Gölgeler İçinde Kaybolan Bir Gün

Kırk iki yaşındaki Mustafa, İç Anadolu’nun bozkırlarına derin bir hüzünle bakarken, günün ilk ışıkları penceresinden içeri süzülüyordu. Hayat, gri bulutların altında soluk ve renksiz görünüyordu. Mustafa, şehrin kenar mahallesindeki küçük apartman dairesinde uyanmakta zorlanıyordu. Yılların yorgunluğu, omuzlarında bir ağırlık gibi çöküyordu.

Yatağının yanında duran ahşap komodinin üstünde yarısı okunmuş bir şiir kitabı vardı. Şiirler, onun için hayata tutunmanın bir yolu olmuştu. Annesiz ve babasız büyüdüğü yetimhane yıllarından bu yana, kelimeler onun en yakın dostları olmuştu. Mustafa, elini uzatıp kitabı aldı, sayfaları rastgele çevirdi ve bir mısra gözlerine çarptı:

“Hayat bir rüyadır, uyanmaksa ölüm.”

Bu mısra, onun içindeki derin boşluğu daha da derinleştiriyordu. Hayat, bir rüya kadar kısa ve belirsizdi; fakat onun için bu rüya bir kabusa dönüşmüştü. Beyaz yakalı bir çalışan olarak ofiste geçen monoton günler, onu hayallerinden ve gerçek tutkularından uzaklaştırmıştı. Ekonomik sıkıntılar, hayatının her köşesine sinmişti; ne birikim yapabilmiş ne de hayallerine ulaşabilmişti.

Mustafa, yataktan kalkıp banyoya yöneldi. Aynadaki yansımasına baktığında, yüzündeki çizgilerde bir ömrün ağırlığını gördü. Gözlerinin altındaki mor halkalar, uykusuz gecelerin birer işaretiydi. Su sesiyle birlikte, çocukluk anıları zihninde canlanıyordu. Yetimhanede geçen o soğuk kış geceleri, yalnızlık içinde büyüdüğü yıllar... Bu anılar, onun ruhunda derin izler bırakmıştı.

Kahvaltı masasındaki ekmek ve peynir, her zamanki gibi iştahını açmıyordu. Çevresindeki insanlar ona normal görünebilir; ama Mustafa, onların davranışlarını yanlış anlıyordu. Komşusu Ayşe Hanım, sabahları her zamanki gibi neşeyle “Günaydın!” dediğinde, Mustafa bu samimiyeti sorguluyordu. “Acaba bana acıyor mu?” diye düşünmeden edemiyordu. Onun için herkesin bir çıkarı, bir gizli niyeti vardı.

Ofise vardığında, mesai arkadaşlarıyla arasında görünmez bir duvar olduğunu hissediyordu. Müdürü Halil Bey, ona bir dosya uzatırken, “Bugün biraz hızlı olalım Mustafa, müşteri bekliyor,” dedi. Halil Bey’in sesindeki ton, Mustafa’nın içinde bir öfke dalgası yarattı. “Yine mi ben? Neden hep benden bekliyorlar?” diye geçirdi içinden. Halbuki Halil Bey’in tek niyeti işlerin zamanında yetişmesini sağlamaktı; ama Mustafa için bu sözler, değer görmediğinin bir göstergesiydi.

Öğle yemeği için dışarı çıktığında, caddenin kalabalığı arasında kayboldu. İnsanlar, yüzlerinde belirsiz ifadelerle yanından geçip gidiyordu. Herkesin bir hikayesi, bir acısı vardı belki de; ama Mustafa, bu kalabalık içinde daha da yalnız hissediyordu. Küçük bir çay ocağına girip bir bardak çay söyledi. Çayın buharı, yüzüne hafifçe vurdu; ama bu sıcaklık bile içindeki soğukluğu gideremiyordu.

Mustafa, çay ocağında otururken, eski bir arkadaşını gördü. Lise yıllarından beri görüşmediği Ahmet’ti bu. Ahmet’in yüzünde yılların getirdiği bir huzur vardı. “Mustafa! Sen misin?” dedi Ahmet, sıcak bir gülümsemeyle. Mustafa, bu gülümsemeyi sahte buldu. “Evet, benim,” diye cevap verdi soğukkanlılıkla. Ahmet, eski günlerden bahsederken, Mustafa onun başarılarını dinlerken daha da içe kapanıyordu. “Ben neden başaramadım?” sorusu zihnini kemiriyordu.

Gün bitip de evine döndüğünde, Mustafa yorgun bir şekilde yatağına uzandı. Elindeki şiir kitabını tekrar aldı ve sayfaları karıştırmaya başladı. Şiirler, onun için bir kaçış yolu olmuştu; ama aynı zamanda gerçeklerle yüzleşmesine de engel oluyordu. Kendi yazdığı bir şiir mısrası geldi aklına:

“Gölgeler içinde kaybolan bir hayat, ışığı ararken yitip giden umutlar.”

