Sırtında yaralı bir öyküyü taşıyordu kadın. Yaralı ve yorgundu. Kalbi kuş gibi çırpınıyordu. Zor bir karar vermişti. Zor bir karar vermek zorunda kalmıştı.  Yedi senedir yuvası bellediği evi terk ediyordu. Gözyaşlarına hâkim olamıyordu. El çantasına alabildiği kadar eşya almış ama maalesef iki gözünün nuru evlatlarını sığdıramamıştı. Evlatları uyurken alınlarına birer öpücük kondurmuş ama uyanmamaları için sarılamamış, koklayamamıştı. Tam da göğsünün orta yerinde acı veren koskoca bir boşluk hissediyordu.

 

            Bir aşk hikayesi olarak başlayan evlilik öyküsü zamanla işkence ve eziyet hikayesine dönüşmüştü. Nasıl olmuştu tüm bunlar kendisi de akıl erdiremiyordu. On yedi yaşında ilk aşık olduğu adamla ailesinin karşı çıkmasına rağmen büyük bir aşkla evlenmiş ve yalnızca yedi yıl sonra yirmi dört yaşında olsa da yaşadıklarıyla kendi çok çok daha yaşlı hissetmekteydi. Yoksulluk ve şiddet tüm hayatını karanlık bir kabus gibi kaplamıştı. Her sabah uyandığında ne için hakarete uğrayacağını ve ne için dayak yiyeceğini kendisi de kestiremiyordu artık. Yemeğin tuzu fazla mı olmuş; dayak, çocuklar ağlıyorlar mı; dayak, çay biraz soğumuş mu; dayak, yemek biraz gecikmiş mi dayak; o gün biraz fazla mı konuşmuş; yine dayak. Ardı arkası kesilmeyen hakaretler ve tüm bu eziyetlerin yanında keskin bir yoksulluk. Halbuki iki çocuk vermişti sevdiği adama ve gece gündüz demeden evliliğinin devam etmesi için çabalamıştı. Ama anlıyordu ki yalnızca kendisinin çabalaması hiçbir şey ifade etmiyordu. Bunu anlamıştı.

 

            Oysa bu aşk hikayesi böyle mi başlamıştı? İzmir’de evlerinde ilk gördüğü anda vurulmuştu eşine. Oturması, kalkması, konuşması bir başkaydı sanki. Kalbi göğsünden sökülecek gibi olmuştu. Ne kadar da ağırbaşlıydı, ne kadar da akıllı konuşuyordu. Kendine güveniyordu, ne yapacağını biliyordu. Gülümsemesi aklını başından almıştı. Şimdiye kadar gördüğü hiç kimseye benzemediği düşünüyordu. Üstelik kitap okuyor, sinemaya gidiyordu. Hatta o zaman kendisine okuması için bir kitap bile vermişti. Bir süre sonra kordon boyunda el ele gezmişler, denize girmişler, kurtuluş anıtının önünde fotoğraf bile çektirmişlerdi. Ne kadar da anlayışlı bir insandı,

gözlerinin içine bakıyordu, kendisini dinliyordu. Bir rüyanın içinde yaşıyordu sanki. Ama maalesef bu rüya evlendikten sonra bir kabusa dönüşmüştü.

 

Evliliğin ilk altı ayı yine iyiydi. Çiftin birbirine alışma süreci sıkıntılı olsa da , aileler sorun çıkarsa da durum oldukça normaldi. Yalnız işsizlik ve yoksulluk düğünden hemen sonra hissedilir olmuştu. Ardından bambaşka bir sürprizle karşılaştılar ve hamile olduğunu öğrendi. Hemen ardından da eşi askere gitti. Normalde de eşinin ailesi ile birlikte yaşıyorlardı ama eşi askerdeyken durum daha da keskinleşti. Yoksulluk sebebiyle eşinin ailesi hem askerdeki oğullarına para göndermek hem de geride bıraktığı eşine bakmak zorundaydılar. Bunun farkında olduğundan elinden geldiğince masraf çıkarmamaya çalışıyordu. Hatta hamile olduğu halde yemesinden içmesinden bile kısmaya çabalıyordu. Dikiş yapıp para kazanmaya bile başladı. Az da olsa birkaç kuruş kazanıyor ve eşine destek olmaya çalışıyordu. Zor yıllardı. Asıl zor olansa İzmir gibi bir şehirden sevdasının peşinde küçük köy gibi bir İç Anadolu ilçesine gelmesiydi. Burada her şey ayıptı, her şey günahtı. Sevdası için yöresel kıyafetler giymeyi bile göze almıştı. Eğer İzmir’de yaşasalardı iş imkânı da olurdu muhakkak ama bu köyden bozma köyde iş imkânı da yoktu. Erkeklere bile iş yokken zaten kadınların çalışması büyük bir ayıp olarak karşılanıyordu. Hele hele yeni evli gencecik bir gelinin çalışması ayıptan da ziyade bir hakaret bir küfür gibi bir şeydi. İşin tuhaf tarafı iş imkanının olmadığı, kadınların çalışmasının ayıp ve namussuzluk olarak karşılandığı bu köyden bozma ilçede yoksulluk hususunda ise kimsenin bir şeyler yaptığı yoktu. Tam bir kısır döngü bataklığı söz konusuydu.

