Serbest Kürsü / Söyleşi

Eklenme Tarihi : 13.04.2009
Okunma Sayısı : 3001
Yorum Sayısı : 0
GAZETECİ, ŞAİR VE YAZAR M.NİHAT MALKOÇ’LA

ŞİİR VE EDEBİYAT ÜZERİNE RÖPORTAJ

Röportaj: Atılay YEŞİLYURT

Atılay YEŞİLYURT: Röportaja başlamadan önce bize kendinizi tanıtır mısınız?


M.Nihat MALKOÇ: 1970 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldim. Sırasıyla Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdim. Liseden mezun olduktan sonra girdiğim ilk üniversite imtihanında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandım. 1992 senesinde adı geçen okuldan mezun oldum. 02 Aralık 1992’de ilk görev yerim olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandım. 1994 yılında vatanî görevimi İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptım. Askerlik dönüşünde Gümüşhane’deki öğretmenlik görevine devam ettim. Daha sonra Ankara’da Anadolu İmam-Hatip Liselerine Öğretmen Seçimi İmtihanına girdim ve kazandım. Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildim. Orada iki yıl görev yaptıktan sonra Türk Cumhuriyetleri Öğretmen Seçimi Sözlü ve Yazılı Sınavına girerek her ikisini de kazandım. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildim. Burada Türkiye tarafından açılan İlahiyat Lisesi’nde, TÖMER’de Türkçe ve Edebiyat derslerine girdim. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptım. Dört yıldan beri Trabzon(Anadolu) Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalışmaya devam etmekteyim. Evliyim; iki kızım, bir oğlum var. Hayatım okumak ve yazmaktan ibaret…

Atılay YEŞİLYURT: Sürekli olarak eserlerinizi yayımladığınız internet siteleri veya dergiler var mı?

M.Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar, en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî, edebî, felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdım. Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı, Nida, Somuncu Baba, Kubbealtı Akademi, Ayvakti, Kardelen, Yeşilay, Gülistan, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulahane, Genç, Tekne, Yedi İklim, Mortaka, Mavi-Yeşil, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, İnsanlığa Çağrı, Yeni Sesleniş, Gençliğin Sesi gibi dergilerde; Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bir zamanlar “Bizim Okul” isimli kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptım. Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldım. Bunların yayında sanal ortamda da pek çok seçkin sitede yazı ve şiirlerim yayınlanmaktadır. Bunlar arasında antoloji.com, sanatalemi.net, kahvemolasi.com, siirdefteri.com, izedebiyat.com.edebiyatdefteri.com, sayhadergi.com, turkedebiyati.org, merihli.com, edebice.com, sakuder.org, koprubasi.tv, sevgikupu.com, siirevim.com, menzil.net, dergibi.com, siirperisi.net sayılabilir. Bu zincire her geçen gün yeni halkalar ekleniyor.

Atılay YEŞİLYURT: Bir öğretmen olarak baktığınızda; öğrenciler arasında şiire olan ilgi ne derecede? Şiiri sevdirmek için özellikle okullarda neler yapılabilir? Görev yaptığınız okulda böyle çalışmalarınız oluyor mu?

M.Nihat MALKOÇ: Öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.

Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.

Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…

Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.

Atılay YEŞİLYURT: Sizce ilimiz Trabzon’da şiire ve şaire yeterince değer veriliyor mu? Trabzonlu bir şair olmanın zorlukları var mı?

M.Nihat MALKOÇ: ‘Trabzon bir kültür ve sanat şehridir’ deniyor. Bu geçmiş itibariyle doğrudur. Özellikle Osmanlı döneminde Trabzon bir ilim, sanat ve edebiyat yuvasıydı. ‘Muhibbi’ mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman bu topraklarda doğdu. Gençliğini burada geçirdi. Yavuz Sultan Selim burada uzun yıllar valilik yaptı. Figani, Hamamizade İhsan Bey, İbrahim Cudi Bey, İsmail Safa gibi isimler Trabzon’da büyüdü ve yetişti; birbirinden güzel şiirlerini yazdı. Cumhuriyet döneminde Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sebahattin Eyüboğlu ve Peyami Safa gibi isimler de yetişti bu şehirden. Bir kısmı köken olarak buralıydı; bir kısmı bizzat bu topraklarda yaşadı. Günümüzde de Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat sahasında önemli isimler yetişiyor. Nazan Bekiroğlu, Sunay Akın, Nihat Genç, Yaşar Bedri Özdemir, Kenen Sarıalioğlu gibi isimler bunlardan birkaçıdır. Fakat yetişenlerin kıymeti bilinmiyor. Şehir bağrından çıkan bu değerlere yeterince sahip çıkmıyor. Çoğu bu isimlerin farkında bile değil. Bu çıkmazdan kurtulmak için şehri derin uykusundan uyandırmalıyız.

Trabzon’da günümüzde sadece şiire değil, sanatın diğer dallarına da yeterince ilgi gösterilmiyor. Trabzon sanki günümüzde sanatta fetret devrini yaşıyor. Aylar geçiyor ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyata dair ciddi bir etkinlik yapılmıyor. Bundan on sene evvel Trabzon’da Trabzon Belediyesi’nin öncülüğünde şairler şöleni yapılırdı. Türkiye’nin en büyük şairleri Trabzon’a çağrılır, burada şiirler okunur, sohbet toplantıları yapılırdı. Yerel sanatçılarla ulusal sanatçılar bir araya getirilerek tanıştırılıp kaynaştırılırdı. Bu çok güzel bir etkinlikti. Fakat uzun yıllardan beri yapılmıyor artık. Yapılmama nedenini ben de bilmiyorum. Oysa çok zor şeyler değil bunlar. Fakat bilmek ve sevmek gerekir bu işleri yapmak için. Bununla birlikte bütün insanlara aynı mesafede durmak ve bağnaz olmamak…

Trabzon’da üç ayda bir yayınlanan Mortaka dışında her kesimi kucaklayan ciddi bir edebiyat ve sanat dergisi de yoktur günümüzde. Çıkan dergiler de belli bir kesime açıyor kapılarını. Bu dergilerin rengi belli… Yani sanatta bağnazca bir tutum sergiliyorlar. Öte yandan Elazığ, Kayseri, Sivas, Malatya gibi Anadolu şehirlerinde onlarca dergi çıkıyor. Her yıl şair şölenleri yapılıyor. Durum bu iken bizler günümüzde Trabzon’un mazideki güzellikleriyle avunuyoruz. Gelecekte anılacak yeni ve özgün çalışmalar yapılmıyor Trabzon’da. Eski Trabzon’un kültür, sanat ve edebiyat mirasını tüketiyoruz hâlâ…

Trabzon’da yirmi yıldan beri hemen her sahada kalem oynatıyorum. Bugüne kadar yazdığım yazıların sayısı binlerle ifade ediliyor. Her hafta üç köşe yazım yayınlanıyor Hizmet gazetesinde. Gümüşhane’de Kuşakkaya gazetesinde günlük köşe yazıları yazıyorum. Türkiye’nin en seçkin dergileri olan Türk Edebiyatı, Türk Dili, Kubbealtı Akademi gibi dergilerde yazı ve şiirlerim yayınlanıyor sürekli. Türkiye genelinde ciddi yarışmalarda otuza yakın ödül kazandım. Evim plaketten, takdir ve teşekkür belgesinden geçilmiyor. Beni İstanbul’da tanıdıkları kadar Trabzon’da tanımıyorlar. Türkiye genelindeki pek çok şiir şölenlerine ve etkinliklere davet ediliyorum. Fakat ne yazık ki Trabzon’daki etkinliklere çağrılmıyorum çoğu zaman. Buna ben ‘sanatta bağnazlık ve çekememezlik’ diyorum. Bizi görmeyenler istiyorlar ki herkes kendileri gibi düşünsün. Anlayacağınız o ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat, özelde şiir hiç de iyiye gitmiyor, altın devrini yaşamıyor, aksine duraklama dönemini yaşıyor. Bunun sorumlusu da kendilerini merkez kabul eden, kendilerinden başkasını kabul etmeyen, ‘az olsun benim olsun’ mantığıyla hareket edenlerdir.