Bu mısra, onun iç dünyasını en iyi şekilde özetliyordu. Uyumak ve bir daha uyanmamak istiyordu. Ama kafası o kadar doluydu ki. Şiir kitabının altındaki eskimiş defteri alıp yaşadığı bu berbat günü zihninden bu eski deftere taşımaya karar verdi;

“25 Mayıs 2024 – Günlük

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyandım. Pencerenin arkasındaki gri bulutlar, içimdeki hüzne tercüman olmuş gibiydi. Ne zamandır böyle hissediyorum, hatırlamıyorum. Belki de bu his, yetimhanede geçirdiğim o soğuk kış gecelerinden miras kaldı bana. Bugün de aynı umutsuzlukla başladım güne. Yatağımın başucunda duran şiir kitabını elime aldım, rastgele bir sayfa açtım. "Hayat bir rüyadır, uyanmaksa ölüm," yazıyordu. Bu söz, içimdeki boşluğu daha da derinleştirdi.

Banyoda aynaya baktım. Yüzümdeki çizgiler, gözlerimin altındaki mor halkalar, yılların izlerini taşıyordu. Belki de bu izler, yaşadığım hayal kırıklıklarının birer hatırasıydı. Kendimi zorlayarak kahvaltı masasının başına oturdum. Ekmek ve peynirin tadı, ağzımda bir anlam ifade etmiyordu. Komşum Ayşe Hanım'ın "Günaydın!" demesi bile beni rahatsız etti. Sanki içten değildi, sanki bana acıyordu.

Ofise vardığımda, her zamanki gibi mesai arkadaşlarımla aramda görünmez bir duvar hissettim. Müdürüm Halil Bey'in bana verdiği dosya, omuzlarıma ağır bir yük gibi çöktü. "Bugün biraz hızlı olalım Mustafa, müşteri bekliyor," dediğinde, içimde bir öfke dalgası yükseldi. Neden hep benden bekliyorlar? Neden değer görmüyorum?

Öğle yemeğinde, caddenin kalabalığı arasında kayboldum. Herkes bir yerlere koşuşturuyordu; ama ben, bu kalabalık içinde daha da yalnız hissediyordum. Küçük bir çay ocağına girip bir bardak çay söyledim. Çayın buharı, yüzüme hafifçe vurdu; ama bu sıcaklık bile içimdeki soğukluğu gideremedi. Eski bir arkadaşımı gördüm orada, Ahmet. Yüzünde yılların getirdiği bir huzur vardı. "Mustafa! Sen misin?" dedi, sıcak bir gülümsemeyle. Bu gülümsemeyi sahte buldum. Ahmet, eski günlerden bahsederken, başarılarını anlatırken, ben daha da içime kapandım. "Ben neden başaramadım?" diye düşündüm.

Gün bitip de eve döndüğümde, yorgun bir şekilde yatağıma uzandım. Elimdeki şiir kitabını tekrar aldım. Şiirler, benim kaçış yolumdu; ama aynı zamanda gerçeklerle yüzleşmeme engel oluyordu. Kendi yazdığım bir şiir mısrası geldi aklıma:

"Gölgeler içinde kaybolan bir hayat, ışığı ararken yitip giden umutlar."

Bu mısra, iç dünyamı en iyi şekilde özetliyordu. Gölgeler içinde kaybolmuş bir hayat, neşeyi ararken kaybolan umutlar... Gözlerimi kapattım ve derin bir uykuya daldım. Belki de rüyalarımda, gerçek hayattan daha güzel bir dünyaya kavuşabilirim.


Gölgeler içinde kaybolan bir hayat,
Işığı ararken yitip giden umutlar.
Bir rüya mı, yoksa bir kabus mu bu?
Hüznün derinliklerinde kaybolan anılar.

Her sabah aynı hüzünle uyanmak,
Geçmişin izleriyle dolu bir yolculuk.
Ne zaman biter bu karanlık geceler,
Ne zaman bulur umut, huzur dolu bir köşe?”

 Gölgeler içinde kaybolmuş bir hayat, neşeyi ararken kaybolan umutlar... Mustafa, gözlerini kapattı ve derin bir uykuya daldı. Belki de rüyalarında, gerçek hayattan daha güzel bir dünyaya kavuşabilirdi. 

Mustafa için bir gün daha sona ermişti. Her gün, bir öncekinin aynısı gibi geçiyor; her sabah, aynı hüzünle uyanıyordu. İç Anadolu’nun sonsuz bozkırlarında, hayallerine ulaşamamış bir adamın hikayesi, hüznün gölgeleri arasında kayboluyordu.

( Gölgeler İçinde Kaybolan Bir Gün başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 31.05.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu