Adem - 1
İnsan nüfusu ile
ilgili meşhur arama motorunda bir arama yaptığınızda çeşitli rakamlarla
karşılaşırsınız. Öyle ki 1999 yılında 6 milyara dayanan insan nüfusu, 2011
yılında 7 milyara ve 2022 yılında 8 milyara ulaşmıştır. İçinde bulunduğumuz
2024 yılında bu 8 milyar barajını da aşmışızdır insanlık olarak muhtemelen. Ama
küsuratlar takılmadan 8 milyar olarak kabul edelim insan nüfusunu. Yahu o kadar
insan ölüyor; hastalıklar, pandemiler, savaşlar,
yeteriz beslenme, kıt kaynaklar, doğal afetler nasıl oluyor da nüfus bu şekilde
artabiliyor diye düşünebilirsiniz. Ben daha farklı bir konuya değineceğim;
bundan yalnızca 100 yıl sonra şu anda yaşayan 8 milyar insanın hiç birisi
hayatta olmayacak. 8 Milyar cesetten bahsediyorum.
Bu sayısı rakamsal
olarak yazmak gerekirse “8.000.000.000” şeklinde yazılıyor. Bunu sayısı sözlü
olarak saymayı deneyebilir misiniz? Muhtemelen yüzlü sayılarda saymaktan sıkılırsınız.
Ama bu yeryüzünde 8 milyar insan yaşadığı gerçeğini değiştirmez. 8 milyar can,
8 milyar hayat, 8 milyar beden, 8 milyar beyin ve 8 milyar düşünce.
Bu konuda
çoğunluğun yaptığı gibi felaket senaryolarından bahsedecek değilim elbette. Şu
meşhur sonumuz geldi senaryoları, hemen hemen hepimiz bu senaryolara denk
gelmişiz. Bir kitapta, bir dergide, bir gazetede, bir internet sitesinde ya da
bir sinema filminde karşımıza çıkmıştır insan nüfusunun artmasıyla ilgili
kıyamet senaryoları. Zira benim sık sık karşıma çıkıyor. Özellikle mikroskobik
canlıların popülasyon ömürleri ile ilgili deneylerin sonuçları sık sık metafor
olarak kullanılıyor. Ama okuduğunuz bu yazının konusu bu tür bir felaket
senaryosu değil. Aksine bir kişinin bireysel yaşamındaki enteresan
deneyimlerinden bahsetmek istiyorum.
İşte bahsettiğim bu
8 milyar insan içerisinde sıradan kelimesini tam olarak karşılayan birisiydi
Adem. Ne çok küçük ne de çok büyük
sayılabilecek bir kentte yaşamını sürdürmekteydi. Anadolu’nun orta yerinde
kendi halinde bir şehirde doğdu. O şehirde çocukluğunu geçirdi. O şehir de
okudu ve o şehirde işe girdi. Başka şehirlere de seyahatleri oldu elbette. Ama
doğduğu şehrin dışında uzun süre kalmadı. Adem için tüm dünya yaşadığı şehirden
ibaretti. Peki, nasıl bir insandı Adem? Ne düşünürdü, hayata nasıl bakardı?
Cimri miydi mesela ya da öfkeli bir mizacı mı vardı? Zeki birisi miydi ya da
çok mu yalan söylerdi? Tüm bunların cevabını vermesem de bir kısmını bu yazıda
bulacaksınız.