Atılay YEŞİLYURT: Bildiğimiz kadarıyla bir dönem Türkmenistan’da öğretmenlik yaptınız. Türkmenistan'ın sanata bakışı ile bizim bakışımız arasında fark var mı?

M.Nihat MALKOÇ: 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı öğretmenlik sınavını kazandım. Türkiye’nin Türkmenistan’da açtığı okullarda görev yapmak üzere Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gittim. Bu kardeş ülkede üç yıl boyunca öğretmenlik yaptım. Türkiye Diyanet Vakfı’nın maddî desteğiyle açılan Magtımkulu İlahiyat Fakültesi’nde İslam Edebiyatı ve Türkçe derslerine girdim. İlahiyat Lisesi’nde Türk Dili dersleri okuttum. Son olarak da TÖMER’de yabancı öğrencilere güzel dilimiz Türkçeyi öğrettim. Elimden geldiğince Türk kültürünü ve edebiyatını anlattım insanlara. Türkiye’yi tanıtmaya ve sevdirmeye çalıştım. Oralardaki Türk dostlarının sayısını daha da artırdım.

Türkmenistan’da bulunduğum süre içerisinde çok yerler gezdim. Türkmenistan’ın hemen her şehrine gittim. Oradaki tarihi eserleri, özellikle Köhneürgenç ve Merv(Mari) tarihi şehirlerini gördüm ve hayran kaldım. Bu topraklar bizim de ata vatanımızdır. Buralarda milletimizin kadim kültürünü bütün çıplaklığıyla görmek mümkündür. Kim ne derse desin bizler bir millet iki devletiz. Türkmenistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yetmiş yıl boyunca köklü bir komünizm propagandası yapılmıştır. Kültür ve sanat komünizmin hizmetine verilmiştir. Böyle çorak bir tarlada ne yetişebilir ki? Bir şey de yetişmemiş zaten. Var olanlar da fırtına ve şiddetli rüzgârlarla tarumar olmuştur. 1990 yılında Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandığında bizler de en az onlar kadar çok sevindik. Fakat bu ülkeler görünürde bağımsız olsalar da gerçek anlamda uzun yıllar bağımsız olamadılar. Zira Rusya’nın ektiği tohumlar ağaç olmuştu. Bu ağaçlar meyve vermeye devam ediyordu. Son yıllarda Rusya’nın diktiği ağaçların yanında Türkmenler de kendi değerlerini taşıyan tohumları toprağa saldılar. Artık yeni ve yerli ürünler verilmeye başlandı. Türkmen kültürü barizce kendini gösterdi. Onların bu çizgide giderek iyi bir noktaya varacağına inanıyorum.

Türkmenistan’da sanata ve edebiyata aslında çok değer veriliyor. Özellikle şairler el üstünde tutuluyor. Onların en meşhur şairi Mahdumkulu’dur. Mahdumkulu’nu herkes sever ve tanır. Her yıl üç gün boyunca ‘Mahdumkulu Şiir Günleri’ düzenlenir. Rusya zamanında bu büyük şairin şiirleri kültür piyasasından kaldırılmıştı. Bağımsızlıktan sonra Mahdumkulu’nu yeniden keşfettiler, tanıdılar ve sevdiler. Onlar Mahdumkulu’nun yanında Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı ve Nasreddin Hoca’yı da çok seviyorlar ve tanıyorlar. Onların cadde ve sokakları hep kültür sanat ve edebiyat adamlarının adlarını taşıyor. Türkmenistan’da tiyatro gibi görsel sanatlar çok gelişmiştir. Sinema salonu sayısı çok azdır. Kültür ve sanatta daha çok yerli değerler ön plana çıkıyor. Bunun dışında Rusya’nın etkisi hâlâ sürüyor bu ülkede. Fakat Türkiye’deki kültürel hayattan çok uzaktalar. Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası tarihini ve edebiyatını pek bilmiyorlar. Vaktiyle Rusya’nın kötü propagandalarıyla yanlış bir Türkiye imajı yerleştirilmiş zihinlerine. Bunu silmek için zamana ve gayrete ihtiyaç vardır.

Türkmenler Kur’an’dan sonra bu ülkenin Devlet Başkanı merhum Saparmurat Türkmenbaşı tarafından kaleme alınan ‘Ruhname’ adlı esere çok değer veriyorlar. Kadim Türkmen kültüründen izler taşıyan bu eseri baş tacı ediyorlar. Her yerde ‘Ruhname’ karşılarına çıkıyor. Bu kitabı okumayanlar ve bilmeyenler bir yerlere gelemiyorlar. Ülkede bu kitabı büyük bir aşkla ve şevkle ezberleyenler bile var. Bu kitap onların anayasası gibi…

Türkmenistan’da Türkiye gibi zengin bir basın yayın yoktur. Orada 5–6 tane gazete çıkar. Bunların çoğu da üç-beş sayfadan ibarettir. Hepsi de devletin yayın organıdır. Yani devletin güdümündedirler. Bu gazetelerde yayınlanan şiirler bazı devlet büyüklerini öven ve onların özelliklerini sıralayan şiirlerdir. Onun dışında ciddi bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktur ülkede. Zaten halkın derdi edebiyat değil, geçimdir. Görsel sanatları saymazsak onlar kültür, sanat ve edebiyatta Türkiye’den birkaç yüzyıl geridedirler. Fakat son yıllarda bu sahada da ciddi gayretler göze çarpmaktadır. Artık onlar da başlarını kumdan çıkarmaktadırlar. Sanatın ve edebiyatın bu ülkede gittikçe geliştiğini görmek bizi mutlu eder.

Atılay YEŞİLYURT: Gurbete gitmiş biri olarak, memleketten ayrı kalmanın acısını içinizde hissettiniz mi? Bu ayrılık şiirlerinize de yansıdı mı?

M.Nihat MALKOÇ: “Hubbül vatan minel iman” demiş Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde. Yani “Vatan sevgisi imandandır.” Bizler inançlı insanlar olarak vatanımızı bir parçamız sayar ve onu canımızdan çok severiz. Bunun içindir ki ülkemizi tehdit eden şer güçlere karşı canımızı siper ederiz, gerekirse şehit veya gazi oluruz. Memleketten ayrı kalmak zor bir durum… Daha doğrusu acı bir duygu… Bunu lafla anlatmak pek mümkün değil. Ancak yaşayanlar bilir. Hele sılada canınızdan bir parça olan ailenizi bırakmışsanız bu acı daha da büyür, katmerleşir. Ben de ülkemden binlerce kilometre uzakta kaldım üç yıl boyunca. Ailem de Türkiye’deydi. Zor oldu tabii ki… Fakat zorluklara göğüs germeden güzel şeyler elde edilemiyor. Ayrıca bu zorluklar insanı olgunlaştırıyor. Bu duyguları yaşayınca ailenizin ve memleketinizin kıymetini daha çok biliyor ve onları daha çok seviyorsunuz. İnsan genelde bir şeyleri kaybedince kıymetini bilebiliyor. Acı da olsa gurbet duygusunu da yaşamak gerekiyor. Yaşanmayan duygunun şiire yansıtılması hiç de gerçekçi olmaz.

Gurbet, şairlerin ruhunu besleyen bir çeşmedir. Hemen her şairin gurbetle ilgili bir veya birkaç şiiri vardır. Gurbete düşen şairler daha bir hassaslaşıyor ve duygusallaşıyor. Sıla özlemi bazen gözyaşlarına karışarak şiir olarak sayfalara dökülebiliyor. Şiirde ifade edilen duygular yaşanmışsa şiir daha etkili ve güzel oluyor. Yani yazmak için öncelikle yaşamak gerekir. Hiçbir şair demez ki “Yahu benim gurbet şiirim yok; hadi oturup bir de gurbet şiiri yazayım.” Bunu kimse demez. Böyle dese inanıyorum ki tesirli bir şiir yazamaz. Önce gurbeti içinde duymak ve yaşamak gerekir ki gurbet temalı şiirler yazılabilsin. Yani her şey gibi şiirin de bir oluşum safhası vardır. Önce duygular mayalanır, sonra yazıya dökülür.

