İnsanlık Onur ve Şerefinin Korunması Açısından Kazf Suçu ve Cezasının Değerlendirilmesi
Yaşar YİĞİT*
Özet:
Sözlükte; taş vs. fırlatıp atmak anlamlarına gelen kazf kelimesi, bir Islâm hukuku terimi olarak; bir kimseye ayıplama ve sövmek maksadıyla zina isnad etmek, muhsan olan bir şahsa zina nispet etmek veya bir kimsenin nesebini reddetmek anlamında kullanılmaktadır. Kazf suçu; Ceza ehliyetine sahip bir şahsın, iffetli (muhsan) bir kimseye, iffetini zedeleyecek veya onun nesebini reddedecek nitelikte sözlü olarak zina ya da zinaya delalet edecek kelimeleri isnad etmesi şeklinde tanımlanabilir.
Kazf suçunun yasaklığı, Nur suresi 4. ayetle sabittir. Islâm bilginlerine göre “Muhşanat” terimi, sadece Müslümanlarla sınırlıdır. Makalemizde “Muhsanat” teriminin tüm insanları kapsadığı sonucuna vardık.
Anahtar Kelimeler: Kazf, İslam Hukuku,
Abstract:
Astudy on the Qadf Crime and its Punishment from the Point of Protection of the Human Honor
The meaning of the Qadhf is explained in the dictionary as to throw, to throw the stone etc. In the terminology of the Islamic jurist it is defined as, attribution of adultery by words or other expressions, which harm individuals’ honour and suspends his affinity with the person who has criminal liability.
The prohibition of the crime of Qadhf is prescribed in Surah XXIV, Verse 4. According to the Islamic scholars the term “Muhsanat” as explained in this verse indicates that the punishment for this crime is limited only to the Muslims. But in our dissertation we have come to the conclusion that the term “Muhsanat” contains all the human beings.
Key words: Qadf, Islamic Justice,
A) İslâm’da Genel Olarak İnsanlık Onur ve Şerefine Verilen Değer:
Ayet ve hadislerde, insana büyük değer verildiği değişik vesilelerle dile getirilmiştir. Allah Teâlâ, herşeyden önce insanı yeryüzünde iradesini temsil etmek üzere yarattığını, “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi...”1 âyetiyle ifade etmektedir. Böylesine ağır ve şerefli bir misyon sadece insana yüklenmiştir. Evrende başka bir varlığın bu tür bir misyon ve fonksiyonundan söz etmek mümkün değildir. Yine “Biz inşam en güzel biçimde yarattık.”2 âyetiyle, insanın yaratılışında bir güzelliğin bulunduğu vurgulanmıştır. Bunun yanısıra Kur’ân-ı Ke- rim’in hep insanı muhatap alması, ona verilen değerin bir başka ifadesidir. Zira o içerdiği mesajlarla, hep insanın dünya ve ahiret mutluluğunu hedeflemektedir.
İslâm, bir taraftan insana böylesi ağır bir sorumluluk yüklerken, diğer taraftan da ona haklar tanımış ve bu hakların korunması için birtakım maddi ve manevi yaptırımlar getirmeyi de ihmal etmemiştir. İnsan denilen varlığın hayatını onurlu bir şekilde sürdürebilmesi için vazgeçilmez kabul edilen temel hakları vardır. Din, can güvenliği, akılın korunması, namûs ve mal güvenliği, bu hakların en önde gelenleridir. Söz konusu haklar, İslâm hukuk doktrininde, zarûriyyât (Dinin koruyup gözettiği vazgeçilmez temel değerler) şeklinde nitelendirilmiştir.3 İnsanlara sağlanan bu haklar dokunulmazdır.4 Başka bir ifadeyle bu haklara yöneltilen haksız saldırılara karşı nitelik ve niceliği değişse de çeşitli türden yaptırımlar konulma gereği duyulmuş ve hemen hemen her hukuk sistemi tarafından tarih boyunca bu doğrultuda düzenlemeler yapılmıştır.