 

Eşi askerlik vazifesini yaparken ilk çocuğunu doğurdu kadın. Doğum olayı da bir işkenceye dönüşmüştü. Çünkü ne hastane, ne sağlık ocağı ne de başka bir sağlık kuruluşuna gidilmiş evinde saatlerce bağırarak doğumu gerçekleştirmişti. Yalnızca yanına bir ev çiçeği konulmuştu. Söylentiye göre bu çiçeğin yaprakları açılırsa doğum kolay olurmuş. Cahillik maalesef her güzel şeyi mahvediyordu.  Doğumun ardından çektikleriyle birlikte depresyona girdi kadın. Eşi de yanında değildi zaten. Ancak bu depresyon bile eşinin ailesi tarafından şımarıklık olarak nitelendirildi. Halbuki insan neden şımarırdı bolluktan öyle değil mi? Bu kadar yokluğun içinde insan nasıl şımarsındı ki?

 

Eşi askerden geldikten sonra her şeyin düzeleceğini sanmıştı. Ama olmadı. Her şey daha da kötüye gitti. Sanki eşine askerde bir şeyler olmuştu. Bambaşka bir adam olarak askerden dönmüştü. İşsizlik ve yoksulluk her şeyi bir ateş gibi yakıyordu. Üstelik yeni doğan bebeğinin beslenmesi gerekmekteydi. Bunu bile eşinin babası karşılıyordu. Eşi günü birlik işlerde çalışıyordu ama kazandığı geçimlerini sağlamaya yetmiyordu. Eşine İzmir’e taşınmayı teklif etti. Orada iş imkânı daha iyi olur, hem kendisi de çalışabilirdi. Bu teklifi şiddetle reddedildi. Hatta bunun için dayak bile yedi. Eşinin ailesi yine kendisini şımarıklıkla suçladılar. Bu gelin oğullarını kendilerinden koparmak niyetinde diye düşünüyorlardı. Halbuki tek düşündüğü ailesinin iyiliğiydi. Eşini seviyordu, aşklarının meyvesi olan çocuklarını seviyordu. Ancak her geçen gün daha dayanılmaz hale geliyordu. Katlandığı her şey, kendi hususunda verdiği her taviz daha büyüğünü beraberinde getiriyordu ve hiçbir şey düzelmiyordu. Bu kadar eziyetin yanında ikinci çocuğuna hamile kaldı. Ancak hamile iken bile eşinden dayak yiyordu. Her şey değişmiş, rüya bitmiş ve kabus başlamıştı. Bu dönüşüme kendisi bile akıl erdirememişti.

 

Eşi tam bir sinir hastasına dönüşmüştü. Her şeye sinirleniyor, her fırsatta hakaret ediyor ve her defasında dayak atıyordu. Yaptığı her şey bir kabahatti. Hatta bir keresinde eşi namaz kılarken eşinin yanına oturdu diye eşi namazını bozmuş ve kendini dövmüştü. Hiçbir yere sığamıyordu. İki çocukla yapayalnız gibiydi. Çocuklar aş istiyordu, giysi istiyordu eşi işsiz olduğundan ihtiyaçlarını karşılayamıyordu. O da utana sıkıla eşinin babasından, annesinden bir dilenci misali ihtiyaçlarını dileniyordu. Kendinden zaten vazgeçmişti. Çocukları doysun istiyordu. Ama olmuyordu. Her defasında küfür, hakaret ve dayak. Bazı zamanlar intihar etmeyi bile düşündü, çeşitli intihar denemelerinde bulundu ama beceremedi. Çocuklarından ayrılamadı. Bu işin ne sevdalık ve de aşklık bir tarafı kalmıştı.

 

1980 senesinde evlenmişlerdi ve takvimler 1987 senesini gösteriyordu. Tam yedi sene bu eziyeti evlilik diye çekmişti. Bir gece yine eften püften bir sebepten eşinden dayak yedi. Ağrı ve sızılar içindeki vücuduyla o gece karar verdi. Eşini terk edecekti. Yanına çocuklarını da almak isterdi ama ne eşi ne de eşinin ailesi buna kesinlikle izin vermezdi. Eşi ve eşinin ailesi sırf gelin olduğu için onun her türlü eziyete katlanmak zorunda olduğunu düşünüyorlardı. Bir köle gibi, bir hayvan gibi her türlü eziyete boyun eğen bir varlık. Böyle bir şey olabilir miydi?

 

Eşini terk ettiği sabah eşi evde yoktu. Kırlara salyangoz toplamaya gitmişti. Güneş doğmadan evden çıkmıştı ve öğleden önce gelmezdi. Bu salyangoz işi mevsimlik bir kazanç kapısıydı. Kırlardan salyangozlar toplanır ve kilo işi satılarak gelir elde edilirdi. Ecnebiler yerlermiş bu salyangozları. Zaten hazırlıklarını yapmıştı. Dikiş yaparak kazandığı birkaç kuruşu yol parası yapacaktı. İzmir’e vardığında ise ailesi kendisine yardım ederdi ne de olsa.

 

Çocuklarına son bir kez baktı, melek gibi uyuyorlardı. Uyandıklarında yesinler diye ekmeğe bir parça yağ sürdü. Zaten evde başka bir şey de yoktu. Ürkek adımlarla ayrıldı bir işkencehaneye dönüşen yuvasından.

 

Bu veda ile bir daha asla dönmeyecekti geriye ve çocuklarını da asla bir daha göremeyecekti. Bunu bilseydi yine de gider miydi? Başka çaresi kalmamıştı…

( Gitmek başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 17.05.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu