini eline aldı. Jpeg resminde ki
görüntüyü A4 kağıdına kalemle çizmeye başladı. Gerçekçi bir çizim için ekrana
yaklaştı. Küçük kıvrımları da çizmeye özen gösteriyordu.
Bir saat çizim için uğraştı.
Ardından mağara resminin üzerinde olduğu kayanın jeolojik girinti ve
çıkıntılarını da çizmeye başladı. Böyle yapması Ekrem’in üslubuydu. Resim denen şey tam rabıta ile çizilmeliydi.
Kayanın üzerinde ki resim hariç tüm şekiller bir rabıta oluşturuyordu onun
için.
Ve işin sonunda şöyle
düşünüyordu. “Bu benim on beş santimetre kare içinde çizdiğim çizikleri ne kim
çizdi, ne de o çiziklere dikkat edip bakmadılar. Ben bu duvarın kralıyım. Bu
bakir duvar kendini sadece bana açtı.” Bir saatte bunun için uğraştı. Çalışma
iki saatini bulmuştu.
Dışarıda ezan sesi duydu.
Çalışmasını bıraktı. Evden dışarıya çıktı. Ezan sesi ile zihnini rahatlattı.
Ezan bitince bir sigara yaktı. Etrafı dinledi. Köpekler ne uluyor ne
havlıyordu. Vaziyet kulübelerine çekilmişlerdi.
Yüksek perdeden “Kıs kıs.” Dedi
bir kaç defa. Bir köpek seri şekilde havlamaya başladı. Ekrem havlayan köpekte
tehdit olmadığını algıladı, bahçeye adımını attı, çit kapısından çıktı. Köpek
dört adım önündeydi. Ekrem yaklaştı, yavaş şekilde köpeğin başını okşadı. Sonra
evine geri dönüp çitten içeri girdi.
2. Bölüm
Uykusu vardı Ekrem’in. Uyumuştu
ama seyahatte olsa bu bir otobüs uykusuydu. Ekrem annesinin tavsiyesini kulak
ardı etti. Şimdi kim giderde Şaziye teyzeyi rahatsız eder, bırak kalsın.” Diye
söylendi.
Evin içinde sürüyle karton
koliler vardı. Üç beş tanesinin bükülü yerlerini yırttı. Uzun dik dörtgen
şekiller oluşturdu. Onları boş divanın üzerine yaydı. Çantasına yeleğini
tıkıştırdı, belli bir kabarıklık oluşturdu. Yeterli değildi.
Çantasından çıkan malzemelere göz
gezdirdi. Hepsi katı ve çantanın içinde rahatsız edici olurlardı. Tek çare kot
pantolonunu çıkarmaktı. Çıkardı, onu da çantasının yerleştirdi. Sonra divanın
yanına geldi. Divana uzandı. Yastık niyetine çantasını başının altına koydu.
Rüyasında bir kızın yanında bir
ileri bir geri yürüyerek şarkı söylediğini görüyordu. Kız ona “Kalk, kalk,
kalk.” Diye hızlı şekilde seslendiğini duydu. Uyandı birden. Saatine baktı,
saat dokuza geliyordu. Dışarıda güneş ve serçelerin sesi vardı. Ama dur
mutfaktan tıkırtılar geliyordu. Sonra bir kaşığın tavadaki hareketini duydu.
Burnuna güzel iştah açıcı kokular
geldi. Ekrem o an ne olduğunu kavradı. Evde mutfakta biri vardı. Bir kadın
olmalıydı. Üzerinin çıplak şort ve atletle olduğunu görünce hemen yerinden
fırladı.. Çantasından kot pantolonunu çıkarıp giydi. Ardından yeleğini giydi.
Sonra mutfağa tedirgin adımlarla yürüdü. Genç bir kız gördü.
Ekrem “Günaydın kahvaltı mı
hazırlıyorsunuz?” dedi.
Kız “Önce adımı söyleyeyim. Adım
Filiz. Anne bize telefon açtı. Ben Şaziye’nin kızıyım. Annen ‘benim oğlanla bir
ilgileniverin’ dedi. Evi derleyip toplayacaktım. Baktım uyuyorsun. Senin az
sonra uyanıp kahvaltı edeceğini düşündüğüm için evden getirdiğim hamur
karışımıyla kaygana yaptım. Bitti zaten.”
Ekrem “Öncelikle teşekkürler. Ben
Ekrem. Nazife’nin oğluyum. Buraya üniversite dersim olan bir tezi hazırlamaya
geldim. Ayrıca cesur olduğun için yine teşekkürler. Çekinmeden yardıma
gelmişsin. Kaygana hazırsa yiyebilir miyim?”
Filiz “Tabi tabi ben şimdi evin
içini temizleyeceğim. Sonra evden yorgan, yastık, döşek getireceğim. Afiyet
olsun.” Deyip hemen mutfaktan çıktı.
Ekrem hazırlanmış çaydan Filiz’in
getirdiği bardağa dem koydu. Sonra üzerine kaynar su döktü. Şekerini atıp çay
kaşığı ile karıştırdı.
Bir yudum aldı. İçinden “İşte
beni kocası kabul eden Filiz’in meziyeti. Kız da güzel doğrusu.. Baş örtülü ve
şalvarlı. Aman tanrım kendimi tutamayacağım, unut gitsin. Suç benim değil
kızın. Bekar bir kızın bekar bir erkekle aynı evde yalnız olması bu.
Karşılıklı düşüncelerin temasa geçtiği bir ortam.” Diye geçirdi.
Ekrem korkmaya başladı kendinden.
“Tövbestağfirullah.” Diye söylendi. Tekrar üzerine şeker serpiştirilmiş
kayganaya yumuldu.
Yeniden düşündü. “Üniversite
okuyan biriyim. Bu köyde ilk gördüğüm kız Filiz. Çözülmesi zor bir denklem.
Acaba aileler arası gizli bir antlaşma mı var. Annemin ‘kız oğlanı bir görsün
bakalım. Kalpleri birbirine ısınırsa Ekrem’in araması kesindir’ veya ‘bunlar
beşik kertiği. İkisine de söylemedik Bilmeden birbirlerini severek evlenseler
neşeli olur. Evlendiklerinde beşik kertiği olduklarını söyleriz’ şeklinde bir
planı mı var acaba?”
Ekrem yine şanslıydı ki tüm
bunları düşünüyordu. Yan odada Filiz vardı. Ve düşünceye ses vermediği için
Allah’a teşekkür etti.
Ekrem kahvaltısını bitirince
lavabo temizliği yaptı. Ellerini yıkayıp dişlerini fırçaladı. Artık evde
kalamazdı. Köyde dedi kodu olurdu. Filiz’in bulunduğu odaya doğru yürüdü.
Temizlik için teşekkür namına bir şey söyleyecekti. Ama vazgeçti, evden çıktı.