Şairleri en çok da gurbet akşamları yıkar. Bakarsınız ki herkes evine çekilmiştir. Ailece yemek yemek için sofralar kurulmuştur. Ailece yenilen bir yemeğin doyumsuz lezzeti hiçbir şeyle ölçülmez. Günün iş yorgunluğu çocuklarla atılır. Gurbetteyseniz bu duyguları yaşayamazsınız; sadece hayal edersiniz. Gurbet akşamlarında lokmalar boğazınızda düğümlenir, hüzün kâbus gibi çöker omuzlarınıza. Çoğu geceler uyku tutmaz bir türlü. Bakışlarınız telefona kayar. Ayrılığın acısı ruha abanır. Zihninizde canlanan anılar eşliğinde bütün yollar sizi sılaya götürür. Aşına çehreler gözünüzün önünden gitmez bir türlü. Anıların sis perdesi aralanır gece yarılarında. Anılar bile avutmaz sizi. Hüzün nöbet bekler gözbebeklerinizde. Gurbette düşünceler ateşten bir kor olur çoğu zaman. Dokunsanız yanarsınız. Kemalettin Kamu’nun Yıldırım Gürses tarafından Uşşak makamında bestelenen aşağıdaki şiiri gurbet acısını, sıla özlemini ne kadar da güzel ve etkili anlatır bizlere:

“Gurbet o kadar acı / Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı / Hepsi başka biçimde
Ne bir arzum, ne emelim / Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde”

Beni de gurbet bir hayli etkilemiş, tabir caizse sarsmıştır. Fakat zor da olsa bu duyguların da yaşanması gerektiğine inanıyorum. Hele hele şairler acı tatlı bütün duyguları tecrübe etmelidir. Duyulanla, yaşanan hiçbir zaman aynı olmuyor. İyi ki üç yıllık bir gurbet tecrübesi geçirmişim. Bu gurbet yıllarının şiirime ve şairliğime katkısı büyüktür. Şiirlerim bu süreçten etkilenmiştir. Fakat bunu olumlu bir etki olarak görüyorum ben. Şiirime katkı sağlamıştır. Şiirlerim adeta gurbet kazanında pişmiş, hamlıktan kurtulmuştur.

Atılay YEŞİLYURT: Sizce şiir nedir, şair kimdir? İyi şiir nasıl olmalıdır? İyi şiiri ve iyi şairi besleyen kaynaklar nelerdir? Parasını ödeyip şiir kitabı alan okuyucu şairin müşterisi midir? Şairle şiir okuyucusu arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

M.Nihat MALKOÇ: Şiirin değişmeyen, mutlak bir tanımı yoktur. Şiir bir değerler manzumesidir. Meyvelerinin tadı öncekilerden başka(özgün) olması şart olan bir edebiyat ağacıdır şiir... Şiiri yemek tarifi yapar gibi tarif edemezsiniz. Bugüne kadar şairler ve eleştirmenler şiiri tanımlama çabaları göstermişlerse de bu tanımlar sadece kendi pencerelerinden şiire bakışlarının sözle ifadesinden başka bir şey değildir. Zira şiir tanım kaldırabilen bir sanat dalı değildir. Şiir tanımlanamaz, ancak tadılır ve yaşanır. Şairlerin şiir hakkındaki duygu ve düşüncelerini dile getirdikleri metinlere ‘poetika’ diyoruz biz. Bugüne kadar Türk ve dünya şiirinde şiiri anlama, tanımlama çabaları hep olmuştur. Bu çerçevede poetikalar vücuda getirilmiştir. Bunlar arasında bizde Necip Fazıl’ın ‘Poetika’sı, Orhan Veli’nin ‘Garip Mukaddimesi’, Ahmet Haşim’in ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ı sayılabilir. Bunlar şiirimize katkılarda bulunan metinlerdir. Fakat bu metinlerde ifade edilenler şiirin mutlak gerçekleri değildir. Zaten şiirin mutlak gerçekleri de yoktur. İyi ki de öyledir. Zira şiirin mutlak gerçekleri olsaydı gelişmeye ve derinleşmeye imkân veren bir sanat olmazdı. Onun içindir ki bizden farklı düşünenlere ve yazanlara kızmayalım, onları bir çeşni ve zenginlik olarak görelim. Ana renklerin yanında ara renklerin de varlığını kabul edelim.

Şair; herkesin gördüğünü farklı görebilen, herkesin duyduğunu farklı duyabilen, herkesin bir şekilde hissettiğini farklı hissedebilen insandır. Yani şair her şeye farklı pencereden bakar. Özün özü olan şiiri ortaya çıkaran kahramandır şair… Toplumun gören gözü, tutan eli, söyleyen dilidir. Onun içindir ki şairlere ta Göktürklerden bugüne kadar çok kıymet verilmiştir. Şairler toplumda hep el üstünde tutulmuştur. Fakat gerçek şairler; müteşairler değil. Gerçek şairlerle müteşairleri iyi bir okuyucu rahatlıkla ayırt edebilir.

Şair; şiir vasıtasıyla diğer insanlarla iletişim kurar, duygu alışverişinde bulunur. Şairler başkalarının duyup da ifade edemediğini kelimelerden de tasarruf ederek dile getirirler. Okuyucunun ruhuna bir anlamda ayna tutar başarılı şairler… Bu yüzden şiir; okuyucuyla şair arasında kurulan sağlam bir duygu köprüsüdür. Bu köprünün güçlü ayaklarını özenle seçilen kelimeler oluşturur. Bunun içindir ki şiir biraz da hissiyata ortak bir dil bulma gayretidir. Şairin bulduğu bu ortak dil, duyguları kanatlandırarak okuyucuya ulaştırır.

Şiir okuyucusu şairin kitabını parasını ödeyerek alsa da şairin müşterisi değildir. Keza müşteri olduğu yerde bir de satıcıdan söz etmek gerekir. Duygular alınır satılır cinsten şeyler değildir. Yayınevleri şairlerle şiir severleri kitaplarda buluşturur. Bunun başka bir yolu da yoktur. Hiçbir şair şiir yazarak zengin olmamıştır. Bunun dünyada bir örneği bile yoktur. Kitaba verilen para kâğıt ve mürekkep parasıdır; yoksa şairin emeğinin karşılığı değildir.

Atılay YEŞİLYURT: Şiirlerinizin konularını nelerden seçersiniz. Sizce şiirin konusu önemli midir?

M.Nihat MALKOÇ: Şiir bambaşka bir sanattır. Gerçek şiirin insanı büyüleyen bir iklimi vardır. Öyle istendiği zaman yazılabilen alelâde bir şey değildir şiir... Şiirin kapınızı ne zaman çalacağı hiç belli olmaz. O davetsiz bir misafir gibidir. Bir de bakarsınız ki hiç de uygun olmadığınız bir zamanda çıkagelmiştir. Ayağınıza kadar gelen bu güzel misafiri iyi ağırlamanız gerekir. Hiçbir şey ertelenmeye gelmez. Hele şiir hiç ertelenmemelidir. Gelince kapınıza hemen içeri buyur etmelisiniz kendisini. Yoksa darılır ve gerisin geri gider. Bu bir örneklemedir şüphesiz. Fakat şiirin doğuşu da gerçekten buna benzer bir oluşumdur.

Şiir insan ruhunun aynasıdır. Ruhunuzda neler cereyan ediyorsa onlar mısralara dökülür. Yani bence bütün şiirlerde bir parça yaşanmışlık vardır. Şiir bir milletin hafızasıdır aynı zamanda. Bir millet neler yaşıyorsa o yaşananlar şairler tarafından terennüm edilir. Bir zamanlar televizyon ekranlarında şehit cenazesi görüntüleri eksik olmuyordu. Evlatlarını kaybeden anne-babalar, yakınlarını kaybedenler feryat ü figan ediyordu. Ben bu görüntüleri seyrettikten sonra şehitlikle ve şehitlerle ilgili şiir yazmak için zaman kaybetmeden kaleme sarılmışım çoğu kere. Bunların ruhumda oluşturduğu atmosferi şiirin büyülü dizelerine dökmüşümdür. Öte yandan Filistin’le, Gazze’yle ilgili o acı tablolar gözlerimin önünden gitmemiştir günlerce. Bunlar iç dünyamda bir iç ses olarak yankılanmıştır bir süre. Tabir caizse duygular mayalanmış, bir zaman sonra da o şiir hamuru kabarmıştır. Seyrettiğim kareler ruhumda var olan şiir değirmeninde öğütülmüş ve şiir olarak çıkmıştır bir zaman sonra. Demek ki şiirin oluşumu dış dünyadan da etkilenen hassas bir süreçtir.

Bunların ötesinde hemen her şairin belli bir davası vardır. Yani şair de bir düşünce sahibidir. Kim ne derse desin şairin düşüncesi şiirine yansır. Zira düşünceler duygulara tesir eder. Duygular çoğu zaman düşüncelerin rengine boyanır. Fakat şairler düşüncelerden çok, duygulara yer vermelidir. Şair bir düşüncenin borazanlığını açıkça yapmamalıdır. Şiirde düşünce, çaydaki şeker gibi eriyik olmalıdır. Yani düşünce açıkça görülmemelidir, sadece bir nebze hissedilmelidir. Buna en güzel örnek Üstad Necip Fazıl’ın şiirleridir. Onun şiirlerinde düşünce vardır ama o düşünceler çaydaki şeker gibidir, açıkça görülmez, sadece hissedilir.

Şiirde esas olan hayal gücüdür. Hayal gücü kuvvetli ve geniş olan şairler büyük şairlerdir. Bu şairler geniş kitlelerin duygularına tercüman olurlar. Fakat onların şiirleri derin ve kapalıdır. Hiçbir şeyi açıkça ifade etmezler. Okuyucunun da hayal gücünü kullanarak şiire derinlik katmasına imkân sağlarlar. Zira şiirde okuyucuya yorum payı bırakmak çok önemlidir. Örneğin şiirde tema olarak aşkı işliyorsanız bu aşk açıkça bir noktaya odaklanmamalıdır. Aşka olabildiğince geniş çerçeveden bakılmalıdır. Bir okuyucu Allah aşkını, bir okuyucu beşerî aşkı çıkarabilmelidir aynı şiirden. Herkes gönül heybesine zihnindeki genişliğe göre şiir ağacının meyvelerini toplayıp koymalıdır. Şiir okuyucusuna duyguları paketleyip sunmamalıyız. Okuyucunun önüne duygu harmanını koyarak ona bu harmandan dilediğini seçme imkânı sunmalıyız. Okuyucuyu şiire ortak etmeliyiz.

İyi bir şair dönüp dolaşıp aynı duyguları şiirinde terennüm etmez. Şair daima bir arayış içerisinde olmalıdır. Zira şair arayandır, şiir aramanın diğer bir adıdır. “Eskilerimiz söylenmeyen hiçbir söz yoktur” derler. Gerçekten de öyle… Dünyamızın yaşı milyonlarla ifade ediliyor. Bugüne kadar milyarlarca insan dünyaya geldi, yaşadı ve göçüp gitti. Dünyaya gelen her insan kendince bir şeyler söyledi; bir iz bıraktı. Mademki söylenmeyen söz yoktur, o zaman söylenen sözleri daha farklı renklerde yeniden söylemenin mücadelesini vermeliyiz.

Atılay YEŞİLYURT: Sizce şairin toplumdaki konumu ve görevi nedir?

M.Nihat MALKOÇ: Şairler toplumların iyi niyet sözcüleridir. Şair, toplumun bamteline basıldığı zaman çığlık atan insandır. O; milletlerin gülen yüzüdür, söyleyen dilidir. Bunu Millî Edebiyat dönemi şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul bakın ne güzel ifade etmiştir:

“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;”

Şiirsiz ve şairsiz bir toplum düşünemiyorum. Şiir aslında hayatın öznesidir. Şiirsiz ve şairsiz bir hayat ne kadar da çekilmez olurdu. Şairler hayatı renkli kılıyorlar. Şair yaşadığı topluma ışık oluyor. Şair ruh dünyamızdaki güneş görmeyen noktaları aydınlatıyor. İçimizi ısıtıyor bir anlamda da… Şair, toplumun bir ferdi olarak içinden çıktığı milletin sözcüsü oluyor aynı zamanda. Fakat şair, şiirini fikrin emrine verip sloganlaştırarak okuyucu kitlesini daraltmamalıdır. Şiir türü sloganı hiç kaldıramaz. Sanat, ideolojilerin emrine girdiğinde bitmiş demektir. Sanatın gayesi yine kendisidir. Bu şiir için de geçerlidir şüphesiz. Şiir/şair açıkça bir fikrin sözcülüğünü yaparsa okuyucu sahasını daraltır. Kendi ipini kendisi çeker. Fakat bu demek değildir ki şair toplumsal meselelere duyarsız kalır. Şair toplumsal olaylar karşısında yeri gelince ses ve renk de verir, vermelidir de… Fakat bunun dozunu iyi ayarlamak lazımdır. Düşünceyi ön plana çıkarıp duyguyu öldürmemek gerekir. Bu dengeyi ancak usta şairler sağlayabilir. Bunu başaran şairler toplum tarafından da baş tacı edilirler.

Atılay YEŞİLYURT: Okuduğum eserlerinizden hareketle; şiirlerinizde geçmişi bugünle yoğurduğunuzu, şiirinizin ta divan edebiyatından bugünkü modern şiire kadar birçok kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Ayrıca milli heyecanı derinden hissettiğimiz tarihten hâdiseleri bize çok güzel sezdiriyorsunuz. Şiirlerinizdeki bu yoğun duygunun bir kaynağı var mı, sorumun başında bahsettiğim dönemlerin birikimlerinden yararlanıyor musunuz?

M.Nihat MALKOÇ: Şiir, geçmişle gelecek arasında kurulan bir hissiyat köprüsüdür. Şair bu köprüyü kuran mimardır. Benim şiirlerim tabir caizse sacayağına benzer. Bu sacayağının bir ayağı mazi, bir ayağı hâl, bir ayağı da istikbaldir. Mazi bizim zihin arşivimizi oluşturuyor. Hâl henüz yaşanıyor, istikbal ümitlerimizi sinesinde emziriyor. Bunların hiçbirini görmezden gelemeyiz. Sacayağının ayakta durabilmesi için bütün ayaklarının sağlam olması gerekir.

Türk edebiyatını bilen bir insan olarak bu kıymetli birikimden fazlasıyla yararlanıyorum. İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatından 21. Yüzyıl Modern Türk Edebiyatına kadar geçen süreci zihnimde harmanlamışım. Bu çok zengin bir kaynak benim için… Bundan istifade etmemek akıl kârı değildir. Fakat geçmişteki birikimlerden yararlanmak; onları kopya etmek ve taklit yoluna gitmek değildir. Bu birikimi bilmek hayal dünyamızı zenginleştirir, bizi tekrara düşmekten kurtarır. Özellikle Divan Edebiyatı çok zengin bir kaynaktır; ondan yararlanmak gerekir. Keza her şairden bir noktaya kadar beslenebilirsiniz. Bunları zihin ve hayal teknenizde yoğurarak onlara benzemeyen yeni bir karışım elde edebilirsiniz. Bu elde ettiğiniz karışımda sizin sesiniz ve renginiz olur.

