İki yıl süren pandemiden sonra ilk
kez gönlümüzce bir bayram yaşama şansını yakaladık. Gerçi hayat pahalılığı dar
gelirlileri ve benim gibi emeklileri biraz buruklaştırsa da ben bayramları çok
seviyorum . Çocukken iple çektiğimiz iki dini bayramdan biridir Ramazan
bayramı… O zamanlar “Şeker Bayramı” derdik bol bol şeker yediğimiz için
verilmişti bu ad sanırım. Diğeri ise “Kurban Bayramı” idi. Bol bol et
yediğimiz, dört gün boyunca mangalın hep el altında bulundurulduğu bayram…
Her bayramda mutlaka yeni
giysilerimiz olurdu. Annem bayram öncesi çarşıya çıkardı, mağaza
vitrinlerindeki çocuk kıyafetlerinin modellerini çizerdi ve eve gelince
aynısını bizlere dikerdi. Füsun ablamla benim giysilerim genelde aynı renk,
aynı model olurdu. Kız kardeşim Yasemin’in giysisi çoğu zaman farklıydı. Erkek
kardeşim Metin’e de çok güzel pantolonlar, gömlekler, takımlar dikerdi
anneciğim… Ayakkabı da alınırdı elbette… Arife günü kırmızı pabuçlarıma sarılıp
uyurdum. Bayramları bu nedenle çok severdik. Bayramlık giysilerimizin içinde
kendimizi pek mutlu hissederdik. Bazen arife günü bitmezdi giysilerimiz… Gece
uyanırdım, bakardım ki annem dikiş makinesinin başında… Endişelenmeye başlardım. Ya yarına
yetişmezse!
-Anne, bitmedi mi daha?
- Sabaha hazır olacak, söz
veriyorum. Merak etme yavrum.
-Yardım edeyim mi anne?
- Olur. Madem istiyorsun
elbiselerin ponponlarını yap sen de... Bak, şöyle yapacaksın kızım!
- Tamam anne…
Her bayram öncesi hummalı bir temizlik
başlardı. Evde süpürülmeyen silinmeyen tek köşe kalmazdı. Camlar büyük bir
itinayla silinirdi, en ufacık leke bulunmazdı. Kapılar, pencereler elden
geçerdi. Kırık bozuk boyasız ise onarılırdı. Halılar pırıl pırıl silinirdi. Hem
evimizi hem mutfağımızı hem de kendimizi büyük bir heyecanla, sevinçle bayrama
hazırlardık.
Bayramda uzaktan gelen akrabalarımız da
olurdu. Onlar için dolma, yaprak sarması, içli köfte, mantı, yüksük çorbası,
analı kızlı çorbası gibi ağır tabir edilen yöresel yemeklerimizden
hazırlanırdı. Hoşaflar, kompostolar da olmazsa olmazlardandı. Tatlısız,
çöreksiz bayram düşünülmezdi. Tepsi tepsi börekler, tatlılar hazırlanır,
pişirilmek üzere mahallemizdeki “Hoşgör” fırınına yollanırdı. Bayram sabahları
evin erkeği fırına gider, pişecek pideler için evden yumurta götürürdü.
Fırıncıda onların ekmeklerinin üzerine yumurta sürer, çörekotu ile susam
serperdi. O zamanlar susam yerine“küncü” denirdi. Ekmeğe de küncülü ekmek… Sıcacık küncülü - yumurtalı ekmek de kahvaltı
soframızda yerini alırdı.
Bazen de hanımlar fırından ekmek hamuru
alarak lokma tatlısı dökerlerdi. Ona lokma dökmek denirdi. Hamuru sulandırıp
kızgın yağda kaşık kaşık kızartırlardı. Sonradan bir naylon torbaya koydukları
hamuru torbanın bir köşesini bir iki santim keserek oradan kızgın yağa birer
lokmalık atarak kızartmaya başladılar. Şiresi önceden kaynamış, soğutulmuş
olurdu. Kızaran lokmalar bu önceden hazırlanan şerbete yatırılırdı. Şerbete
“şire” denirdi o zamanlar. Genel olarak çarşıdan taş kadayıfı ve tel kadayıfı
çiğ olarak alınıp evde pişirilirdi. Rahmetli annem en çok kadayıf yapardı. Bol
cevizli, hafif tarçınlı kadayıfın tadına doyulmazdı. Taş kadayıf yapmayı daha o
yıllarda annemi izlerken öğrenmiştim. Yuvarlak özel olarak hazırlanmış kiloyla
satılan taş kadayıf hamurlarının içine dövülmüş ceviz, şeker, tarçın karışımı
konularak D biçiminde kenarlarına bastırılarak kapatılırdı. Kızgın yağda
kızartılır, ılık şireye konularak şerbeti çekmesi sağlanırdı. “Tatlı da iki
malzeme de sıcak olmaz. Biri sıcaksa diğeri soğuk olur. Ya şerbeti sıcak,
tatlısı soğuk olacak ya da tatlısı sıcak şerbeti soğuk olacak. Yoksa hamur
olur.” derdi annem…
Bir gün önceden yani arife günü evdeki
bütün işler biterdi. Akşamdan banyomuzu yaptırırdı annem… Ertesi sabah erkenden
tertemiz giysilerimizle el öperdik. Komşu gezmelerinden sonra akraba
ziyaretlerimiz başlardı. Bayramları sevmemizin ilk nedeni bayramlık
giysilerimizdi, ikinci nedeni de bol bol şeker ve tatlı yemekti. Komşularımızı
ziyaret ederdik, onlar da giysilerimizin çok yakıştığını söylerlerdi. Bizler de
bu iltifatları duydukça çok gururlanırdık. Eskiden komşularımız bol bol şeker,
çikolata ikram ederlerdi. Annem birer şeker alın diye sıkı sıkı tembihlediği
için birer şeker alıp teşekkür ederdik. Ev sahibi ısrar ederse ikinci şekerleri
de sevinçle alırdık. Bazen harçlık da verirlerdi ama kâğıt para değil, madeni
para olurdu hep… Almadan önce annemizin gözüne bakardık. Gözüyle onaylarsa
alırdık, yoksa reddederdik.
Şehirde bayram yeri kurulurdu. Konu
komşu “Bayram Yeri” denilen şimdiki lunapark benzeri bir yere giderdik. Çok
eğlenirdik. Ben en çok kayık salıncağına bayılırdım. Dönen iskemleye ise ömrüm
boyunca binmedim. Anneannemin karşı komşusu Sıdıka Nine’nin oğlu Kadir Amca,
çocukluğunda o salıncağa binmiş ve salıncağın zinciri kopmuş. Bu nedenle beli
kırılmış, felç olmuş. Yürüyemezdi, tekerlekli sandalyesi vardı. Sakız satarak
geçimini sağlardı. Biz de arada sırada ondan sakız, şekerleme alırdık. Annem
tembihlerdi. “Mahalledeki iki bakkaldan da alış veriş yapın. Sakızlarınızı da
tekerlekli sandalyesinde satış yapan Kadir’den de alın. Hepsi komşumuz…
Birinden alıp diğerini küstürmek olmaz.”
Bayramın bendeki çağrışımı budur. Her
bayram çocukluğumun bayramlarını buruk bir özlemle hatırlarım. Annem, babam
aklıma düştükçe yüreğimden bir parça kopar adeta… Ölen yakınlarımı rahmetle anarım. Şimdilerde
bayramı tatile değişenleri gördükçe içim eziliyor. Tatil tatil gibi, bayram
bayram gibi yaşanmalı diye düşünüyorum.
Unutmayalım ki akrabalık, komşuluk ve aile bağlarımız bayramlarla
güçlenir. Hepinize iyi bayramlar diliyorum.
HARİKA UFUK
ADANA