Korkmuyordu artık köpeklerden
Köyün çeşmesinin yanına kadar geldi. Eğilip oluktan akan sudan içti. Köydeki
mağarayı görmek için dağın eteklerinden çıkışa geçti. Saatine baktı, henüz on
olmuştu. Ağaçların içinden, kuru ot ve dikenlerden sakınarak tırmanıyordu dağı.
Zirveye vardığında biraz daha
yürümesi gerekiyordu. Bu sefer tırmanış değil yatay bir yürüyüştü. Kayalık
dağın arkasına geçti. Uçsuz bucaksız vahşi ormanlar, birbirini takip eden
kayalık dağlar manzarayı süslüyordu. Hemen arkasında ki dağı terk edip önünde
ki dağa yöneldi.
Mağara girişini gördü. Yanına ne
fotoğraf makinesi, ne fener almıştı. Artık gördükleri ile yetinecekti. “Filiz
bende akıl mı bıraktı?” diye söylendi. O an mağaradan kendine doğru bir rüzgar
estiğini hissetti. Bu bir anlıktı ama kulağında fısıltılar da duydu.
Halüsinasyon görmediği kesindi. Neydi şimdi bu.
Muamma dehlizine girdiğinde otuz
bin yıllık bir gizin içinde olduğunu anladı. Ekrem duvarlara baktı. Mağaranın
girişinden uzaklaştıkça karanlığa daha da gömülüyordu. Bir kitaptan öğrendiği
rabıtayı uygulamaya başladı.
Bilim adamları buranın en az otuz
bin yıl önce insan atalarınca da kullanıldığını söylüyordu. Bu zaman buz
devriydi. “Destur ya buz devri zamanı.” Dedi. Ve bulunduğu yerin buz devrinden
kalbine, güneş batarken ki kızıllıkta kırmızı zaman nuru akıtmaya başladı.
Muazzam bir deneyim. Bir geyiğin
peşinden koşan insanlar, bilmediği bir dilin kendini etkilediği sesler, kızarmış
et kokuları, ağzında kabaca öğütülmüş tahıl tadı. Ve Ekrem ikinci kademedeki
rabıtaya geçti. Bu avcıların düşünceleri ile ilgiliydi. Ekrem düşüncenin,
bulunduğu ortama ışıma yaptığını, düşünce ile istediği bir dönemde ki bu
ışımayı rabıta ile kusursuz şekilde okuyabileceğini biliyordu.
“Destur ya otuz bin yıl önce ki
insanların düşünce ışıması.” Dedi. Ve otuz bin yıl önceki bu mağarada ki düşünce
ışımasından kalbine, çay renginde kırmızı nur olan ışımanın kalbine aktığını
düşünmeye başladı.
Bu daha muazzamdı. İnsanların
birbirine şaka yapma planlarını, kimi avcı insanların kızarmış eti düşündüğünü
algılıyordu. Dişilere sahip olma hırslarını, av esnasında yaralanmadan
korkmalarını, av aletleri yapma planlarını. Biraz da beste denen şeyin olmadığı
şarkılarla ve avcıların bu tempoya kendilerinin de bilmediği uyduruk sözlerle
eşlik ettiğini okuyabiliyordu.
Ekrem rabıtayı bıraktı. Bu
düşleri görürken rabıtayı hiç
bırakmamıştı. Sürekli düşünce ışımalarını müşahede ediyordu. Rabıtadan dolayı
yaşadığı gerilimi üzerinden atmak için paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Her
şey güzeldi. Bir şey eksikti. Bunları
kayda almak.
Yanında kayıt yapacak hiç bir şey
yoktu. Otuz bin yıl öncekilerin direkt kaydı zihnindeydi. Ekrem bunu da
başaracaktı. Bu kaydı da rabıta yapıp bir materyale kaydedecekti. Tek tek
neolitik çağda yaşamış insanları karşısına alacak, onları hataları, günahları
ve sevapları ile sorguya çekecekti. Bu Ekrem için kolaydı.
Sigarası bitiyordu. Son fırtı
içine çekip yere attı. Mağaradan çıktı. Önünde ki uzun yol ona kısa gibi
göründü. “Bu rabıtanın esrarındandır.” Diye söylendi. Gerçekten kısa bir süre
sonra köyün içindeydi. “Bir başkası bunu yaşasa
keramet der, çıkar işin içinden” diye içinden geçirdi.
Yönünü köyün çeşmesine çevirdi.
Uzaktan çeşme başında iki kızın su doldurduğunu gördü. Ekrem ne yapacağını
şaşırdı. Yine de cesaretle çeşmeye doğru yürüdü.
Kızlar dönüp baktılar. Ekrem
gelince biri “Sen Nazife teyzenin oğlusun. Az önce ablam benden evi paspaslamak
için buradan su doldurmamı istedi. Benim adım Gülistan. Bu da Büşra.”
Ekrem “Memnun oldum. Beni en çok
bu çeşme sevindirdi. Bedava akıyor ve insanlar para vermiyor.”
Gülistan “Öyledir. Biz sadece
arada bir gelir alırız. Ablam da sizin su saatiniz işlemesin diye bu yolu
seçti. Malum uzun zaman köye gelmiyorsunuz. Su faturası olursa gecikme zammı
hepten katlanır.”
Ekrem “Doğru söylüyorsun. Köy
okulu hala işler durumda değil mi?”
Gülistan “Okul öğrenci az olduğu
için kapandı. Öğrenciler ilçeye köyün minibüsü ile gidip geliyorlar. Zaten
mesafe ne ki., on altı kilo metre.”
Kızlar bidonlarını
doldurmuşlardı. Ya çekingenlikten ya benimsedikleri usturuptan Ekrem’e hiç bir
şey demeden oradan ayrıldılar. Ekrem oluğa eğildi, kana kana su içti.
Filiz hala evdeydi. Ekrem evine
giremezdi. Köyün bakkalına doğru yürüdü. Bakkalın önüne cipsler konmuştu. Bu
bakkal açık demekti. Bakkalın önünde eski bir masa, eski bir sandalye ve tabure
vardı.
Ekrem içeride ki bakkal sahibine
“Selamünaleyküm Cemil dayı.” Dedi.
Cemil “Oo yeğenim hele hoş
geldin. Ne yapıyorsun ne ediyorsun. Ailen nasıl, uzun zamandır yoksunuz.”
Ekrem “Şehirliler böyledir,
gittiler mi gelmezler ama ben geldim.”
Cemil “İyi ki de geldin. Yarın
düğün yemeği var. Tüm köylü davetli. Komşunuzun kızı Filiz evleniyor.”
Şok üzerine şok. Şaşırdı Ekrem birden. Biraz
da suçladı kendini. Ekrem “Hayırlı uğurlu olsun” dedi ekledi. “Tost yapıyor
musun hala?”
Cemil “Ben o tostları para
kazanmak için yapmıyordum, hayır için yapıyordum. Maksadım çocuklara
şehirliliği aşılamak. Tostu her cumartesi pazar yine yapıyorum. Dur sana da
yapayım.”
Ekrem “Teşekkürler, tost çayla
iyi gider. Bakıyorum çayın yok. Alış veriş usulüne uymak için senden bir şişe de
gazoz alacağım.”
Cemil “Çok iyi yaparsın. İlk
siftahı da senden almış oluruz. Tost bedava gazoz parayla. Bu benim sloganım.
Çocuklara da böyle söylüyorum.”
Ekrem “Ticarette güzel bir
taktik. Tost yiyenin gazozu da canı çeker. Peki gazoz kaç lira?”
Cemil “Kimseye söyleme ama tostun
parasını gazozdan çıkarıyorum. Gerçi köylülerle bunu konuştum. Olumlu
karşıladılar. Bunu sadece çocuklar bilmiyor. Köydeki bir iki çocuk bunun
farkında. Gazoz içiyorlar ama diğer çocuklar gibi sık sık değil.” Dedi ekledi.
“Tostun hazırlanırken gazozu açayım mı?”
Ekrem “Para kazanmanın bir yolu
daha.” Diye düşündü. “Aç.” Dedi.
3. Bölüm
Ekrem tostunu ve gazozunu içince
bakkaldan ayrıldı. Karnı şişmişti. Önce kaygana sonra tost. Okkalı bir kahveye
ihtiyacı vardı. Filiz’in evde temizlik işlerini erken bitirmesini ümit
ettiğinde hevesle yoluna devam etti.
Evin kapısına vardığında Filiz’in
bahçe temizliğine başladığını gördü. Ekrem çit kapısından içeriye girdi. “İçeri
girebilir miyim?” dedi.
Filiz “Tabi içeri ile işim bitti.
Yalnız taban tahtaları kenarlarında çürükler var. Aralarından böcekler
çıkacağını tahmin ediyorum. Onlara karşı çaresiz kaldım.”
Ekrem “Çok teşekkür ederim. O
kadar bir ayrıntının önemi yok.” Deyip lafı uzatmadan içeriye girdi.
Pırıl pırıldı ev. Filiz annesini
aratmamıştı. Ekrem kendi kendine sordu. “Neden biz erkekler dağıtıcı oluyoruz
da kadınlar toplayıcı. Neden anaerkil değiliz. İlk insanlarda bunun tersi
yaşanıyordu. Şartlar mı değişti. Bir kez daha değişebilir. Her evde kocasına
emreden kadın enteresan olurdu.”
Ekrem mutfağa geçti. Kulplu cam
bardağına su doldurdu. Önceden beş kez yıkadığı cezveye suyu boşalttı. Ocağın
altını yaktı. Kahve kavanozundan Türk kahvesini şeker kaşığı ile alıp bardağın
içine koydu. Amacı cezvede ki su kaynayınca bardağa dökecekti. Böylelikle cezve
kahve artığı ile kirlenmeyecekti. Yöntemi o bulmuştu. Bardaktaki sıcak su ile
kahveyi bir süre bekletti. Kahvenin aroması ortaya çıkması içindi bu.
Yeterince bekledi ve kahve dolu
bardağa çeşmeden az bir şey soğuk su kattı. Sıcak içemiyordu. Sonra kahvesini
seri şekilde içip bitirdi. Çalışma odasına geçti. Bilgisayarını açtı. Word
dosyası oluşturdu, açtı dosyayı.
Yazmaya başladı. “İlk rabıtam
zamanda geriye gitmek içindi. İkinci rabıtam gittiğim zamanda ki avcıların
zihinlerini okumak içindi. Zorlanmadım. Bilakis kolaydı bilgilere ulaşmak.”
Diye devam etti.
Ekrem mağaradaki rabıta esnasında
gördüklerini okuduğu düşünce ışımalarını yazdı. Zorlandığı tek şey avcıların
ölüm korkusu idi. Bu biraz da tehlikeliydi Ekrem için. Avcının ölümünü
aktarabilmek için bunu birebir düşünmek gerekirdi. ‘En iyisi bunu yazmamak’
dedi. Bu kısmı yazmadı.
Bir tıkırtı duydu evin içinde.
Ekrem yerinden kalktı, odadan dışarıya çıktı. Filiz zannetti ama değildi. Filiz
bahçede temizlik yapıyordu. Korkulu adımlarla mutfağa doğru yavaşça yaklaştı.
Tam o an mutfaktan tangır tungur ses çıktı. Ekrem yutkundu. İçeriye bakacaktı
ama nasıl. Karşılaşacağı şeyden korkuyordu.
“Hey orada biri mi var. Hemen
çıkın oradan.” Diye seslendi Ekrem. Cesaret edip mutfaktan içeriye baktı. Bir
şey görünmüyordu. Kimsecikler yoktu içeride. Yalnız mutfağın penceresi açıktı.
“Porsuk, kedi veya ona benzer bir hayvan olmalıydı.” Diye düşündü Ekrem.
Tezgahın üstü darmadağınıktı.
Hırsızın veya hayvanın bir şeyler aradığı malumdu. Elbette bu yiyecek olacaktı.
Hemen buzdolabını açtı. O da ne, iki kutu sütü yoktu. Şimdi anlaşılıyordu. Bir
hayvan olsa süt içmeye çalışır yere dökerdi. Yerlerde süt bulaşığı olmadığı
için hırsız kesinlikle zeki biriydi. Aklına geliyordu ama bunu yakıştıracağı
kişiyi düşünmek istemiyordu. Yine de biraz düşündü.
“Kesinlikle haylaz bir köy
çocuğunun işi.” Dedi noktayı koydu. Pencereden bakıpta soygundan bir iz
aramadı. Pencereyi kapattı, tekrara odasına döndü. Bütün keyfi kaçmıştı. Az
önce yaşadığı şeyi ya unutacak ya da hırsızı bağışladığına kendini
inandıracaktı. Ancak bu şekilde yazısına devam edebilirdi. İkisini birlikte
yaptı.
Öğlen olmuştu. Ekrem dört
sayfalık mağarada ki yaşadıklarını yazma işini bitirmişti. Bilgisayarını
kapattı. Mağaraya tekrar gitmeyi düşünüyordu. Evden mağaraya bir saatlik
yürüyüşle ulaşabiliyordu. Bir saat orada kalış ve geri dönüş. Üç saatini
alacaktı. Karanlığa kalmaz hatta evde yalnızlık çekecek zamanı bolca olurdu.
Bu sefer hazırlıklı olacaktı.
Sırt çantasına fener, çapa, fotoğraf makinesi ve bolca batarya aldı. Evden
dışarıya çıktı.
Filiz yoktu ortalıkta. Bahçe
temizliğini bitirmiş olmalıydı. Çit kapısına doğru ilerledi. Uyduruk tahta
kapıyı açtı. Sağına soluna baktı Kimse yoktu sokakta. Sokağa adımını attı.
Önce köyün çeşmesine uğradı. Bir
kaç çocuk oturmuş bir şeyler içiyordu. Ekrem ellerinde ki süt kutularını görünce anladı. Bu onun
sütüydü. Hiç bozuntuya vermeden çeşmeye yaklaştı. Oluktan su içti.
Çocuklarda biri “Abi al sen de
iç.” Deyince Ekrem bu ikramı geri çevirmedi. Kutuda kalan son yudumları tüketti.
Sütü ikram eden çocuk “Abi sütü
bitirdin sen. Bize bir şey kalmadı.” Dedi elinde ki boş kutuyu ayağıyla ezerek.
Ekrem “İkram ediyorsanız bunu
sorgulamanız doğru bir şey değil. Hem süt zaten bitmek üzereydi. Son yudumları
da ben içtim.”
Aynı çocuk “Afiyet olsun o zaman
abi.” Dedi.
Ekrem ne diyeceğini bilemedi.
“Çok naziksiniz.” Demekle yetindi. Oradan uzaklaştı.
Dağın eteğine gelmişti. Tırmanışa
geçti. Dağın zirvesi uzak değildi ama normal yürüyüşte yirmi saniyelik yol iki
dakika sürüyordu.
Dağda tek tük ağaçlar vardı. Çoğu
kaysı ağacıydı. Ekrem birinin yanına gidip soluklanmak istedi. Yanına vardığı
ağaç kaysı çağlası ile doluydu. Dalların birine uzanıp beş altı tane çağla
kopardı. Yemeye başladı.
Her meyvenin aroması nasıl
farklıysa, bu çağladaki ekşilik diğer ekşi meyvelerin ekşiliğinden farklıydı.
Çağlayı yerken limon yiyorum diyemezdiniz.
Ekrem avucundakileri bitirince bu
sefer biraz daha fazla çağla kopardı. Kopardıklarını sırt çantasının gözüne
koyuyordu. Yeter deyip koparmayı bıraktı. Yoluna devam edip yirmi metre kalan
zirveyi tırmanışa geçti. Kısa zamanda zirveye ulaştı.
Fotoğraf makinesini çıkardı.
Aşağıda ki manzaranın ve köyün bir hayli fotoğrafını çekti. Sonra gözlerini
manzaraya çevirdi. Böyle yerlerde aklına hep dinozorlar gelirdi. Dağlarda ki kayaların
ihtişamı ona çok şey anlatıyordu. Hemen karşısında ki zirvede dikdörtgen
kayalık bir oluşum vardı.
Ekrem “Mutlaka bir dinozor
devrine şahitlik etmiştir.” Diye içinden geçirdi. Ekrem hemen rabıtaya geçti. O
dikdörtgen kayalıktan kalbine kızıl renkte düşünce ile nur akıtmaya başladı.
Bir üç dört dakika böyle yaptı. Sonra üzerinde durduğu dağa görünmez ve gizli
manevi hattını çekmek için dağın iç merkezine “Destur ya rab.” Diyerek
Allah’tan nur içirdi. Bu zevk veriyordu Ekrem’e. Bu rabıtada on dakika kaldı.
“Bu kadar yeterli dağa rengini
verip, iz bırakıp iz almak.” Diyerek yönünü çevirdi. Mağaranın bulunduğu dağa
ulaşmak için inişe geçti. Yokuş aşağı inmek rahatlatıcıydı. Yine kaysı ağaçları
ile karşılaşıyordu ama çoğu çam ağaçlarıydı.
Ekrem araba yoluna indi. Bir kaç
adım sonra tekrar tırmanışa geçti.. Mağaraya vardığında fenerli kasketini
taktı, ışığını yaktı. Tekrar çantasını sırtladı. Mağaranın içine doğru yürüdü.
Bu mağaranın derinliğini kimse
bilmiyordu. Bilenler ise ucu bucağı yok diyorlardı. Bir söylentiye göre
mağaranın derinlerinde insan kemikleri vardı. Bu mağaranın kokusundan belli
diyorlardı. Yine de Ekrem korkmadan, çekinmeden yürüyüşüne devam etti.
Ekrem elektronik mesafe ölçerine
baktı. Şaştı kaldı. “Ne zaman beş yüz metre yürüdüm.” “Cihaz söylüyorsa
doğrudur.” Dedi sonra. Bunu üstelemedi. Aniden bir ses duydu. Su damlası sesi
gibi ama sanki su damlasının sesini arttırmışlar da kulağa yüksek sesli bir
hoparlörden geliyor gibiydi.
Korkmadan sese doğru ilerledi.
İleriden yeşil renkli bir ışık huzmesi gördü. Ekrem ışığa yaklaştıkça ışığın
aydınlığı daha da artıyordu bilinçli bir şekilde. Ekrem ışığa iyice yaklaştı.
Işık insan boyunda bir sandıktan çıkıyordu.
Ekrem yaklaştı. Işık saçan
sandığın üzerinde parlayan kırmızı semboller gördü. Çeşit çeşitti semboller.
“Ekrem “Tarih öncesi bir muamma.” Diye
söylendi. Ne yapacağını şaşırdı. Dokunsa mıydı dev sandığa. Cesaret edip
dokundu. O an olanlar oldu. Ekrem ortalıktan yok oldu.
Ekrem kısa bir ışık parlamasından
sonra kendini, devasa genişlikte başka
bir mağarada buldu. Agarta ve Şamballa fanatiğiydi Ekrem. Tutkunu olduğu bu
uygarlıklarla sorguladı durumunu.
“Keşke öyle olsa. Bir gerçek var
ve hiç çaba harcamadan yabancı bir yerde buldum kendimi. Umarım yaratıkların
ülkesine gelmişimdir.” Diye söylendi. Etrafta lambalar yoktu. Ama geniş
mağaranın içi pırıl pırıldı. Bu aydınlık Ekrem’in bütün korkularını giderdi.
Her on beş yirmi metrede mağarada
karşılıklı iki çıkış kapısı görüyordu. Ekrem bunlar nereye açılıyor diye
kontrol bile etmedi. Geniş ve aydınlık mağarada karşısına çıkacak sürprizlere
doğru ilerledi.
Az sonra mağaranın sonuna gelmiş
gibiydi. Karşısına düz mavi bir duvar çıktı. Ekrem duvara yaklaştı. Parlamaya
başlayan duvardan ses geldi. “Korkma dokun.” Dedi. Sesi sorgulayacak durumda değildi.
Hemen duvara dokundu.
Kap katı, ne metali olduğu belli
olmayan, kadife kumaş gibi hissettiren duvar gözünün önünden yok oldu.
Karşısına Şamballa halkı zannettiği, gözleri kocaman, şeffaf vücutlu, bakınca
kemikleri dahi seçilen, iki yaratık gördü.
Yaratıklar Ekrem’in zihni ile
konuşuyordu. “Gel diyorlardı. Bizi takip et.” Uzun bir koridorda ağır adımlarla
ilerlediler. Beş dakika gibi yürüyüşten sonra koridoru çıktılar.
Eşsiz mükemmel manzaraları olan,
dağları ve ormanlarıyla, gök yüzünde uçan kuşlarıyla, dinozorların olduğu bir
dünya serildi önlerine.