Edebiyatçı olmasaydım belki tarihçi olurdum. Zira tarihe karşı büyük bir alâkam var. Tarihle ilgili alternatif kaynakları sürekli okurum. Kütüphanemde en çok edebî, tarihî ve dinî eserler mevcuttur. İlgim özellikle bu üç alanda yoğunlaşmaktadır. Tarihi bilmek bir şair için çok önemlidir. Tarih bizim bir anlamda kılavuzumuzdur. Her şair tarihini ve kültürünü çok iyi bilmelidir. Özellikle millî şuurun iri ve diri tutulması için tarihin çok iyi bilinmesi ve iyi etüt edilmesi gerekir. Şiirimdeki tarihî izler ve anekdotlar bu alana duyduğum ilgilinin bir tezahürüdür. Öte yandan millî ve manevî duyguları coşkun bir insan olduğumu düşünüyorum. Bu duygular şiirimi besleyen kaynakların başında geliyor. Fakat elden geldikçe bu duyguları soyutlaştırarak imgelerle ifade etmeye ve şiirselliği bozmamaya çalışıyorum.

Atılay YEŞİLYURT: Sizce şiirde ahengi sağlamak için kafiye ve redif gerekli midir? Kafiye ve redifin yerini söz tekrarları ve aliterasyon gibi elemanlar sağlayabilir mi?

M.Nihat MALKOÇ: “Şiirde kafiye gerekli midir, gereksiz midir?” tartışması bugüne kadar hep olagelmiştir. Bu konu çoğu kere de sulandırılmıştır. Demek istediğim o ki bu, günümüzün meselesi değildir. Bu tartışma bize geçmişten miras kalmış, henüz bir neticeye de varılamamıştır. Şiirlerini daha çok ölçülü ve kafiyeli yazan bir şair olarak şahsen ‘şiirde kafiye illâ da gereklidir, kafiyesiz şiir şiir değildir’ diyenlerden değilim. Bunu demek şiire dar bir çerçeveden bakmaktır. Bu aynı zamanda şiire dair bir önyargıdır. Oysa şiir gelişmeye ve yenilenmeye açık bir edebiyat türü olarak önyargılardan uzaktır, uzak olmalıdır da… Aksi takdirde hep aynı dairede dolaşıp dururuz, alanımızı daraltırız. Şiir genişlik demektir; duygular alabildiğine genişlemeli ki insanların sonsuzluğa uzanan duygu dünyasını kuşatabilsin. Kafiye eğer şiirin genişlemesine ve zenginleşmesine engel oluyorsa bunun üzerinde düşünmek gerekir. Fakat usta şairler kafiyeyi sınırlayıcı olarak görmezler.

Şiir vardır kafiyeli yazılınca güzeldir, şiir vardır serbest yazılınca güzeldir. Yani şiiri güzelleştiren kafiye olmadığı gibi, ölçü de değildir. Şiirin güzelliği duyguların ifade ediliş tarzında gizlidir. Format çok da önemli değildir. Daha doğrusu format içeriğin önüne geçmemelidir. Zarfla uğraşırken mazruf unutulmamalıdır. Ölçü ve kafiye aslında kabuktur. Kabuğu aşmadan öze ulaşamayız. Öncelikle ve özellikle şiirde hedeflenen öz yakalanmalıdır.

Şiir meraklılarının çoğu şiire genellikle ölçülü ve kafiyeli başlarlar. Bir kısmı bunda ısrar eder, fakat çoğu ya ölçülü ve ölçüsüz yazmayı aynı anda sürdürür, ya da ölçüsüz ve kafiyesiz yazmayı tercih eder. Ben şiir yazmaya ölçülü ve kafiyeli şiirler yazarak başladım. Bu hususta da ilk zamanlar katı bir düşünceye sahiptim. Argo tabirle söylersek serbest yazılan şiirler benim gözümde bir sıfır yenik başlıyorlardı ayakta kalma mücadelesine. Fakat gelinen noktada hiç de öyle düşünmüyorum. Zira ölçülü ve kafiyeli yazıldığı halde şiirle uzaktan yakından alakası olmayan ikinci sınıf manzumeleri görünce eski kanaatim değişti.

Türk şiirinin Cumhuriyet dönemine imzasını atan Necip Fazıl Kısakürek’in ölçülü ve kafiyeli şiirleri ne kadar güzelse, benim gözümde yaşayan şairlerimizin en büyüğü olan Sezai Karakoç’un ölçüsüz ve belli bir düzenle sınırlı olmayan kafiyesiz şiirleri de bir o kadar güzeldir. Demek ki güzellik şekille sağlanmıyor sadece… Hem ‘elma güzel, muz güzel değildir’ diye bir anlayış ne kadar sakatsa “ölçülü şiir güzeldir, ölçüsüz şiir güzel değildir’ anlayışı da o derece sakattır. Elmanın da güzeli ve alımlısı vardır, olmamışı(hamı) vardır. Keza henüz olgunlaşmamış yemyeşil bir muz, dalında güzel görünse de tadı yoktur. Şiir için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Henüz tamamlanmamış, yürek fırınında pişmemiş şiirler hamurdur, onları tadanlar ancak ve sadece tiksinirler. Fakat bunlar yeterince pişmemişse hepsinin de öyle olduğu önyargısına sahip olamayız. Bu çiğ hamurdan ibaret mamulleri piyasaya sürenler gerçek ürün sahiplerinin piyasasına da darbe vuruyorlar aslında. Ama müşteriler mamulleri denedikten sonra gerçekler ayan beyan oluyor; iyiyle kötü, güzelle çirkin eninde sonunda anlaşılıyor. Şiir de şüphesiz öyledir. Belli bir kültürel altyapısı olan iyi okuyucu iyi şiirle, kötü şiiri, iyi şairle kötü şairi tabir caizse ayak sesinden tanıyor.

Ahenk geniş anlamda uyum demektir. Şiirde ahenk birbiriyle uyumlu seslerin belli bir ritimle bir arada bulunmasıyla sağlanır. Şiirde ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları sadece kafiye, redif ve ölçü değildir. Şiirde ahenk kafiye ve ölçüyle sağlanabildiği gibi söz tekrarlarıyla, aliterasyon ve asonanslarla da sağlanabilir. Hem şiirde ahenk sadece kulakla da ilgili değildir. Anlam ve imge ahengi de ses ahengi kadar mühimdir. Şiirin kendine mahsus bir ses akışı vardır. Şiirde çok kere sese dayalı olmayan derunî bir ahenkten de söz edilebilir. Serbest şiir yazan ustaların şiirlerinde bu derunî ahengi yakalayabilirsiniz. Mesela Attila İlhan’ın şiirlerinde bu derunî ahenk sizi mütebessim yüzüyle karşılar. Bunun yanında iyi bir şiir okuyucusu temanın imkânları doğrultusunda vurgu ve tonlamalarla şiire ahenk katabilir.

Atılay YEŞİLYURT: Şiirinizde belli bir akıma dâhil misiniz? Yazdığınız şiirlerde mana ve yapı itibariyle bir paralellik var mı?

M.Nihat MALKOÇ: Toplum ve genel anlamda insan değişime açıktır her zaman… Değişmeyen tek şey var o da değişimin kendisidir. Aslında değişim tazelenmek ve gençleşmektir. Fakat bunun da ölçüsünü iyi ayarlamak gerekir. Değişim demek, reddi miras demek değildir. Değişim ve dönüşüm geçmişin değerlerini reddetmekle değil, onları çağın gereklerine uydurarak bir adım öteye taşımakla sağlıklı bir yapıya kavuşturulmuş olur.

İnsan ve toplum değişir de şiir değişmez mi? Elbette değişir, değişiyor da… Şiir de kendini yenilemeli ve zamanın imkânlarından yararlanarak bir adım daha ileriye taşınmalıdır. Geçmişi tekrar edip durmak, ataların gölgesinden medet ummak, geleceğe bir katkı sağlamaz. Şiirdeki tabuları yıkmak lazımdır. Fakat bu geçmişi reddetmekle değil, geçmişle geleceği sentezlemekle olursa sağlıklı bir değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Altı yüzyıllık Divan Edebiyatının belli ölçülerden sıyrılamaması, ilerlemeye müsait olmayan karakteristik yapısı, daha doğrusu şairlerin şiire gelenekçi ve sabit bakış açısı Osmanlı dönemi edebiyatının bugünkü konumundan çok daha ileri gitmesine engel olmuştur. Bu edebiyattaki klişeler onun hareket kabiliyetini engellemiştir. Klişeleri tabu edinenler pek de yeni şeyler ortaya koyamamıştır. Gül, bülbül ve servi ekseninde içine kapanık bir şiir dünyası ortaya çıkmıştır.

Şiir canlı bir organizmadır. Değişime ve gelişime açıktır, açık olmalıdır da… Şair kendini yenileyen insandır. Şiir klişeleri kaldırmaz, klişeler şiirin hareket alanını daraltır. İlle de klişelerde ısrar edilecekse onları da çağın yeni anlayışlarıyla modernize etmek gerekir. Değişmek demek, bozmak ve dağıtmak demek değildir. Geleneksel olana modern renkler ve çizgiler katabiliyorsak bu sağlıklı bir değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Geleneksel olanla modern olanı çatıştırmak değil, bir noktada uzlaştırmak en sağlıklı yoldur bence.

Asla unutulmamalıdır ki şair, seri üretim yapan bir şiir fabrikası değildir. Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ifade ettiği gibi her şairin içinde bir ‘şiir hayvanı’ vardır. Buna başka bir tabirle ‘şiir cini’ de diyebiliriz. İlham dediğimiz şey de bunun eseridir. İçimizdeki bu şiir hayvanı hep aynı ruh halinde olmuyor. Canlı bir organizma olarak o da değişiyor, kendini yeniliyor. İyi bir şair, içindeki bu şiir hayvanının sesine kulak veren ve kendini sürekli yenileyendir. Aksi takdirde bir fotokopi makinesine dönüşür, fakat şiir yazdığını sanar.

Türk ve dünya şiirine baktığımızda her dönemin bir önceki döneme ve anlayışa tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Bu biraz da farklı ve alternatif olma çabasıdır. Şiirde belli bir anlayışa bağlı kalmak ve o anlayışı tabir caizse kutsamak şiirin imkânlarını daraltır. Şiirde klişelerden kurtulmak lazımdır. Kendi sesini ve rengini bulabilmek için bu kaçınılmazdır.

Şahsen şiirde belli bir akımın mutlak etkisinde kalmadım hiçbir zaman. Fakat her şiir anlayışını ciddiye aldım ve ondan faydalanmaya çalıştım. Hem günümüzde eskisi gibi etkili şiir akımları ve anlayışları yoktur. Günümüzde ferdiyetçi bir şiir anlayışı hüküm sürüyor daha çok... Ben de kendi sularımda yüzdürüyorum şiir gemisini. Bu gemi zaman zaman değişik limanlara uğrayıp orada dursa da, bir şeyler alıp verse de yine kendi sularına dönüyor sonunda. Şiir sizi kendi sularına çekiyor zaten. Bu okyanuslarda kaybolmamak için iyi bir kaptan olmak gerekir. Gerçek şairler şiir gemisini en iyi şekilde sevk ve idare edebilen kaptanlardır. Fakat burnunun dikine gitmemek, kılavuz kaptanlardan faydalanmayı da ihmal etmemek gerekir. Her şeyi bildiğini sanan kişi, asıl bilinmesi gerekeni bilmiyor demektir.

Şiirde manayla yapı bütünlüğü esastır. Her şiir bir anlam dairesinde doğar ve gelişir. Şiirde anlam aranır mı, aranmaz mı tartışmasına girmek istemiyorum. O ayrı bir şey… Fakat şiirde yapı ile anlam bütünlüğü sağlanırsa şiirin etkiyiciliği daha da artar. Yapı demek ille de belli kalıplara girmek değildir. Serbest şiirde de belli bir yapıdan söz edilebilir.

Atılay YEŞİLYURT: Kendinize örnek aldığınız bir üstat var mı? Varsa sizi nasıl etkiledi.

M.Nihat MALKOÇ: Çok iyi bir şiir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde internet denen bir nimet var önümüzde. Nimet diyorum; zira internet faydalı kullanıldığında bulunmaz bir nimettir. İnternet ortamında binlerce şairin milyonlarca şiirine ulaşmak mümkündür. Artık şiir okumak için ille de şairin kitabına para vererek sahip olmak da gerekmiyor. Yüzlerce şiir sitesi var sanal ortamda. O sitelerde yeni ve eski şairlerin şiirlerine ulaşılabiliyor. Ben de bu sitelerde sık sık dolaşıyorum. Eskilerin şiirlerini okuyorum, yeniler neler yazıyor diye bakıyorum. Bir anlamda şiir mütalaa ediyorum. Demek istediğim o ki belli bir şaire bağlı kalmıyorum. Herkesi okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Bu bana olumlu olarak yansıyor. Belli bir kalıba sıkışıp kalmıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmak da benim için bir avantaj teşkil ediyor. Zira şiirin teorisini ve geçmişini de iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu beni öteki şairlerin yanında daha avantajlı kılıyor. Fakat bu durum şiir yazmayla doğrudan bağlantılı bir durum değildir. Böyle olsaydı bütün edebiyat öğretmenleri şair olurdu. Oysa büyük şairlerin çoğu edebiyat öğretmeni değildir.

Çocukluk yıllarında halk şairlerini çok okumuşumdur. Özellikle Karacaoğlan’ın şiirlerine ilgi duymuşum. Karacaoğlan’dan koşmalar ezberlemişim. Üniversite eğitimi sırasında işin ilmini öğrenirken divan şairlerini de görüp onlar üzerinde yoğunlaşmışım. Özellikle Fuzuli ve Şeyh Galip bende derin izler bırakan büyük divan şairleridir. Mehmet Akif’in Safahat’ı da benim için özel kitaplardan biridir. Bu kitap da ruhumu beslemiştir. Cumhuriyet döneminde yaşayan Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler de ilgi alanıma girmiştir. Üzerimde en çok tesiri olanı da Necip Fazıl’dır. Bu daha sonra yerini günümüz şairlerine bırakmıştır. Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç, okumaktan haz aldığım şairlerin başında gelir. Bu şairlerin şiiri içselleştirmeleri ve kuruluktan kurtararak derinleştirebilmeleri beni etkilemelerinin yegâne sebebidir.

Atılay YEŞİLYURT: Günümüzde beğendiğiniz ve kendinize yakın gördüğünüz kalemler var mı?

M.Nihat MALKOÇ: Günümüz şiirini ve genel anlamda edebiyatını elimden geldiğince takip ediyorum. Benim evime her ay beş-altı tane kültür, sanat ve edebiyat dergisi girer. Zaten her ay beş-altı dergide yazı ve şiirlerim yayınlanıyor. Durum böyle olunca günümüz edebiyatını dergilerden de takip edebiliyorum. Bunlar yetmeyince internet ortamından yararlanıyorum. Günümüzde beğendiğim şair ve yazarlar vardır şüphesiz.... Doğal olan da budur zaten. Herkes kötü yazmaz. Mutlaka birileri şiirde de, diğer türlerde de belli bir kaliteyi yakalayacaktır.