“Zarûriyyât” şeklinde nitelendirilen temel değerler, belirli ölçütler göz önünde bulundurularak bir sıralamaya tâbi tutulmuştur. Bu sıralamada hangi hakkın diğer haklara nispetle korunmasının daha öncelikli olduğu çeşitli kriterler esas alınarak tespit edilmeye çalışılmıştır. Genel anlayışa göre dinin korunması başka bir deyimle din güvenliği, haklar hiyerarşisinde ilk maddeyi teşkil etmektedir. Ancak bu sıralamada, “canın muhafazası” da önemli bir yer tutmaktadır.5 Öyle ki bu kapsamda ele alınan değerlerin hepsinin, dolaylı ya da dolaysız olarak, canın korunması ile bir ilgi ve ilintisinin bulunduğu bir gerçektir. Zira can güvenliği, bazı durumlarda, ilk sırada yer alan dinin muhafazasından daha önce gelmektedir. Nitekim canın muhafazası için, dinin kesin olarak yasakladığı bazı haramların zarûret halinde yapılmasına izin verilmiş olması, hatta bazı durumlarda, bu tür yasakların işlenmesinin zorunlu kabul edilişi, insan hayatına diğer bir deyişle insana verilen önemi vurgulayacak nitelikteki düzenlemelerdir. Allah’ı inkara zorlanan şahsa, O’nu inkar konusunda izin verilmesi,6 zorda kalan ve yiyecek bulamayan kişinin hayatını korumak için dinin haram kıldığı şeylerden ihtiyacı kadar istifade etmesi,7 hatta yemediği takdirde açlık sebebiyle ölmesi durumunda, dinen sorumlu tutuluşu,8 canın muhafazasına verilen değeri ifade edecek nitelikteki örneklerdir. Canın muhafazasına bu derece önem verilmesinin elbette temel bir esprisi olmalıdır. Her şeyden önce, söz konusu değerlerin buluştuğu ve önem kazandığı merkez ya da suje, hayat sahibi insandır. Din, akıl, mal, nesil, namûs gibi temel değerler, ancak hayat sahibi insan için bir önem ifade eder ve bu değerler de, hayat sahibi insanın şahsında bir önem kazanır. Din ve onun hükümleri, hayat sahibi insanı muhatap kabul etmektedir. Aynı şekilde akıl, mal, namûs ve nesil gibi değerlerin muhafazınm canın muhafazası ile ilgisiz olduğu iddia edilebilir mi?
İnsanların en tabii haklan içinde yer alan namûsun korunmasına İslâm’da büyük önem verilmiş, ona yapılan saldırılara karşı maddi ve manevi müeyyideler öngörülmüştür. Irz veya namûs, insanın onur ve şerefinin göstergesidir. Bir ülkeye nispetle bayrağın konumu ne ise, kişiye nispetle namûsun konumu da odur. Tarih boyunca nasıl bayraklar için savaşmak bir şeref kabul edilmiş ise, kişinin namusunu korumak üzere gerektiğinde hayatını feda etmesi hemen hemen bütün milletletlerce bir şeref olarak telakki edilmiştir. İslâm’da, kişilerin nâmus ve şereflerini zedeleyici nitelikteki sataşma ve saldırılar cezalandılmıştır. Bu tür eylemlere karşı getirilen hukuki müeyyidelerin başında kazf cezası gelmektedir. Biz de bu nedenle, insanlık onur ve şerefi açısından kazf suçu ve cezasını ele alacağız.