Ekrem’in sağındaki yaratık
“Burada kalmak istiyorsan bizimle antlaşma yapmalısın. Antlaşmamız biz
reptilyan Şamballa halkımızla hiç dışarıya çıkmadan iki sene yaşamaktır. Kabul
etmezsen seni hemen dünyana götüreceğiz. Ve zihninden bu yaşadıklarını
sileceğiz. Var mısın yok musun?”
Ekrem “Burada fotoğraf çekmeme
izin verirseniz şartınızı kabul ediyorum. Yalnız bir sorum olacak. Beni niye
buraya getirdiniz. Bana niye iyilik yapıyorsunuz?”
Yaratık “Siz zeki insanlar bize
benzediğiniz için. Her iyiliği sorguluyorsunuz da ondan.” Dedi.
4. Bölüm
Ekrem kendine iyi davransalar
da bu iki yaratıktan ve bulunduğu
ortamdan ürküyordu. Düşlerinde bile yoktu bu yer, ruhuna yabancıydı. İki
yaratıkla yürümeye başladı.
Biri “Benim adım Enmeenluanna.
Seni toplantı salonuna götüreceğiz. Kralımızın taç giyme kutlaması töreni var.
Kralımız iki yıldır iktidarda. Törenimiz eğlenceli ve bir o kadar ilginçtir.
Sürprizi sen de göreceksin.” Dedi.
Ekrem dinliyordu sadece. Soru
sormak aklına gelmiyordu, bilmiyordu ki bir şey. Az sonra Ekrem yanında ki iki
yaratığın benzerlerini görmeye başladı. Yaratıklar da ilgiyle ona bakıyorlardı.
Büyük kesme taştan yapılmış bir
binanın önüne geldiler. Basamaktan çıktılar, içeriye girdiler. Binanın içinde
odalar yoktu. Geniş yuvarlak şekilde
oturulacak taş basamaklar vardı. İçerisi bir hayli kalabalıktı,
reptilian doluydu.
Ekrem’i boş bir basamağa
oturttular. Enmeenluanna yanındaydı. Diğeri ayrılıp gitmişti. Onca reptiliandan
konuşma sesleri geliyordu. Sözlerinden sesli harfleri atmışlar sessiz harflerle
konuşuyorlardı.
Bir borazan çaldı. Ardından ona
eşlik eden beş borazan daha. Trampet sesleri geldi. Tüm reptilianlar ayağa
kalktı. Kral olduğu belli olan reptilianın işareti ile iki bine yakın ayağa
kalkan reptilian kalabalığı oturdu. Ama kral tahtına oturmadı. Önünde duran
ayna gibi şeye dokundu.
Aynanın içinden iki reptilian ve
taşıdıkları kadın olan bir insanla çıktılar. Kadın korku ortamında bağırmıyordu
ama belli belirsiz hareketler yapıyordu. Ona uyuşturucu vermiş olmalıydılar.
Kadını uzun bira yüksek zemine yatırdılar.
Bir kaç reptilian kralın yanında
tuhaf sesler çıkardı. Sessiz harflerden ve anlamı bilinmeyen ve onların kutsal
saydığı sözler.
Kral eline aldığı biraz uzun
kamayı kadının tam göğsüne sapladı. Ardından cesedi yanındaki iki reptiliana
bıraktı. İki reptilian kadını dakikalar içinde parçalara ayırdı.
Kral reptilian bağırmaya başladı.
“Azag galra sagbi mu unna te. Namtar galra zibi mu unna te. Utuk sul gubi mu
unna te. Ala sul gabi mu unna te. Gıdım sul ibbi mu unna te. Galla sul kadbi mu
unna te. Dıngır sul girbi mu unna te.” Sözlerini söyledi. Ardından
boğazlanıyormuş gibi ağlama çığlıkları atmaya başladı.
Sonra eli ile Ekrem’in oturduğu
tarafı gösterdi. Ekrem yanındaki iki reptilian tarafından oturduğu yerden
kaldırıldı. Koluna girdiler.
Sağdaki reptilian “Korkma sana
bir şey yapmayacağız. Kralımız kadının kanı ile seni kutsayacak.” Dedi.
Korku ile ilerliyordu Ekrem.
Reptilian kalabalığının arasından geçerken tezahürat benzeri naralar duyuyordu.
Ekrem’in bacağı titremeye başladı. Gözü karardı. Birden karanlığa dönüştü
etraf.
İki reptilian Ekrem’i kurban
edilen kadının bulunduğu taş yükseltiye koydular.
Kral “Bu iki insan parçalanma
tamamlandıktan sonra kutsallaşacaklar ve evlenecekler. Cihazda parçaları
birleştirirken önce dişiyi sonra erkeği birleştirin. Bilinçlerini kazanmadan
dünya yüzüne evlerine taşıyın. Kadının ismi İrem. Geride iz bırakmayın.
Zihinlerinden öldürülüşlerini silin. Haydi şimdi de erkeği öldürüp parçalayın.”
İki reptiliandan biri uzun kamayı
aldı. Ekrem’in göğsüne batırdı. Ardından Ekrem’in kolunu ve bacaklarını
kopardılar. Ardından kafasını koparıp vücudunu parçalara ayırdılar. Taç giyme
kutlaması bitmişti. Kral mahiyeti ile oradan ayrıldı.
Ekrem sağına ve soluna dönüp
duruyordu. Kötü bir rüya görmüştü. Gözlerini açtığında doğruldu. “Ben mağaraya
girmemiş miydim. Evime nasıl geldim.” Diye söylendi. Hatırlaması gerektiği
hatırlıyordu. “Evet en son mağaradaydım. Bir şeyler oldu bana. Ama ne?”
Rüyasında kendini kestiklerini ve
parçaladıklarını görmüştü. Eline, koluna, bacaklarına baktı. Hiç bir iz yoktu.
“Tabi ya arada ki kayıp halka benim ile mağara arasında. Hiç iz bırakmadan beni
taşımanın yolunu bulmuşlar. İnsanı uyurken kendi şehrinden taşıyıp gözünü başka
bir şehirde açarlarsa elbet kayıp halka olacak.” Dedi.
O an cep telefonuna mesaj
gelmişti. Mesaja baktı. Bir kızdan geliyordu. Mesaj “Pardon sizi tanıyamıyorum.
Adım İrem. Yanlışlıkla mesaj gönderdim. Kusura bakmayın.” Diyordu.
Ekrem de “Önemli değil.” Şeklinde
gönderdi cevabını. “Ne şanslıyım. Üniversite de kız arkadaşlarım var, köyde yok
ama illaki tanımadığım bir kız arkadaşımda olacak. Neyse bakalım işimize.”
Dedi.
Çantasına baktı. Çalışma
masasının yanında yerde duruyordu. Bilgisayarı da hakeza masanın üzerinde.
Karnı açtı. Saate baktı. Saat tam on yediyi gösteriyordu. Ayağa kalkıp mutfağa
yöneldi. O da ne. Ocağın üzerinde türüm türüm bir yemek tencere içinde.
“Filiz’i yabancıya kaptırdık. Aşk
olsun Filiz. Yabancı birine elinden geldiği kadar yardım ediyorsun.” Dedi kendi
kendine. Boş bir tabak ve kaşık aldı. Tencere kapağını açtı. Tezgahtaki kepçe
ile tabağına iki kepçe kuru fasulyeden kattı. Dolapta ayran olduğunu biliyordu.
Bu sabah Filiz getirmişti.
Ayran dolu tası masaya çıkarıp
koydu. Bardağına ayran döktü. Ekmeğini de hazır edip oturdu. Birden davul ve
zurna sesi duymaya başladı. “Düğün yarın değil mi. Tarih mi atladım yoksa.
Yarına hazırlık olabilir. Bakkal ne demişti acaba. Yarın mı öbürsü gün mü?”
Diye söylendi.
Yemeğini bitirip bulaşıklarını kalıp
sabunla yıkadı. Temizlik bitince çaydanlığa su doldurdu, ocağa koyup altını
yaktı. Canı bilgisayarda oyun oynamak istedi. Hemen odasına geçti.
Bilgisayarını yerinden alıp mutfağa getirdi. Aç düğmesine dokundu.
“Hem redalert oynarım hem
çaydanlığa dikkat ederim. Bekarlık gibisi yok. Birde mali kaynaklarım tükenmese
yeme de yanında yat.” Dedi kendi kendine.
Filiz kız kardeşi Gülistan ile
konuşuyordu. Filiz “Tüm bildiklerini baştan anlat. Can kulağı ile seni
dinliyorum.” Dedi kardeşine.
Gülistan “Abla iki kere söyledim.
Anlamıyor musun. Hem sen Olcay ile nişanlısın. Nereden çıktı, üstüme eğilik
sağlık. Duyan olursa seni tefe korlar.”
Filiz “Neyse anlatmayı
bırakabilirsin. Olcay'ı sevmiyorum. Koca bulmak zorundaydım ama şimdi değil
artık.”
Gülistan “Gerçekten anlaşılmaz
birisin. Yoksa Ekrem denen o çocuk ve Olcay ile aynı anda mı evleneceksin?”
Filiz “Ben seninle dalga
geçiyorum. Elbet Ekrem’i alıp Olcay’ı boşamayacağım.”
Gülistan “Yine karışık konuşmaya
başladın. Heyecanlandın mı cümlelerin sonu başına geliyor. Bu da seni ele
veriyor. Düğün büyük bir olay. Karizmanı çizdirirsin. Ağır iken yenli olursun.
Bırak bana Ekrem’i. Onunla ben evleneyim. Bana daha münasip.”
Filiz “Verdim gitti.” Deyince
Gülistan sevinçten ablasının boynuna sarıldı.
Ekrem redalert oyununda öndeydi.
Bilgisayarın tüm saldırılarını savuşturmuştu. Dört yerde ana üssü vardı. Şu an
uçan askerleri yeterince çoğalmıştı. Düşman üssüne doğru harekete geçti. Kısa
zamanda oraya varıp üssü bombardımana başladı. Ana üssü yok etti. Diğer yapılar
ise çocuk oyuncağıydı. Ana üs yok edilince düşman ilerleme değil, kesin
gerileme sürecine giriyordu.
Ekrem ağıra alarak önce yerdeki
askerleri öldürdü. Sonra tankları ve altın toplayan arabaları. Oyunu kazandı.
Çayı unutmuştu. Hemen kalkıp
ocağı söndürdü. Çaydanlıktan bir hayli su eksilmişti. Bunu önemsemedi. Çok
kaynamış suyun çay deminin parlak olacağını biliyordu. Sevindiği şey ise çok
kaynamış suyun kireç oluşturmadığıydı. Demek o kadar çok kaynamamıştı. Ocağı
tam zamanında söndürmüştü.
Poşetten demliğe çay koydu.
Demliğin kapağını kapatıp dinlenmeye bıraktı. Çok kaynamış su iyi bir şeydi ama
canı sıkıldı bundan. Oyun zevki kaçtı. Masaya dönüp oyundan çıktı, sonra
bilgisayarını kapattı.
Dışarıda zurna sesi hiç
susmamıştı. Havaya bir kaç el kurşun sıkıldığını duydu. Pat pat sesleri
yüksekti. Dışarıda ne oluyorsa kalabalığa karşı yapılmış bir gösteriydi. Bu
belki de köylüleri eğlenceye çekmek içindi.
Ekrem çayın demlenmesi için
yarım saat beklemişti. Demliğin kapağını
açıp baktı. Çay taneleri dibe çökmüştü. Bardağını hazırladı. Bardağına demden
koydu. Tahmin ettiği gibiydi. Parlaktı dem, bulanık değildi. Sonra üzerine
çaydanlıktaki sıcak sudan döktü.
Ekrem düğün eğlencesine akşam
katılmaya karar vermişti. O vakte kadar kitap okumak istiyordu. Odasında ki kapaklı
kitap rafına yöneldi. Kapağı açtı. Dionis Yayınlarından çıkma, Robinson Crusoe
isimli romanı aldı. İçine sayfanın başına baktı. Daniel Defoe, Ağustos 2017
basımı olduğunu gördü.
Odadaki tek koltuğa oturdu.
Çayını sehpaya bıraktı. Şekerini atıp karıştırdı. Kitabı okuyacağı için sevinç
duyuyordu. Bir mental yoğunluk yaşıyordu. Bu onu kitap okumaya sevk ediyordu.
Yirmili sayfaya gelmişti. Cama
birileri taş atmış gibi ses geldi. Ekrem pencereden baktı, kimse yoktu.
Pencereyi açıp öyle de baktı. Yine kimseyi göremedi.
Gülistan ecel terleri döküyordu
fark edilmemek için. Ekrem onundu artık. Gülistan “Cama benden başka taş atan
olmadı. Bir şekilde ruhu beni hissedecek. Ve bende onu kutsal kafesime
koyacağım. Sen benimsin Ekrem. Ölüm ayırır bizi. Bunca yıldır erkek değmedi
elime. Dur bu daha başlangıç.” Diyordu içinden.
Arkasına sindiği kaysı ağacından
dikkatle baktı. Görünmüyordu Ekrem. Gülistan hızla bahçe duvarına yürüdü. Seri
bir şekilde duvara çıkıp kendi bahçelerine atladı.
Gülistan “Abla abla başardım. Ekrem’in
camına taş attım. Dışarıya baktı, beni göremedi. Ama yakında beni hissetmesi an
meselesi.”
Filiz “Kendini ağırdan sat. Hemen
koyverme, yelkenleri indirme. Bak benim sözümü
dinledin. Sana güzel bir şey yaptırdım. Kıymetimi bil sözümden çıkma.”
Gülistan “Aman abla öğündüğün
şeye bak. Altı üstü pencereye taş attım.”
Filiz “Yanakların elma gibi kızarmış. Gelinlik kız gibi heyecanlısın.”
5. Bölüm
Akşam olmuş düğün melodileri
başlamıştı. Önce saz bir giriş yaptı. Galiba ‘Ankara’nın büklüm büklüm yolları’nı
çalıyordu. Ekrem’in tahmini doğru çıktı. Türkü doğruydu. Melodiye org aleti de
eşlik etti.
Ekrem aynada kendine son kez
baktı. O an babaannesi Leyla’nın sözlerini hatırladı. “Ne taranıyorsun. Aynanın
başında kız gibi bekliyorsun. Gören olursa ayıplar seni.” Demişti babaannesi.
Ekrem kapıya yöneldi. Spor
ayakkabısı tozlanmıştı. Temizleyecekti ama ayakkabı fırçasını da getirmemişti.
Ayakkabısını giydi. Tertemiz halı üzerinde yürüyerek lavaboya girdi. Orada
sehpa üzerinde duran kağıt havludan iki tane kopardı. Tekrar temiz halının
üzerinden tozlu ve kirli ayakkabısı ile yürüdü, evden çıktı.
Hemen bahçe çeşmesinin yanına
gitti. Çeşmeyi açıp ellerini ıslattı. Spor ayakkabısını bir kaç defa elleri ile
sildi. Şimdi ellerini temizlemesi gerekiyordu. Ama birden bahçe duvarından
Gülistan seslendi.
“Abi galiba ellerini yıkayacak
sabun arıyorsun. Az önce sabunla işim bitti. Al.” Dedi.
Ekrem uzatılan küçük kaplı çiti
kutusunu aldı. Eline kutudan bir miktar alıp su ile köpürttü. Sonra ellerini
duruladı.
Gülistan hala bekliyordu. Ekrem
“Al çitiyi teşekkürler.” Diye kutuyu Gülistan’a uzattı.
Görmeliydiniz Gülistan’ı,
sevinçten havalara uçuyordu. “O benim erkeğim, biricik aşkım.” Diye bir kaç
defa eve girene kadar söylendi. Evden içeriye girerken yine söylenince Filiz “Kız
kendini kaybetmiş. Kendine gel Gülistan. Duyan olursa sana deli divane derler.”
Dedi.
Gülistan “Derlerse desinler,
banane. Hayatımın aşkını buldum ya, gerisi vız gelir.”
Filiz “İki gönül bir olunca
samanlık seyran olur derler. Gerçekten kıskandım seni. Düğünüme senin tatlı
gölgen düşerse hiç şaşmam.”
Gülistan “Aman abla beni kıskan
yeter.”
Ekrem düğün alanına girince
kalabalığın haddi hesabının olmadığı gördü. Tahmin etmiyordu bu kadar kalabalık
olacağını. Herhalde tanıdık dostların çoğu şehirden gelmişlerdi. Bir çok
insanın giyim kuşamı onu gösteriyordu.
Kalabalığın içinden biri Ekrem’e
dönüp bakınca bütün kafalar senfoni uyumu içinde ona çevrildi. Bir kaç kişi
ayağa kalkıp Ekrem’in yanına geldi. Bunlar okul arkadaşlarından Rıdvan ve
Eyüp’tü.
Eyüp “Hele hoş geldin Ekrem. Seni
aramızda görmek büyük şeref. Gelişin düğüne rastladı. Büyük şans. Az sonra
helva yemeye oturacağız dedi ekledi. Bu yanımda ki damat adayı. Adayı diyorum
çünkü damadı elimizden kaçırmazsak. Ben sadıcım.”
Neşe içinde Ekrem ve iki okul
arkadaşı etraflarına Ekrem namına selam verip oturdular. Az sonra sahneye Eyüp
ve Rıdvan davet edildi. Eyüp yanına Ekrem’i de sürükledi. Ekrem iyi stil kaşık
havası oyunu bilirdi. Temposunu bir misafirin ağır başlılığı ile yavaş tuttu.
Yirmi dakika boyunca boş alanda
Ekrem ve iki arkadaşı tepindi durdu. Göbek attılar, ellerini şıklatarak uyum
içinde eğildiler büküldüler.
Orkestra yeni bir şarkıya
başladı. Anamur Yolları’nı çalmaya başladı. Bozkır kaşık havasına dinleyen
düğün misafirlerinden çoğu kişi alana
girip göbek atıp oynadı.
Şarkı bitiminde solist “Sayın
misafirlerimiz, havaya silah sıkma konusunda dikkatli olun. Köyümüzde polis
karakolunun olmadığı bilinciyle aşırıya kaçmadan havaya sıkabilirsiniz. Şimdi
helva yeme sürecine geçiyoruz. Buyurun masalara.” Dedi.
Otuza yakın masa kısa sürede
doldu. Ekrem ve iki arkadaşı aynı masaya oturdular. Köylüler sıcak dağıtılacak
helvalarını özlemle beklediler. Helva demişlerdi ama bir sürpriz yapılmıştı.
Helva yanında etli bulgur pilavı da dağıttılar. Düğündü bu, her türlü sürpriz
olurdu.
Ekrem evine geç saatte gece birde
geldi. Artık çantasında ki hazineyi açabilirdi. Çantasının içindeki viski
şişesini çıkardı. Kapağını açtı. Yudumlamaya başladı. Şişenin üçte birini
bitirince içmeyi bıraktı. Kapağını kapatıp çantasına geri koydu.
Yatak odasına girdi. Divanına
uzanıp sırt üstü yattı. Bugün her şey güzel gidiyordu. Rüyasında İrem diye
gördüğü kız aklına geldi. Kızı ne kadar da Kız arkadaşı Banu’ya benzetmişti.
Acaba İrem onun göbek adı mıydı. Bu sorgu keyfini kaçırdı. Gerçeği öğrenmeden
de keyfinin yerine gelmeyeceğini hissetti.
Cep telefonunu eline aldı. Sarhoş
hali ile Banu’ya ne yazdığını bilmeden mesaj gönderdi. Az sonra cevap geldi.
“Seni beni kim parçaladı. Ne demeye çalışıyorsun Ekrem?”
Ekrem yazdığı mesaja bakınca
şaştı kaldı. “Banu benim yazdığı belli ama bu mesajı ben vermedim ki.” Diye
yazdı. Bir an korku içinde titredi. Bir şekilde reptilianlar devreye girmişti.
Rüyası sahte olamazdı, gerçeklik payı içeriyordu. Ekrem mağaradan evine nasıl
geldiğini bilemezken yabancı mesajın içinde bazı kayıp halkaları çözmeye
başlıyordu.
Düşünde parçalara ayrılmıştı.
Peki neden acı hissetmemişti. Yoksa acıyı hissettirmeyecek bir iksir mi
içirmişlerdi. Evet yavaş yavaş hatırlamaya başladı. Önce devasa boyutta ışık
saçan bir sandık. Sonra kadife gibi hissettiği mavi fosfor ışığı yansıması.
“Dur elimi dokunmadan önce bana seslenenleri de hatırlıyorum. Hatta bir
balıkhanedeymişim gibi kokuda gelmişti burnuma.” Diye söylendi Ekrem.
Banu’ya “Biraz içtim. Ne
yazdığımı bilemedim. Kusura bakma.” Diye yazı gönderdi.
Banu’dan kısa bir yanıt. “Çok mu
dertlisin?”
Ekrem “Dertli değilim aksine çok
mutluyum. Ama sebebi ne bir türlü bulamıyorum. Şey soracağım. Senin göbek adın
var mı?”
Banu “Evet var. Göbek adım İrem.
Bunu bana babaannem koydu. Köyde halen İrem diye bilinirim. Sen de bana İrem
diyebilirsin.”
Ekrem “Tamam seni özel isminle
çağıracağım. Şey diyorum, sen bugün hiç rüyanda kötü bir şey gördün mü. Çünkü
ben gördüm. Rüya ikimizle ilgiliydi. Rüya değil gerçek gibiydi. Seni ve beni
karanlık bir salonda parçalara ayırıp bir cihazda birleştirdiler. Bu bir çeşit
kutsamaymış.”
Banu “Ne tesadüf aynı rüyayı
bende gördüm. Beni karanlık bir salona ayna gibi şeyin içinden geçirerek
getirdiler. Yere yatırdılar ama sarhoşmuşum. O zaman korkmadım. Kulağıma biri
‘bu eşiği de geçersen süper zeki olacaksın’ dedi. Sonrasını hatırlamıyorum.”
Ekrem “Şimdilik söyleyeceklerim
bu kadar. Seni de uykundan uyandırdık. Sonra yine görüşürüz.”
Banu “Ben uyumuyordum. Film
izliyordum odamda. Sen tez hazırlıyordun. Nasıl gidiyor bitirme tezin?”
Ekrem “Bir kaç sayfa yazabildim.
Yazım elli sayfayı bulunca bitecek. Biliyorsun anlatmıştım sana. Köyümüzde
mağara var. İlkel insanların mağara duvarına çizdikleri resimler var. Tezimde o
resimleri baz alıyorum.”
Banu “Halimize şükretmeli değil
mi Ekrem. Düşünsene bir neandertal kahvaltı nedir bilmez. Zavallılar av peşinde
ne çileler çekmiş. Sonra soyları da tükenmiş.”
Ekrem “Bir kitapta okumuştum.
İnsan geninde cüzi de olsa neandertal harfleri varmış.”
Banu “Olması yüksek ihtimal.
Çünkü aynı gezegende yaşıyoruz. Ve bir homosapience ile karşılaşmaları mümkün.
Bir homohabilis olmadığıma şükrediyorum.”
Ekrem “Günümüz için
şükredebilirsin ama homohabilis döneminde doğası itibari ne yaşayacağı plan
şuuru yok. Şuuru açık ama ona kendi halinden iğrendirecek hiç bir materyal yok.
Doğa o dönemle her şeyi ile önlerine serilmiş. Bundan daha ötelerini istemeleri
içgüdü inançlarını kapsar.”
Konuşmaları güzel gidiyordu. İşte
Ekrem’in en çok sevdiği şey. Konuşacak bir şeylerin mutlaka olmasıydı. Konu
nereden nereye geldi diye Ekrem hayıflanmadı. Bir aşk sözcüğünü de esirgemedi.
“Seni seviyorum aşkım.” Yazdı gönderdi.
Banu “Bende seni seviyorum.”
Yazdı.
Mesajlaşmayı bıraktılar. Ekrem
saatine baktı. Çok geç olmuştu ama hiç uykusu yoktu. Sanki yeni bir uykudan
uyanmış gibi zindeydi. “Belki reptilianların bir müdahalesi.” Diye düşündü. Kendilerinde
olanı ona veriyorlardı. Ezoterik bir inanışta yer altında yaşayan varlıkların
hiç uyumadığını ve uyumanın güneşten kaynaklandığını, aslında karanlık bir
dünyaya uykuyu güneşin getirebileceğini okumuştu.
Yerinden doğruldu. Ayağa kalkıp
çalışma odasına doğru adım attı. Odasından kapısı kapalı olduğu halde yoğun bir
ışığın geldiğini gördü. Korkmayacaktı. Korku ile başa çıkılmazdı. Kapı kolunu
indirdi. O an o yoğun ışık aniden kesildi. Bilgisayara baktı. Çalışır
vaziyetteydi. Ekrem açık bıraktığını zannetmiyordu.
Hemen masasına oturdu. Mausu ile
word dosyalarının bulunduğu klasörü açtı. Derin bir ‘oh’ çekti. Yazamaya
çalıştığı tezin word belgesini açtı. Dosya az sonra açılınca şaşkınlık yaşadı.
Elli sayfa tutacak tezi
tamamlanmıştı. Tezi başlangıcından itibaren okumaya başladı. Okuması bir saati
buldu. Çok harika ve bilimsel yazılar olduğunu gördü. Tezde konu değişikliği de
yoktu. Ekrem’in üzerinde çalıştığı argümanları içeriyordu. Bir reptilian
yapacağını yapmış insanlar için gizem olan mağara resimlerinin hikayesini bir
bir açıklamışlardı.
Ölümsüzdü reptilianlar. Haliyle
neandertallerin hayatına dokunmadan onları gözlemleyip kayıt altına almışlar,
gerekli bilimsel verileri word dosyasına aktarmışlardı.
Reptilianlara teşekkür etmeliydi
ama gitmişlerdi. Onun yerine karşılaştığı reptilian kralına rabıta yapmayı
seçti. Yerinden kalktı. Odadaki divanın üzerine oturup bağdaş kurdu. Başını
kalbine eğdi. Gözlerini kapattı. Ve adının Enmeenluanna olduğunu tahmin ettiği
reptilian kralına rabıtaya başladı.
İçinden “Destur ya Enmeenluanna.”
Dedi. Kralın kalbinden kendi kalbine çay rengindeki kırmızı nurun aktığını
düşünmeye başladı. O an zihnine görüntüler geldi. Kral ona sesleniyordu.
“Ne arıyorsan bizde hepsi var.
Biz reptilianlar siz insanların ölüm enerjisi ile besleniriz. Nasıl dersen bir
insan öldüğünde kuvvetli miktarda ölüm ışıması yapar. Biz öldürdüğümüz
insanlara yeniden can vermeyiz. Ama sen ve İrem özel kişilersiniz. Sizin
ruhlarınız çok kadim bir geçmişten geliyor. Bu zamana kadar reenkarne ola ola
geldiniz. Reenkarnenizde reptilian olmanız da var. Evet reptilianlar ölümsüz
ama bir istisna dışında. Bir reptilian insan olmaya çok heveslidir. Dileyen
reptilian ölüm seçeneğini kullanabilir. Siz de öyle yaptınız."
SON
Tuna M. Yaşar