AKLIN SOSYAL HAYATTA Kİ YERİ.
İnsan,
diğerlerinden farklı olarak kendisi
ve çok geniş anlamda çevresiyle ilgili farkındalık geliştirebilen tek mümkün
varlıktır. Bu varlık, hayatın anlamı üzerine sorular da geliştirir. Sürekli
kendisi ve çevresi hakkında sorgulayıcı olabilir.
İşte ona bu
imkânı veren şey ise akıldır. Bu bağlamda insan yaptığı fiillerin ahlaki
değeri, dünyanın inşası, insanın anlamı konusunda “aklı” ile
sorgulamalar yaparken, kendisine sürekli dönüşlerle özdüşünümselliğini
sağlayabilir.
“İnsan”, “akıl”
ve “kültür” anahtar kavramları etrafındaki bu giriş, insanın kültürel
belirlenmişliğini aşmasının bir imkânı olarak “akıl” kavramına vurguda bulunmaktadır.
Bir başka deyişle, hayatı alışkanlık hâline getirmiş ve öğrenilmiş kültürel
kalıplar etrafında dolaşan insanın bunu aşmasının imkânı nedir sorusuna
cevap aramaktadır.
İnsan bir
kültürün içine doğar ve bu kültürle ilişkisi ömür boyu sürer. Bunun birkaç
boyutlu içerimi vardır.
Birincisi, bir kişinin oluşumunda içinde yaşadığı
kültürün etkisi ve belirleyiciliği bulunmaktadır. Buna göre insan, doğuştan
itibaren ailesi, sosyal çevresinden aldığı kültür ile şekillenir.
İkincisi, insan bu kültürün belirli oranda
taşıyıcısıdır. Kişi şekillendiği bu kültürel kalıplar etrafında davranışlar
sergiler ve karşılaştığı olaylarda bu kültürün içinden refleksler gösterir;
dolayısıyla kültürün sürekliliğini sağlar.
Üçüncüsü de, insanın bu kültür tarafından şekillendirilmesi
insan-kültür ilişkisinin sadece bir boyutudur.
Öte yandan
kültüre yeni ögeler de ekler. Gerek kutsal kitapların gerekse siyasi tarihin
anlatımlarına baktığımız zaman, insanların çoğu için yaşamanın bir alışkanlık
ve kültürel kalıplarca belirlenmiş bir refleks olduğunu söylemekte zorluk
çekmeyiz.
Kişi; ailesi,
arkadaşı, sosyal çevresinden öğrendiklerini tekrar ederken, hem bu kültürü
yeniden üretmekte hem de davranışlar ve yaşam alışkanlığa dönüşmektedir.
İşte tam da bu sebeple, insanların yaşam alışkanlıklarını ve reflekslerini
değiştirmelerinin zor olduğunu söyleyebiliriz.
Tarihsel süreç
içerisinde toplumlara baktığımız zaman, onların yükseliş ve düşüşlerine şahit
oluruz. Yükseliş yeni bir atılım, sorgulama, muhakeme, bilgi ve heyecan
üzerinde inşa edilir.
Kur’an-ı
Kerim’de kıssaları anlatılan toplumlara baktığımız zaman, bu yükseliş ve
düşüşlere dikkat çekildiğini görürüz. Kur’an-ı Kerim’in bu bağlamda
yükseliş ve düşüş ile bunların sebeplerine yönelik vurgularının altı
çizilmelidir.
Hiç şüphesiz burada
üzerinde durulacak çok farklı boyutlar olmakla birlikte, biz konumuz bağlamında
daha çok “akıl” üzerinden kısa bir okuma yapmak istiyoruz.
Kur’an-ı
Kerim’in anlatımlarına
göre; peygamberler toplumu vahiyle buluşturduğu zaman, ilk yaptıkları orada
yaşayan insanları kalıplaşmış kültür ve geleneklerle yüzleştirmek olmuştur.
Bundan dolayı peygamberlerin öncelikle toplumu bir sorgulamaya çağırdığını
belirtmeliyiz.
İnsanlar, süreç
içerisinde varolan kültüre süreklilik kazandırırlar ve ilerleyen her zaman, tarihin
içinde üretilen kültür ve birikimleri yeniden değerlendirme, yenileme, kendisini
tazelemeye dönüştürmediği zaman, kültürün daha da kalıplaşması, toplumun
donuklaşmasına sebep olur.
Süreç
ilerledikçe bu kültür ve geleneğe eklemeler ve onu aynıyla sürdürme toplumların
sırtında yük olmaya başlar. Bu tıpkı en yukarıda küçük bir kartopunun aşağı
yuvarlanırken büyümesi ve giderek çığ hâline gelmesi gibidir. Gündem kartopunun
aşağıda devasa büyümüş hâli, içine gelenek, kültür ve tarihin eklenmiş
durumudur.
Bu hâl, aslı
itibarıyla toplumların hayatında kaçınılmaz bir süreçtir. Fakat önemli olan
sürekli akli sorgulamalarla donmuş ve içine tarihsel birçok unsur
eklenmiş yapıyı yeniden işler hâle getirebilmektir. Kur’an-ı Kerim’de buna
yönelik dikkat çekmelerden örnekler verebiliriz.
Kur’an-ı Kerim,
kendisinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) çok uzun zamandır (insanlığın ilk
doğuşundan bu yana) devam eden bir geleneğin parçası olduğunu özellikle
vurgulamaktadır. Hz. Âdem’e (a.s.) verilen mesaj nasıl “tevhid” gibi bir
kavram etrafında belirleniyorsa, Hz. Muhammed’in mesajı da aynı şeydir.