Beni sevindiren asıl şey günümüzde bayanların edebiyata ilgi duyması veya tabir caizse bir anlamda edebiyata ve şiire el atmasıdır. Kadınlarımız son zamanlarda her alanda olduğu gibi edebiyatta da varlıklarını hissettirmeye başladılar. Artık geçmişte olduğu gibi kadınlarımız şiir yazarak duygularını ifade etmekten çekinmiyorlar. Çok şükür ki bu alandaki tabular da bir bir yıkılıyor. Kadınların edebiyata el atması edebiyata renk ve ahenk katıyor. Kadın olsun, erkek olsun mümkün olduğunca yenileri okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Fakat bu kalemlerin olgunlaşması için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Bir kişinin bir şiirini görüp beğenerek onu göklere çıkarmak iyi bir eleştirmenin yapacağı iş değildir. Bu konuda aceleci olmamak gerekir. Zira bir çiçekle bahar olmuyor. Her şeyde olduğu gibi edebiyatta da, şiirde de devamlılık esastır. Kendini yenileyebilenler ve tekrara düşmeyenler zamanla fark edilecek ve hak ettikleri noktalara geleceklerdir. Bu konuda isim vermek de bence acelecilik olur. Yeni kalemleri rakip görmemek, onlara destek ve moral vermek eskilerin de sorumluluğudur. Bu kervan yeni yolcularla menzile olan kutlu yolculuğunu devam ettirecektir. Bu kutlu yolculukta düşenleri ezmemek, onların elinden tutup kaldırmak ayakta kalanların vazifesidir. Zira kimin ne zaman düşeceği hiç belli olmaz. El olan el bulur.

Atılay YEŞİLYURT: Türk edebiyatının geleceğini aydınlık görüyor musunuz? Sizce eskisi gibi büyük ustalar çıkmıyor mu?

M.Nihat MALKOÇ: Sadece Türk edebiyatının değil, genel anlamda Türkiye’nin geleceğini aydınlık görüyorum. Yetmiş milyonun üzerinde bir nüfusumuz var. Bu kadar insanın yaşadığı bir ülkede güzel ürünlerin ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir ki?... Eskiden insanlar bugünkü kadar yazmıyordu. Geçmişte bu kadar kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktu. En mühimi de internet denen vasıta yoktu. Artık dünya internet ağıyla birbirine bağlanmış durumdadır. Herkes, her şeyden haberdardır. İsteyen herkes sesini duyurabiliyor. Daha özgürlükçü ve katılımcı bir ortam var günümüzde. İlerlemek isteyenler için yol daima açık…
Eskiden bu imkânlar yoktu. Dergi ve gazete sayısı bugünkü kadar değildi. Gerçi gazetelerin kitap ekleri dışında edebiyata hizmet edip etmedikleri de ayrı bir tartışma konusudur. Bu arada piyasada o kadar çok gereksiz magazin dergisi var ki onların kalabalığından kültür, sanat ve edebiyat dergileri raflarda kendilerine layık yer bulamıyorlar.

Geçmişte bir sürü edebî akımlar vardı. Edebiyat grupları, sanat anlayışları söz konusuydu. Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti, Milli Edebiyat, Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Toplumcular bunlardan bazılarıdır. Günümüzde şair ve yazarlar daha çok bireysel takılıyorlar. Bu çeşit edebî oluşumlar pek sık görülmüyor. Bu da dağınık bir görüntü teşkil ediyor. Oysa eski edebî grupların her biri iyi veya kötü birer mektepti, şiir atölyesiydi. Bunun tekrar vücuda getirilmesi, şairlerin belli şiir mektepleri oluşturması şiirimiz için bir kazanç olacaktır. Zira eski büyük ustalar bu şiir mekteplerinde yetişti. Günümüzdeki bu dağınıklık ve başıboşluk bu şiir ve edebiyat mekteplerinin tekrar oluşmasıyla giderilebilecektir. Gerçi bunu sanal ortamda sağlayan oluşumlar vardır; fakat yüz yüze gelmedikten, aynı havayı teneffüs etmedikten sonra ekip ruhu yakalanamıyor.

Günümüzde büyük şairler yetişmiyor demek insafsızlık olur. Solda da, sağda da büyük şairler yetişiyor aslında. Fakat bir şairin edebiyata mal olması için uzun bir süreçten geçmesi zorunludur. Günümüzde saflar eskisi kadar net ve belirgin değil. Herkes kendi çapında bir şeyler üretiyor ama bunlar henüz tam anlamıyla tasnif edilebilmiş değildir. Yaşayan şairlerin duygu ve düşünce dünyası her an değişime açık olduğu için onlar hakkında mutlak hükümler vermek bizi yanıltabilir. Bazı şeyleri bekleyip görmek lazımdır. Edebiyat tarihine geçmek için bir nesillik sürenin geçmesi gerekir. Bu da yarım asra yakın bir süredir.

Atılay YEŞİLYURT: Şimdiye kadar birçok ödül kazandığınızı biliyoruz. Bundan yola çıkarak, oluşturduğunuz bir eserin değer gördüğünü görmenin mutluluğunu bize anlatır mısınız?

M.Nihat MALKOÇ: Yerel ve ulusal olmak üzere bugüne kadar otuzun üzerinde ödül kazandım. Evimde plaket koyacak yer kalmadı desem abartmış olmam sanırım. Ödüllerimi sıralamaya kalksam herhalde birkaç sayfa tutar. Bu beni fevkalade mutlu ediyor; yazma şevkimi daha da artırıyor; hissiyatımı kamçılıyor. Ben bu kaynaktan besleniyorum. Eserimin beğenildiğini görmek bana enerji olarak yansıyor. Onun içindir ki bu durumu bilen ve yaşayan bir insan olarak beğendiğim eserlerin sahiplerine övgü dolu sözler sarf etmede cimri davranmıyorum. Biliyorum ki övgü; büyük küçük, kadın erkek herkes için bir ilaç kadar tesirlidir. Fakat samimiyetten uzak olan özgüler bu tesiri sağlamaktan çok uzaktır.

‘Marifet iltifata tabidir’ der eskilerimiz… Samimi iltifat görmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Samimi’ sözünü özellikle vurguluyorum. Çünkü günümüzde iltifatın da ayarını bozdular. Ne yazık ki bu alanda da kantarın topuzu kaçtı. İnsanlar iltifatlarında da samimi değiller çok kere. Bunda iltifat edenler kadar iltifat görenler de suçludur. Zira eleştiriye tahammül edemeyen fertlerden oluşan bir toplumuz. Adam şiir kitabı yayınlıyor. Size de getiriyor kitabını. Bir anlamda hediye ediyor size. Fakat açıkça söylemese de sizden kitapla ilgili bir yazı bekliyor. Okuyorsunuz şiir kitabını. Aslında hiç de beğenmiyorsunuz. Bunu dile getirmek hiç de kolay değil. Çünkü size kitabını imzalayan kişi sizden nasihat değil, övgü dolu sözler bekliyor. Sözde eleştirmenler basıyor övgüyü. Fakat gerçek eleştirmen gördüğü hataları açık yüreklilikle ifade ediyor. Bu sefer de kitabın sahibiyle bozuşuyorsunuz.

Bunları bizzat yaşayan biri olarak konuşuyorum. Bana da şairinden imzalı çok kitaplar geldi. Nezaketle aldım, teşekkür ettim, okudum ve hakkında yazılar kaleme aldım. Beğenmediğime gerekçelerini de sıralayarak açıkça ‘beğenmedim’ dedim. Beğendiklerimi de överken hiç cimri davranmadım. Hakkında olumsuz eleştirilerde bulunduğum bir kısım şair ve yazardan selam alamadım. Fakat doğru bildiğim yoldan sapmadım yine de… Bunu yaşayan biri olarak iltifatın da samimi ve yalancı olanlarını ayırt etmek gerektiğine inanıyorum. Samimi eleştiriler aslında eleştirilen kişinin elinden tutmak, ona yol göstermek anlamı taşır. Beni eleştirenler aslında benim gerçek dostlarımdır. Ödüllere de böyle bakıyorum ben. Zaten akıllı bir şair ve yazar ödülün niteliğini de anlayabilecek yetkinliktedir.

Atılay YEŞİLYURT: Son olarak sormak istediğim şey şudur; edebiyat dünyasında ulaşmak istediğiniz bir yer var mı? Şiire heveslenenlere neler önerirsiniz?

M.Nihat MALKOÇ: Her insanın bir hedefi vardır, olmalıdır da. Hedefsiz yürüyen erken yorulur. Benim hedefim de öncelikle ve özellikle baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmaktır. Yoksa meşhur olmak gibi bir düşüncem yoktur. Geniş kitlelerce okunmak her şairin hedefi olduğu gibi benim de hedefimdir. Fakat bu hedefe varmak için duyguların en seçkinini, özünü ve en güzelini vermelisiniz okuyucuya. Bunu verebilirseniz okuyucu sizi baş tacı eder. Fakat reklamın da tanınmada etkili bir araç olduğuna inanıyorum. Nice büyük sanatkârlar vardır ki köşede bucakta unutulmuşlardır; nice cüce sözde sanatçı vardır ki geniş kitlelerce baş tacı edilmişlerdir. Bu da işin acı olan, yürek yaralayan tarafıdır şüphesiz.

Günümüzde şiirin de küçümsenemeyecek bir müşterisi vardır. Fakat ülkemizde “şiir yazanlar şiir okuyanlardan daha çoktur” iddiasındayım ben de. Bu ne demektir? Şiir meraklıları şiir okumadan şiir yazmaya kalkışıyorlar. İyi bir şair olmak için öncelikle ruhunda şiire dair belli bir meyil olmalıdır. Bu yetmez şüphesiz. Şiiri sevmeli ve ciddiye almalısınız her şeyden önce. Şiiri boş zamanları dolduran bir uğraş olarak görmemelisiniz. Şiir yazmaya heveslenen kişilerin öncelikle bu alanda kendini kabul ettirmiş şairleri sürekli okumaları gerekir. Nasıl ki üniversiteye hazırlanan öğrenciler bir günde yüzlerce test sorusu çözüyor, zihin egzersizi yapıyor, işte şiire gönül verenler de her gün onlarca şiir okumalı ve bu şiirler üzerinde düşünmelidir. Aksi halde şiir yazdıklarını zannederek kıymetli zamanlarını boşa harcamış olurlar. “Söylenmeyen söz yoktur” düşüncesince tekrara düşerler.

Çok şiir okumak iyi de bunun okuyana yansıyan olumsuzlukları da olabilir. Keza çok şiir okuyan kişi belli bir şairin tesirinde kalarak onu taklit edebilir; onun atmosferinden kurtulamayabilir. Malumdur ki taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel ve orijinal olamaz. Şiiri bir yaşam tarzı olarak gören akıllı şiir okuyucusu şiirin gerçeği varken niçin sahtesini tercih etsin ki? Buna esinlenme dersek bunun da belli bir sınırı vardır. Şairler birbirinden esinlenebilir ama bu taklit boyutuna varmamalıdır. Zira en çok sevilen şairler şiir adına yeni şeyler ortaya koyanlardır. Hep aynı çizgide giden ve yeni arayışlar içerisinde olmayan şairler okuyucuyu bıktırırlar. Bir zaman sonra çevresinde muhatap olacakları okuyucu bulamazlar. Bu şairin bittiği andır. Onun içindir ki kimseye benzeme sevdasında olmamalıyız; kendimiz olma, üslûp geliştirme gayreti içerisinde şiirin derinliklerinde yol almalıyız.

Aziz Nesin’in deyimiyle ‘her üç kişiden beşinin şair’ olduğu bir toplumda ve zamanda yaşıyoruz. Bu ironik bir ifade olsa da her ironi bir gerçekten yola çıkar. Gerçi bu durum diğer alanlarda da söz konusudur. Fakat zaman iyilerle kötüleri, şairlerle müteşairleri ayırıyor. Geçmişten örnek vermek gerekirse Servet-i Fünun dergisinde yüzlerce şair yazmasına rağmen bugün Tevfik Fikret’le Cenap Şahabeddin’den başka kimi tanıyoruz? Gün gelecek iyilerle kötüler zamanın adaletli süzgecinde ayıklanacaktır. İyilerin sesi daha gür çıkacaktır.

Şiir edebiyatta özün özüdür. Şiir kelimelerin süzülmüş halidir. Şiirde kelimeler yerli yerinde kullanılmalıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik kelime, her şey yerli yerinde… Onun içindir ki şiir cesaret isteyen bir edebiyat sahasıdır. Fakat bu deli cesareti değildir. Şiir yazma heveslileri bunları bilerek bu yola revan olmalıdır. Şiir yazmaya heveslenenler öncelikle uzun bir okuma süreci geçirmelidirler. Şiiri tanımak ve inceliklerine vakıf olmak için çok şiir okumak lazımdır. Şiir aceleye getirilecek bir sanat ve edebiyat dalı değildir. Şiir sabır ister, ancak sabredenler geniş kitleleri peşinden sürükleyen güzel şiirler yazabilirler. Türk şiirinin yüz aklarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirine son şeklini vermek için 16 yıl beklediğini söylersek işin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.

Türk ve dünya şiirini öncelikle okumalı, bu sahada emsalsiz eserler veren büyük şairleri tanımalıyız. Şiirin teorisi üzerinde de iyice kafa yormalıyız. Şiirin de bir felsefesi olduğunu bilmeliyiz. “Anlaşılmaz ve kapalı ne söylersen şiir olur” sakat mantığıyla, kendisinin de anlam veremediği uçuk imgelerle okuyucuyu yoran bir şair; gün gelir etrafında kimseyi bulamaz. İmge demek bilinmeze yolculuk demek değildir. Şiirde her imge bir duyguya karşılık gelmelidir. Fakat duyguyla imge arasındaki mesafe çok iyi ayarlanmalıdır. Ne çok uzun, ne de çok kısa olmalıdır bu yol... Okuyucu bu mesafeyi kat etmek için çaba göstermelidir. Fakat zaman zaman da okuyucunun elinden tutulmalıdır. Bilinmelidir ki imgeyi çözen okuyucunun şiirden alacağı haz hiçbir şeyden elde edilemeyecek kadar büyüktür.

Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Adeta iğneyle kuyu kazmaktır. Şiir yazanlar, tonlarca topraktan bir gram altın elde etmek için uğraşan madenciler gibidir. Bir gram altın elde etmek için nice fedakârlığa ve zorluğa katlanırlar. Öyle olsa da neticede elde ettiğiniz altındır. Bunu elde etmek bütün yorgunluları unutturur. Zor olduğu için kıymetlidir zaten. Şiir yazmaya heveslenenlerin bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu bilmeleri gerekir. Şiire ve şairliğe talipseniz bunu bilerek ve kabul ederek yola çıkmalısınız. Kimse kimseyi şair olmaya zorlamıyor. Şiiri ya ciddiye al, ya da hiç bulaşma. Ortalık son yıllarda kendini şair sanan zavallılardan geçilmiyor. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara serpiştiren bu müteşairler çok şey yaptıklarını sansalar da şiire hiçbir şey katmıyorlar aslında. Bilinmelidir ki bu ülkede herkes şair olmak mecburiyetinde değildir, olamaz da… İnsanlar en iyi bildiği işi yapmalıdır. Memleketimizdeki kötü şairler veya diğer tabirle müteşairler(kendini şair sananlar) kervanına bir şaşkın yolcu daha eklemek faydadan çok zarar verir Türk şiirine. Eski Türk şiirinden modern Türk şiirine kadar bu sahada kalem oynatanları; düşüncesine hiç bakmadan, bağnazlığa sapmadan okumalı yeni şairler… Ondan sonra da bir örümcek misali sabır ve tahammülle kendi şiir ağlarını örmelidirler. Bunun başka bir yolu ve yordamı da yoktur.
( Gazeteci, Şair Ve Yazar M.nihat Malkoç'la Şiir Ve Edebiyat Üzerine Röportaj başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 13.04.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu