Soğuk
bir kış sabahı, aylardan Aralık... Ezan sesi sessizliğin hüküm sürdüğü Nizip
semasında yankılanıyordu. Bu sırada bir traktörün gürültüsü bitmek üzere olan
ezanın sesine karıştı. Saçları asker tıraşı şeklinde kesilmiş iri yarı bir adam
traktörü sürmekteydi. Traktör İstiklal mahallesinin dar sokaklarında kulak
tırmalayan sesiyle ilerleyerek iki katlı bir gecekondunun önünde durdu. Sabahın
sessizliğinde Mustafa’nın gür sesi yankılandı; “Komşu, komşu hadin, kalkın,
zeytin sıyırmaya gidik!”
Yadırganmayan,
ama sabahın mahmurluğundan kaynaklanan sesin yankısı duyulur; “Tamam gelik
patlama!” Kapı usulca aralanır. Kırk beş yaşlarında, tülbentli, şalvarlı bir
kadın belirir. Yavaşça traktörün arka tarafına çıkar. “Ğerli sabahlar Mustafa
kardaş” “Sana da Zılha kadın sana da ğerli sabahlar. Başka kimse gelmiy mi?”
Zılha
kadın traktörün üstünden seslenir; “Kız gebermiyesice hadi sene!” bu sefer
kapıda on beş yaşlarında bir kız esneyerek görünür. Onun da başında bir
tülbendi vardır. “Tamam aney tamam gelik.” Kız uyuşuk adımlarla anasının yanına
çıktı. Zılha kadın bir zumzukla kızın sırtına vurdu. “Daha bir de cevap verin
he seni gebertim mi?”
Ana
kızın kavgasına aldırış etmeyen Mustafa traktörü Belkız mahallesine sürdü.
Oradan da dört kadın aldıktan sonra Attar Ali meydanına gitti. O mahalleden de
altı kadın aldıktan sonra zeytin sıyıracakları tarlaya yöneldi. Traktörün
arkasında kadınlar kızlar birbirine sokulmuştu. Sadece gözleri görülecek
şekilde tülbentlerini başlarına, yüzlerine sarmışlardı.
Gün
ağarmaya başlarken tırnaklı ekmek fırınları açılmış, mis gibi ekmek kokusu
yayılıyordu. Hele fırınların önünde küçük sandıklardan yayılan enfes nohut
kokusu insanı kendisine çekiyordu.
Zılha
kadın dayanamadı; “Mustafa kardaş şurdan birer nohut dürümü alak!”
Mustafa’nın
kulağı ağır işitiyordu. Bunun için söyleneni duymadı. Zılha kadının kızı Dilan,
Mustafa’yı ensesinden dürttü. “Mustafa ağam anam sana sesleniy.” Mustafa arkaya
dönmeden yüksek sesle; “He ne diysin Zılha kadın di hele.” Kardaş nohut dürümü
alak diyim. Aç karnına nasıl çalışak!”
Mustafa
traktörü Attar Ali meydanındaki su fıskiyesinin doğusundaki Horozun fırınının
yanında durdurdu. “Horoz akey ğerli sabahlar. Bize on dört tene nohut dürümü
sarsana. Yoksa faaller bizi yiycek.”
Fırıncı
Horoz, nohut sandığının yanında oturan elli yaşlarındaki şapkalı adama; “Hacı
ağa acısı bol on dört tene nohut dürümü hazırla. Faallerin içi ısınsın.”
Fırıncı,
nohutçu el ele verip sıcak ve mis kokulu dürümleri hazırladılar. Mustafa
dürümleri alıp Zılha kadına verdi. O da alıp hepsini dağıttı. Tüm faallerin
elinde birer nohut dürümü vardı.
Etrafı
hafif bir kızıllık kaplamıştı. Güneş kendisini göstermeden rengini Nizip
semasına yaymıştı. Aralık ayına girilmesine rağmen bir damla yağmur düşmemişti.
Bundan dolayı da sabahlar kuru soğuk oluyordu.
Faaller
hareketlenen traktörün sarsıntısıyla bir o yana bir bu yana savruluyorlardı.
Zılha kadın kendi yaşlarında bir kadının yanındaydı. “Kız Emo bu ne surat de
hele!” “Yok bir şeyim Zılha sabah işte…” “Yok, yok ben seni biliyim. Sen
böyle delsin, hele söyle kele.” Bu sırada koluyla da Emo kadını dürtüyordu.
“Gebermiyesice herif, sabah çalşıyim, akşam çalışim. Bir de gece yanıma
sokuliy. Git başımdan herif diyim küfrediyi.” “Vış kele bacım herif kudurmuş!
Yorgunluk neyim bilmiyler. Kendileri horul horul yatiyler.”
Kızlar
kendi aralarında, kadınlar kendi aralarında cor yapıyorlardı. Emo kadın lafı
değiştirmek istedi. “Kız Zılha dün minareden bir şeyler diylerdi. Sen biliy
misin?” “Anam ne bilim Emo, onu duyacak halda miyim akşama kadar eşek gibi
çalış, sonra evde yemek, bulaşık he dinlenemik bile.”
Onlara
kulak kabartmış olan Hatçe kadın söze girdi; “Ben bilim ne diyler.” İkisi de
ona döndü. Emo kadın; “Ne diyler hele bir di de öğrenek kele”
Hatçe
kadın; “Bugün saat 10’da yağmur duasına çıkiylermiş. Herkesi kaymakamın evinin
ordaki, camiye çığıriylermiş”
Zılha
kadın; “Allah’ın afeti bi damla rehmet düşmi. Bunun sebebi hep cücükcüler bacım
cücükcüler.” Emo kadın; “Niye kele onlar niye oliy?” Zılha kadın; “Evleri
barkları yıkiyler. Bir veriyler on aliyler. Olmayanın evini, tarlasını aliyler.
Olmayanın da canını aliyler. Gebermiyesiceler rehmet mahmet kalmadı.”
Sabah
soğuğunun etkisiyle iyice ayılan faaller, kendisini hissettiren nohut dürümünü
açmaya başlamıştı. Buram buram kokan nohut, isotun dayanılmaz tadıyla ağızlarda
ayrı bir lezzete dönüşüyordu. Şimdi tüm faaller nohut dürümünü yiyorlardı.
Bu
sırada İmam Hatip Camiini geçmişlerdi. Stabilize yoldan Samandökene doğru
ilerliyorlardı. Nohut dürümlerini yiyen kızlar da kendi aralarında hanek
veriyorlardı. Zılha kadının kızı Dilan bir arkadaşıyla fısıldaşıyordu. Aynı
zamanda korku dolu gözlerle de anasına bakıyordu. Konuştuklarını anlayacak diye
ödü patlıyordu. “Kız Ayşe benimkisine mektubumu verdin mi?” “He ya verdim. Çok
selam söyliy. O da sana bir zarf verdi. Eve gidekte sana verim.” Doğru söle kız
essah mı disin?” “He ya essah dirim, seni sevdiğini bilem söyledi.”
Ayazın
soğuğundan mı yoksa yavuklusundan gelen selamdan mıdır bilinmez Dilan’ın yüzü
kızardı.
Bir
korna sesiyle traktör sağa doğru çekilerek yol verdi. Yolun her iki tarafı da
zeytin ve fıstık ağaçlarıyla süslüydü. Ancak son yıllarda yaşanan kuraklık
ağaçların gözlerini bile kurutuyordu. Bunun için halk son çare olarak yağmur
duasına çıkma kararı almıştı. Kenara çekilen traktörün yanından bir pikap
geçti. Birkaç korna sesiyle faalleri ve Mustafa’yı selamladıktan sonra traktörü
toza dumana katarak yoluna devam etti.
Samandöken’e
varmışlardı. Birkaç yaşlı adam bir çardağın altına oturmuş çaylarını
yudumluyorlardı. Mustafa korna sesiyle onları selamladı. Dik yokuştan yukarıya
çıkarken faaller düşmemek için birbirine sıkıca sarıldılar. Bir müddet sonra
Fırat’ın o güzelim manzarası görünmeye başlamıştı.
Güneşin
kızıl ışıltıları Fırat’ın yüzünde yansıyordu. Havada kar soğu hissediliyordu,
ama güneş yalancı ışıklarıyla sadece etrafı aydınlatıyordu. Güneş soğuğu
kıracak takatten düşmüş gibiydi.
Mustafa
traktörü Ehneş Köyü yazan tabelanın yanından içeriye doğru sürdü. Zeytin
sıyıracakları köye girmişlerdi. Köyün girişinde bir hindi sürüsü dolaşıyordu.
Kümesin üstüne çıkmış bir horoz sabahın olduğunu haykırırcasına yükse sesle
ötüyordu.
Zeytin
tarlasının sahibi Necmettin hoca pikabın yanında faalleri bekliyordu. Onlar
gelinceye kadar üçayağı, sırığı, astarı hazırlamıştı. Hatta büyükçe bir zeytin
ağacının yanında, getirdiği kuru odunlarla semaveri de ateşlemişti. Semaverin
borusundan kara dumanlar çıkıyordu.
Mustafa
traktörünü pikabın yanında durdurdu. Faaller tek tek inmeye başladı. Mustafa;
“Selam aleykim Necmettin Hoca.” “Ve aleykümselam Mustafa hoş geldiniz.”
Necmettin Hoca faallere seslendi; “Haydi bayanlar işbaşına, işimiz çok!”
Yalnızca
gözleri görünen faaller grup grup zeytin ağaçlarına yöneldiler. Ağaçların
altına astarlar serildi. Sırıklarla zeytinler sıyrılmaya başlandı. Kimileri
üçayağa çıkmış elleriyle, kimleri sırıkla zeytinleri sıyırıyordu. Sabahın
soğuğu işin hararetiyle yavaş yavaş ısınıyordu. Bir müddet sonra hanek, cor,
şakalaşma sesleri ağaçların arasında yankılanmaya başlamıştı.
Zılha
kadın kendi grubundaki arkadaşlarına yörede meşhur bir fıkrayı anlatıyordu;
Kadının birisi Fırat’ta kelle ütiymiş. Su gelip kelleyi götürmüş. Kadın da
eline bir parçam bakteniz alıp kelleyi çağırmaya başlamış: Gel meeee meeee.
Kadınlar
hem işlerine bakıyor, hem de cor ediyorlardı. Çuvallar yavaş yavaş dolmaya
başlıyordu. Gençler dolan çuvalları pikabın arkasına taşıyorlardı. Necmettin
Hoca, Mustafa’ya kahvaltının hazır olduğunu söyledi. Mustafa’da faalleri
bağırarak çağırdı: “Haydın yemağe yemağe.”
Zılha
kadın; “Tamam gelik çatlama emi!” Ellerindeki işi bitiren faaller grup grup
geliyordu. Necmettin Hoca herkese birer tane ciğer dürümü almıştı. Büyük
bardaklara doldurduğu çayları dağıttı. Gençlerden çayını, dürümünü alan
Fırat’ın kenarına gidiyordu.
Emo
kadın; “Kesene bereket hoca sağolasın.” Necmettin Hoca: “Hepinize afiyet
olsun.” dedi. Kahvaltısını yapan işine gidiyordu. İçleri ısınmış, mideleri
rahatlamıştı. Cor, hanek ederek çalışmaya başlamışlardı. Öğleye doğru epey
zeytin sıyırmışlardı. Çalışırken zaman hızlı geçiyordu. Hele de kafa dengi
arkadaşlar oldu mu hanek haşematla daha bir hızlı akıyordu zaman. Öğle yemeği,
çay derken etraf kararmaya yüz tutmuştu. Günlerde oldukça kısaydı. Pikabın içi
zeytin çuvallarıyla dolmuştu. Necmettin Hoca faallerin ücretlerini ayrılmadan
ellerine saydı. Bir günlük yirmi liraydı. Sabahın seherinden akşamın
serinliğine kadar ki iş gücü kadınlar için yirmi liraydı. Bunun için de kadın
faaller daha çok tercih ediliyordu. Buna rağmen hepsinin yüzünde tatlı bir
tebessüm vardı. Çünkü ücretlerini her zaman böyle peşin almıyorlardı. Mustafa
kadınlara seslendi: “Haydın haydın karanlığa kalmıyak!”
Faaller
yorgun ayaklarıyla traktöre bindiler. Ay solan yüzüyle gökyüzünden onları
seyrediyordu. Fırat’ın üstündeki yakamozlar sanki genç kızlara göz kırpıyordu.
Mustafa traktörü çalıştırdı. Ağır ağır sürmeye başladı. Ehneş köyünü geride
bıraktılar. Yolda zeytinden dönen diğer faallere el sallayarak yol alıyorlardı.
Dik bir yokuştan aşağı iniyorlardı. Keskin bir dönemeçte karşılarına bir kamyon
çıktı. Mustafa ne yapacağını şaşırdı. Direksiyonu yolun soluna kırdı. Ama
kontrolü kaybetmişti. Yolun kenarındaki büyük bir kayaya çarptı. Faaller can
havliyle bağırıyorlardı. “Amanin, aney, imdat!” sesleri birbirine karışmıştı.
Traktör yan devrilerek sürüklenmeye başladı. Faallerin her biri bir yere
savruldu. Zılha kadının kızı Dilan başını kocaman bir taşa çarptı. Traktör
durduğunda etraf savaş alanına dönmüştü. Mustafa direksiyona sıkışmıştı. Kamyon
şoförü arabasından inip yardıma koştu. İlk önce Mustafa’yı direksiyondan
çıkardı. Onunla faalleri kontrol etmeye başladı. Şoför; “Ağey çok şükür ağır
yaralı görünmiy.” Dedi.
Bu
sırada kendine gelen Zılha kadın kızını arıyordu. “Dilan, Dilaaan.” Emo kadın
Dilan’ı bulmuştu. Dilan’ın alnından kan sızıyordu. Gözleri açıktı. Ellerinde
bir zarf vardı.
“Zılha
kız Zılhaaaa!”
Arkadaşının
sesiyle o tarafa yönelen Zılha kadın koşar adımlarla oraya gitti. Yerde cansız
yatan kızını kucağına aldı. “Kızım, bir tenem, sana gelen ataş anana gele
yavrum.”
Diğer
faaller ve Mustafa Zılha kadının başında toplanmıştı. Az sonra ambulansın siren
sesi duyuluyordu. Kamyon şoförü yaptığı hatadan sonra olanları görünce hemen
ambulansı aramıştı. Ambulans oldukça hızlı gelmiş olsa da Dilan olay yerinde
çarpma sonucu hayatını kaybetmişti.
İlk
müdahale sonrası cansız beden ambulansa konuldu. Ve Dilan yavuklusunun tuttuğu
elleriyle gökyüzüne yolculuğa çıkmıştı. Bulutların üstünde tebessüm ederek,
arkasından gelecek yavuklusunu bekliyordu.
Ay
bulutların ardına çekilerek Nizip’i serin karanlığa terk ediyordu.