Bu anlamda
tevhid, temel paradigmayı teşkil etmektedir. Dikkat edilirse, Kur’an-ı Kerim’in
anlatımında birbiri ardına gelen peygamberler bir yandan bu tevhidi
vurgularken, geldikleri zaman diliminin de toplumların yozlaştığı, akli
muhakemeden uzaklaştıkları dönem olduğunu görürüz.
Bu sebeple
peygamberler, toplumda yaşayan insanların Allah, kâinat, dünya, insan ve
çevreye bakışlarını akli muhakemeden geçirmelerini, bu ilişkileri “akıl” ile
sorgulamalarını ister. Yerleşik düzen, kültürel kalıplar, sınıfsal ilişkiler,
gelirleri bölüşüm sistemi vb. birçok faktörler bu sorgulamanın konusu içerisine
dâhildirler. Mevcut yerleşik ilişkilerin meşruiyetini sağlayan da artık
yerleşik hâle gelmiş kültürdür.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, işte bu kültürün içine doğan, onu içselleştirmiş, o
ilişkiler çerçevesinde hayatını düzenleyen kişiler için “doğru” ve “yanlış”lar
ile onların ölçüleri de değişir. Bu durum, toplumlarda sömürüyü, adaletsizliği
arttırdığı gibi memnuniyetsizlikleri de çoğaltır. Aslı itibarıyla bu durum tam
da toplumların tıkandığı andır.
Peygamberler,
işte bu anda toplumu, akli
sorgulamaya çağırırlar ve böylece tıkanıklığı aşmaya çalışırlar. Hz. Muhammed
(s.a.s) Kur’an-ı Kerim’in mesajını topluma ilettiği zaman, onların “şirk”
üzerine yeniden düşünmelerini istedi. Kur’an’ın mesajını Hz. Âdem gibi uzak ve
Hz. İbrahim gibi yakın iki tarihe referansla açımlamaya çalıştı. Bu, aslında
Arapların da ataları olan ve hatta Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanların ortak
referansı olan Hz. İbrahim üzerinden tekrar aslına rücu etmeye bir çağrıydı.
Arap müşrikleri,
Kur’an’ın bu önerisi karşısında “kendilerinin atalarının yolunda oldukları”nı (Maide,
5/104.) ifade ederken, içinde yaşadıkları ilişki ve ona ait kültüre
meşruiyet kazandırmak üzere Hz. İbrahim’in müşrik olduğunu iddia ettiler.
Kur’an-ı Kerim,
müşriklerin gelenekselliğe bu mutlak referansları karşısında onlara önemli bir
soru sormaktadır: “Allah’ın (c.c.) kitabına ve peygambere gelin, denildiğinde
onlar; atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bizim için kâfidir derler. Peki, ama
ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulamayan kimselerse?” (Maide,
5/104.)
Burada Allah
Teala, müşriklerin geleneksel olanı akli bir sorgulamaya tabi tutmaları
gerektiğini bildirmektedir. Aslında Arap müşriklerinin bu tavrı, tarihin her
döneminde toplumların gösterdiği reflekslerden birisidir. Bugün de toplumda
yaşayan çoğu insan, bir şekilde kafasında yer etmiş bilgi, kalıplaşmış
söylemler, kimi çıkar ilişkileri sebebiyle bu sorgulamayı yapma konusunda ciddi
zafiyet içindedir.
Kur’an-ı
Kerim’in anlatımlarına
göre; peygamberler toplumu vahiyle buluşturduğu zaman, ilk yaptıkları orada yaşayan
insanları kalıplaşmış kültür ve geleneklerle yüzleştirmek olmuştur.
Kur’an-ı
Kerim’de akıl kavramının kullanılışı ve vurgusu, insan ve çevresinde cari
ilişkiler düzenine dikkat çekmek, bunları kavramak ve sorgulama yapmak üzerine
kuruludur. İnsan; rutinleştirdiği, farkındalık geliştirmediği düzenek ve
ilişkileri; üzerinde düşünmeksizin, bir davranış ve tutuma çevirebilir; sürekli
yaparak da o davranışları bedenin bir mekanizması hâline dönüştürebilir.
Hâlbuki Allah, ayetlerde insanın mevcut ilişkiler düzeneğine
dikkatini çekerek, akli sorgulama ile ondan farkındalık geliştirmesini bekler.
Bu sebeple akıl, insan için sürekli bir sorgulamanın ve farkındalığın aracı
hâline gelir ki, total anlamda toplumların dinamikliğini kaybetmesinin sebebi
de budur. Şimdi bu ayetlerden bazılarına bakalım:
“Sizin için bir
korku ve ümit unsuru olarak şimşeği göstermesi, gökten su indirmesi ve bu su
ile ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermesi, Onun ayetlerindendir. Aklını
kullanan kimseler için de bunda ibretler vardır.” (Rum, 30/14.)
“Andolsun ki,
biz aklını
kullanabilen kimseler için, bu şehre dair apaçık bir ayet bırakmışız.”
(Ankebut, 29/35.)
Bugün için
pratikte aklı işletmenin toplumda birkaç boyutlu karşılığı vardır. Birincisi,
Müslüman olmayanların, insan, çevre, dünya etrafındaki cari ilişkiler
düzeneğine dikkatlerini çekerek onları Allah’ın varlığı ve birliğini kabul ile
dünyada kötülüklere karşı durmaya bir çağrı anlamında aklı işletmek. İkincisi,
çok geniş Müslüman topluluğunun, içinde yaşadığımız kalıplaşmış düşünce, fikir,
yaşam biçimi üzerine bir sorgulama ve insanın evrende bulunuşunun anlamına dair
bir farkındalık geliştirme.
Dolayısıyla
Müslümanların; kendilerini
garantilenmiş bir cennetin mutlak sahibi olarak görmekten vazgeçerek,
Müslümanlıklarını yeniden sorgulamaları gerekiyor.