Adem’in babası Ziraat
Mühendisiydi. Annesi ise ev hanımı. Aslında annesi de çalışmak istemişti. Ama bir
türlü fırsatını bulamamıştı. Önceleri Adem’in babası annesinin çalışmasına pek
gönüllü olmamıştı. Sonunda gönüllü olduğunda ise annesine uygun iş
bulunamamıştı. Adem’in ailesi içinde yaşadığı toplumun dışında sevgi dolu bir
aileydi. Babası annesini ve oğlunu severdi. Onları incitmekten çekinirdi. Ne
bir gün annesine ne de kendisine kötü davranmamıştı, küfür etmemiş, şiddet
uygulamamıştı. Tüm bunlar olması gereken şeylerdi elbette. Ama Adem’in içinde
yaşadığı toplumda maalesef tüm bunlara pek dikkat edilmiyordu. Genellikle
babalar eşlerine kötü davranıyorlar ve çocuklar da bu kötü davranışlardan
paylarını düşeni alıyorlardı. Fakat Adem bu konuda şanslı azınlıktandı. Babasının
bu davranışının ana nedeni elbette babasının dünyaya bakış açısıydı. Annesiz ve
babası büyümüş olmanın verdiği olgunlukla tüm çirkinliklerin aile içi şiddetten
kaynaklandığı sonucuna varmıştı babası Adem’in ve kendi kendine bir söz
vermişti; “eğer bir ailem olursa kesinlikle ailemi aile içi şiddetin gölgesi
altında bırakmayacağım.” Bu sözünü
tutmak içinde elinden geleni yapmıştı. Elbette burada güllük gülistanlık bir
durumdan bahsetmiyorum. Zaman zaman tartışmalarda oluyordu aile içerisinde. Kusursuz
bir insandan nasıl bahsedilemezse, kusursuz bir aileden de bahsedilemez. Ama
ağır kusurlar yoktu işte. Küçük çaptaki tartışmalar hangi ailede olmuyordu ki
zaten?
Adem böyle bir aile
içinde büyüdü. O yüzden kendine güveni yüksek bir birey olarak yetişti.
Huzursuzluğun değil huzurun peşinden koştu her zaman. İnsan hayattan ne isterse
hayatta insana onu verir derler. Tam da böyle oldu. Zaman zaman zorluklarla
karşılaşsa da genellikle hayatında huzur hakim oldu. İnsanın doğduğu ev
kaderidir derler. Adem’in doğduğu evde onun kaderi oldu diyebiliriz. Babası ve
annesi dürüst insanlardı. Kimseyi kandırmak gibi bir dertleri olmamıştı hiçbir zaman.
Bir başkasını üzmek, incitmek gibi bir dertleri de olmamıştı. Doğal olarak Adem’inde
böyle dertleri olmadı. Genellikle insanlarla güven üzerine kurulu ilişkiler
kurardı. Çoğu zaman bu bakış açısı onu üzse de bu tür bir yaşama biçiminden
vazgeçmedi asla. Çünkü başka türlüsünü
bilmiyordu.
Buradan basit bir
çıkarımla insan hayatında aile kavramının ne kadar önemli olduğunu
anlayabiliriz. Hiçbir insan canavar ya da bir suçlu olarak doğmaz. Evet, bu tür
eğilimleri olan insanlar vardır muhakkak. Ancak şöyle de bir gerçek var ki bu
eğilimlerin beslenmesinde ya da köreltilmesinde çevre son derece önemlidir. O yüzden
iyi insanlar yetiştirmek için iyi çevreler hazırlamak gereklidir. Nefret, öfke
şiddet ve daha bir çok olumsuz durum kötü çevrelerde filizlenir ver gürleşir.
Ailesi ve çevresi
itibarıyla şanslı sayılabilecek olan Adem’de neşeli ve huzurlu bir insandı.
Gözleri pırıl pırıl bir genç, yüzünde yeni yeni oluşan çizgiler üzüntüden değil
sevgi ve neşeden kaynaklanıyordu. Aynı zamanda bu olumlu ruh hali Adem’i spor yapmaya
yönlendirmişti. Kendini sevmiş, kendisiyle barışık bir yaşam kurmuş ve bedeni
de bu olumlu birlikteliğe kusursuz gelişimiyle katılmıştı. Öyle ki Adem her gün düzenli olarak yürüyüş ve koşu
yapardı. Çoğu insan bunun için vakit bulamadığında yakınır ve çoğu insan ise
bunun yorucu ve sıkıcı bir aktivite olduğuna inandırmıştır kendini. Ancak Adem
her zaman hem spor aktiviteleri için kendine zaman ayırabiliyordu. Bir saat
erken uyanıyordu o kadar.
Yine günlerden bir
gün sabah erkenden kalktı Adem. Her sabah olduğu gibi bir bardak sütünü keyifle
içti. Perdeleri doğmak üzere olan
güneşin ışıklarının bulutlarla olan dansını izledi bir süre. Ardından eşofmanlarını
giyip kendini sokağa attı. Havada sabahın serinliği ve hafif bir rüzgâr vardı.
Kendini çok dinç hissediyordu Adem. Rüzgarın tenini okşamadı ona ayrı bir keyif
veriyordu. Her sabah olduğu gibi öncelikle tempolu yürüyüşle başladı günlük
egzersizine.
Şehir yeni yeni
uyanıyordu. Yollarda tek tük arabalar vardı. İnsanlar işlerine gidiyorlardı.
Yol kenarlarında işçiler işçi servislerini bekliyorlardı. Adem her zamanki
güzergahında ilerliyordu. Önce bir yokuş, ardından bir düzlük ve asıl koştuğu
ağaçlık alan. Bu ağaçlı alan şehrin nadir ağaçlık alanlarından birisiydi. Zamanında
doğa parkı olarak tasarlandığını düşünüyordu Adem. İçerisinde yürüyüş
patikaları vardı. Geceleri pek tekin olmuyordu ama gündüzleri spor yapmak için
biçilmiş kaftandı.
Adem o gün
kulaklığını yanın almayı unuttuğundan o sabah müzik olmadan koşuyordu. Ama bu
durumda keyfini kaçırmadı. Ağaçlık alanın içlerine doğru temposunu arttırdı ve
koşmaya başladı. Biraz ilerledikten sonra şehir arkasında kalmış gibi hissetti.
Bu arada güneş te kendini göstermeye başlamıştı. Biraz daha koştuktan sonra
ağaçların arasında parlayan bir şey gördü. Güneş yükseldikçe bu parlaklıkta
artıyordu. Muhtemelen metal bir içecek kutusudur diye düşündü. Genellikle bu
ağaçların arasında gençler bir şey içip sohbet ediyorlardı sık sık ve üstelik
çoğu zaman da çöplerini burada bırakıyorlardı. Ancak bu parlaklık oldukça
cezbedici bir parlaklıktı. Oldum olası meraklı olan Adem, bir an durdu ve
ardından parlaklığa doğru koşmaya başladı. Normal bir yansıma durumunda açı
değişince parlaklıkta değişirdi ama bu kez böyle olmadı. Parlaklık hiç
değişmedi.
Adem parlaklığa
yaklaştıkça parlaklığın değişmemesine şaşırmıştı. Sonra parlaklığın yanına
ulaştığında bunun bir taş olduğunu gördü. Çok enteresan bir durumdu bu. Daha önce
hiç böylesini görmemişti. Ampul gibi parlayan bir taş. Yanıyor mu acaba diye düşündü
bir an. Sıcak olabilir miydi? Eline alsa mıydı taşı? Karar veremedi. Zaten
nefes nefese kalmıştı. Ayakucuyla taşa dokundu. Sonra kuru bir yaprağı taşın
üzerine koydu. Demek ki sıcak değildi. Eğdi ve dikkatli dokunuşlarla taşı eline
aldı. Adem taşı eline alır almaz taş parlaklığını yitirdi.
Adem hayatında ilk
defa böyle bir cisim ile karşılaşmıştı. Elma büyüklüğünde, pürüzsüz bir taş. Sanki
bir atölyeden çıkmış gibi. Bunun ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Acaba
bu taş yüksek gerilim hattı direklerinden birinden mi düşmüştü? Porselen
yapıları vardı bu elektrik hatlarının onlardan birisi olabilir miydi? Ama pek
porselene de benzemiyordu. Fazla ağır değildi taş. Kendine has, hoş bir yapısı
vardı. Taşı güneşe doğru tuttu. Güneşe doğru tutunca güneşle taşın
pürüzsüzlüğünün altında bazı işaretler olduğunu gördü. Harf dese harf değildi.
Tarihi bir yazı mı acaba diye düşündü kendi kendine ama bir anlam veremedi. Sonra
işe geç kalacağını düşünüp taşı cebine attı ve geri döndü.
(devam edecek)
(
Adem - 1 başlıklı yazı
MESUT ÇİFTCİ tarafından
7.02.2024 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.