B) Kazf (Zina İsnadı) Suçu ve Cezası: a) Tanımı:
Sözlükte; taş vs. fırlatıp atmak9 anlamlarına gelen kazf kelimesi, bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimseye ayıplama ve sövmek maksadıyla zina isnad etmek,10 muhsan olan bir şahsa zina nispet etmek veya bir kimsenin nesebini reddetmek11 anlamında kullanılmaktadır. Kazf suçu; Ceza ehliyetine sahip bir şahsın, iffetli (muhsan) bir kimseye, iffetini zedeleyecek veya onun nesebini reddedecek nitelikte sözlü olarak zina ya da zinaya delalet edecek kelimeleri isnad etmesi şeklinde tanımlanabilir.12
Islâm hukuk terminolojisinde, başkasına zina isnadında bulunan şahıs için, “kâ- zif’, kendisine zina isnat edilen kişi veya mağdûr için, “makzûfzina isnadında kullanılan sözcüklere veya cümleler için de “makzûfun bih” kelimeleri kullanılmaktadır.13
b) Dayandığı deliller:
Kazf suçunun cezası, Kitap, Sünnet ve icma’ delilleri ile sabittir “İffetli kadınlara zina isnad edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin. İşte onlar fasıklann ta kendileridir.”14 âyeti, kazf suçunun cezasını ve böyle bir davranışın haram olduğunu belirtmektedir. Resûlullah (s.a.v) da pek çok hadisinde bu suçun ne derece büyük bir günah olduğuna işaret etmiştir.15Bu hadislerden birinde; “Helak edici yedi şeyden kaçının. ” buyurduğunda ashab-ı kirâm; “Nedir onlar Ey Allah ’m Resulü ? diye sordular. Peygamber (s.a.v) ; “Allah’a şirk koşmak, sihir (büyü) yapmak, .Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı kimseyi öldürmek, faiz yemek, savaş sırasında ordudan kaçmak, iffetli ve hiç bir- şeyden habersiz kadına zina isnadıyla iftira etmek. ”6 şeklinde cevap verdi.
Kazf suçunun haram olduğu ve bu suçu işleyen ceza ehliyetine (âkil-bâliğ) sahip şahsa, âyette öngörülen cezanın uygulanması gerektiği konusunda, İslam hukukçuları arasında görüş birliği vardır.17
c) Unsurları:
Her suçta olduğu gibi, kazf suçunda da bulunması gerekli görülen unsurlar vardır. Unsurlar, bir fiil veya sözün hukuki anlamda suç olarak nitelendirilebilmesi için bulunması gereken asıl öğelerdir. Bu asıl öğelerin bulunmadığı fiil veya davranışlar, hukukta suç olarak nitelendirilmez. Zina isnadı veya şahsın nesebini reddetme, mağ- dûrun muhsan olması ve failin suç kastı, kazf suçunun unsurlarını oluşturmaktadır.18 Şimdi kısaca bu unsurlar hakkında bilgi vereceğiz.
1-) Zina isnadı veya nesebin reddi: Ceza ehliyetine sahip ,bır kimsenin, başka bir şahsın bizzat kendisine, “ey zinakâr, zina eden ...” şeklindeki ifadelerle zina isnadında bulunması veya nesebini reddedecek nitelikteki “ey veled-i zina, piç, ... v.b” sözleri kullanması, bu unsuru teşkil eder. Burada fâil, ya mağdûrun bizzat kendi iffetine ya da ana, baba gibi onu dolaylı olarak ilgilendiren şahısların iffetine karşı sözlü sataşmada bulunmaktadır.19 Bu tür ifadelere manız kalan mağdûrun, kadın veya erkek olması arasında hüküm bakımından fark yoktur.20 Başka bir ifadeyle kazf suçu için öngörülen cezada mağdûrun cinsiyeti dikkate alınmaz, suçluya gerekli diğer şartlann da bulunmasıyla ceza uygulanır.
Açıkça veya işaret yoluyla zinâ isnâdını çağrıştırmayan sözlü sataşmalar, kazf suçu kapsamında değerlendirilmez. Kişilere isnat edilen sözlerin kazf suçu kapsamında ele alınabilmesinde temel hareket noktasını, “Kişiye zina haddi uygulanmasını gerektiren herhangi bir fiilin, başka bir şahsa isnat edilmesi, kazf cezasını gerektirir, ’’genel kuralı oluşturur. Nitekim bütün İslam hukukçuları bu genel kuralda birleşmektedir. Örneğin, bir şahıs diğer bir şahsa zındık, kâfir, dinsiz, vb. ifadelerle hitapta bulunsa, ona kazf cezası gerekmez. Çünkü bu ifadeler, zina ile ilgili değildir. Bununla birlikte bu ifadelerde bulunan şahsa, yetkili merciin takdir edeceği ta’zîr türünden bir ceza uygulanabilir.21 Bir şahsın eşcinsel olarak nitelendirilmesi, çoğunluğu temsil eden hukukçulara göre, zina isnadıyla eş değerdir. Dolayısıyla böyle bir hitapta bulunan şahsa, kazf cezası gerekir.22 Hanefi mezhebinin önde gelen hukukçularından Ebû Yûsuf (ö. 182/798) ve İmâm Muhammed’in (ö. 189/805) görüşleri de bu doğrultudadır.2’ Ebû Hanife (ö. 150/767) ve Zâhirilere göre ise, homoseksüel ilişki haram kabul edilmekle beraber zina kapsamında değerlendirilmediğinden, bu çeşit nitelemeler kazf suçu olarak telakki edilmez ve bu ifadeleri kullanan kişiye kazf suçu için öngörülen ceza uygulanmaz.24
Zina isnadı veya nesebin reddinin, taraflann bildikleri dilde yapılması şart değildir. Arapça, Türkçe veya başka bir dilde, kişilerin iffetlerine saldın niteliği taşıyan her sözcük, kazf suçu kapsamında değerlendirilir.25
Zina isnadı, anlamları açık (sarih) kelimelerle olabileceği gibi, dolaylı ya da üstü kapalı sözcüklerle de (kinâye, ta’riz ) yapılabilir. Yoruma gerek duymayacak derecede anlaşılır, açık kelimelerin kullanılmasıyla, kazf cezasının uygulanacağı konusunda İslam hukukçuları arasında görüş birliği olmakla birlikte, dolaylı ya da üstü kapalı sözcüklerle yapılan isnadın, kazf cezasını gerektirip gerektirmediği tartışmalıdır.26 Çoğunluğa göre, dolaylı ve üstü kapalı sözlerle yapılan nitelemeler, kazf cezasını değil sadece ta’zîr türünden bir cezayı gerektirir.27 Kendisinden nakledilen bir görüşe göre imâm Şâfii (ö. 204/819), bu şekilde yapılan zina isnadında, şahsın niyetine itibar edileceğini ifade etmiştir.28 imâm Mâlik’e (ö. 179/795) göre ise, dolaylı ve üstü kapalı anlatımla ifade edilen sözlerden zina isnadı anlaşılması veya karinelerin isnada işaret etmesi durumunda, kazf cezası uygulanır.29
İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, zina isnat edilen kişinin hadım (erkeklik organının işlevsiz hale getirilmesi), iktidarsız ve hasta olması hallerinde, kendisine zina isnat eden şahsa, kazf cezası uygulanmaz. Çünkü kendisine zina isnat edilen kişinin, belirtilen niteliklerden ötürü zina fiilini işlemesi mümkün değildir. Dolayısıy- le ona zina isnadı yersiz olmuş olur. Ancak bu durumda isnadda bulunan şahsa(kâ- zif), ta’zîr kapsamında ele alınabilecek türden cezalar uygulanabilir.30
2-) Mağdurun muhsan olması: Kazf suçunun oluşumu için gerekli unsurlardan birisi de mağdûrun “muhsan” niteliğine sahip olmasıdır. Ancak, kazf suçundaki “muhsan” olma şartı ile, zina suçundaki “muhsan” olma31 durumu arasında fark olduğunu belirtmemizde fayda vardır.32 Kazf suçunda mağdurun muhsan olması şartı, bu suça kaynaklık eden âyetteki, “muhsanât”33 kelimesine dayanmaktadır. Bu kelimenin türetildiği “ihsan” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de, hürriyet,34 iffet,35 evli kadın36 gibi değişik anlamlar karşılığında kullanılmıştır.37
İslam hukukçuları, kazf suçunda, muhsan olma şartından genelde mağdûrun, akıllı, ergen, hür, Müslüman ve iffetli olmasını kastetmektedirler.38 Bu niteliklere sahip olmayan şahsa, zina isnadında bulunan kimseye kazf değil, ta’zîr cezası uygulanır.39 Bu nitelikler arasında yer alan iffetten maksat, şahsın zina fiilinden uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi halidir.
Islâm hukukçularının muhsanât kelimesinde esas aldıkları anlamdan hareket ettiğimizde, Islâm ülkesinin gayr-i müslim vatandaşları olan zimmîlere veya geçici bir süre izinle ülkeye girmiş bulunan müste’menlere, bu tür iffeti zedeleyecek nitelikteki sözlü isnatlar, kazf suçu kapsamında ele alınmayacak ve karşılığında da bu suç için öngörülmüş ceza uygulanmayacaktır.411 Halbuki devlet, gerek zimmîler gerekse müste’menlerle yaptığı anlaşma gereği kendilerinin can, mal ve ırz güvenliğini sağlamaya söz vermiştir. Onlar devletle yaptıkları sözleşmeye sadık kaldıkları sürece belirtilen hususlardaki güvenlikleri devam edecektir. Yine köle statüsünde yer alan kişilere karşı yapılan bu tür çirkin sataşmalar, âyetin öngördüğü cezanın dışında kalacaktır. Bu noktada akla şöyle bir soru gelmektedir; acaba kölelerin, gayri müslim- lerin iffeti, haysiyeti yok mu? Islâm’ın en belirgin özelliklerinden olan ve mensuplarına da önerdiği “adaletli olma-adaleti ayakta tutma’v", bu tür uygulamalarla zedelenmez mi? Kanaatimize göre, âyette geçen “muhsanât” kelimesi, hür-köle,. müslim-gayr-i müslim,42 kadın-erkekten hangisi olursa olsun, iffetli, namûslu bütün insanları kapsamına almaktadır. Dolayısıyla, toplumsal yapıda inancı ve statüsü ne olursa olsun namûslu, iffetli her şahsın, iffetini zedeleyici nitelikte sözlü sataşmada bulunan kim olursa olsun, kazf cezasıyla cezalandırılmak durumundadır. İslam’ın genel prensipleri ve adalet-eşitlik anlayışı bunu gerektirmektedir. Ayrıca âyetteki “muhsanât” kelimesinin aynı sûrede yer alan diğer âyetteki gibi “mü’minât (mü’min kadınlar)”43 kelimesi ile kayıtlanmaması da bu kanaatimizi desteklemektedir. Şayet âyette böyle bir kayıt bulunsaydı, o zaman gayri müslim kadın ve erkeklere karşı isnat edilen bu tür sözler, kazf suçunu düzenleyen âyetin kapsamı dışında kalacak ve tabii olarak bu sözlerin sahiplerine bu suç için öngörülen ceza uygulanmayacaktı. Ancak âyette böyle bir kayıt olmadığı gibi, “muhsanât” kelimesinin kapsamına sadece “mü’min kadınlar”! almak, aynı sûrenin diğer bir âyetinde yer alan “muhsanât” kelimesinden sonra ayrıca “mü’minât”44 kelimesinin getirilmesi dikkate alındığında çelişkiye yol açacaktır. Zira “muhsanât” kelimesine dayanarak âyetin sadece mü’min kadınlara yapılan zina iftirasının cezasını düzenlediğine hükmedebilmemiz için, diğer âyette olduğu gibi, bu kelimeden sonra da “mü’minât” kelimesini gerekli kılacaktı. Oysa âyette böyle bir kayıt söz konusu değildir. Yine “muhsanât” kelimesi, mutlak olarak kullanıldığında, “mü’minler”i de içeren bir kelime olsaydı, diğer âyette (en-Nûr, 24/23) ayrıca “mü’minât” kelimesinin getirilmesine gerek kalmazdı. Dolayısıyla bazı âyetlerde (en-Nisa, 4/25; en-Nûr, 24/23) olduğu gibi “muhsanât” kelimesi, mutlak olarak kullanıldığında bu kelimenin içeriğini sadece mü’min kadınlara, hürlere özgü kılmak isabetli olmasa gerek. Buna göre kazf suçu ve cezasını düzenleyen âyette, mutlak olarak kullanılandan “muhsanât” kelimesi, kanaatimizce, kadın-erkek, hür-köle, müs- lim-gayri müslim gibi cinsiyet, inanç veya statü farklılıkları dikkate alınmaksızın, iffet sahibi bütün insanları kapsamına alan bir lafızdır. Söz konusu âyette yer alan “muhsanât” kelimesini, “hürler”, “kadınlar” ya da “mü’min erkek ve kadınlar” şeklinde kayıtlamak, onun kapsamını daraltmaktadır. Saîd b. Müseyyeb (ö. 94/713), Zührî (ö. 124/742), İbn Ebi Leyla (ö. 148/765), Davud ez-Zahirî (ö. 270/883), tbn Hazm (ö. 456/1063, Şevkânî (ö. 1250/1832) gibi Islâm alimlerinin gayri müslimlere ve kölelere karşı kazf suçu işleyen kimselere de âyette öngörülen (80 sopa) cezanın tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürmeleri böyle bir yorumun imkan dahilinde olduğu hususunda bize bir fikir vermektedir.43 Ayrıca “...Mü’min kadınlardan iffetli olanlarla, Ehl-i kitaptan iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz kaydıyla; evlenmek, zina etmemek ve gizli dost tatmamak üzere size helal kılındı...”46 âyeti, bir taraftan ihsanın (iffet) sadece Müslümanlara özgü bir nitelik olmadığına, gayr-i müslimlerden de iffetli (muhsan) olanların bulunabileceğine dikkat çekerken, diğer taraftan, kazf suç ve cezasını düzenleyen âyette yer alan “muhsanât” sözcüğünün “iffetliler” şeklinde yorumlanmasına da imkan tanımaktadır. Yine gayr-i müslim bir kadın Müslüman bir erkekle evlendiğinde ve ona zina isnadı (kazf) yapıldığında, isnadda bulunan şahıs ya da şahıslar, iddialarını ispat edemediklerinde, gayr-i müslim kadın muhsan niteliğini taşımıyor diye kendilerine öngörülen ceza uygulanmayacak mı? sorusu ister istemez zihne gelmektedir. Her halde hiçbir Müslüman, hanımının iffetsiz olarak nitelendirilmesine veya bu nitelikteki bir hanımla beraberliğe razı olmaz.
Kazf suçunun kişilik haklarının ağır bastığı bir suç oluşu da bu kanaatimizi destekler mahiyettedir. Zira İslâm hukukunda hakim kanaata göre, kişilik haklarının yoğunlukta olduğu suçlarda mağdûr veya suçlunun inanç veya cinsiyeti öngörülen cezaların uygulanmasına engel değildir.
3-) Suç kastı: Ceza hukukunda fâilin suçlu sayılabilmesi ve kendisine hukuken öngörülen cezanın verilebilmesi için gerekli unsurların en önde geleni kasıttır. Bir şahsın hukuka aykırı olarak icra ettiği fiilde veya sözde, suç kastı yoksa, kendisi cezalandırılmaz. Kazf suçunda da, zina isnadında bulunan şahsın, mağdura (makzûf) nispet ettiği zina ve iffetsizlik ifade eden kelimelerin asılsız olduğunu bile bile isnadı suç kastım teşkil eder.47 Burada suç kastından söz edebilmemiz için zina isnadında bulunan şahsın akıllı, ergen ve serbest iradeye sahip olması gerekir. Çocuk, akıl hastası ve mükreh (zorlanan) gibi belirtilen nitelikleri taşımayan şahısların böyle bir isnatta bulunmaları durumunda, suç kasıtları bulunmadığından kendilerine ceza uygulanmaz.48 Çünkü bu konumdaki şahıslar, ceza ehliyetine sahip değillerdir. Ceza ehliyeti olmayan şahısların da suç kastının varlığından söz edilemez.
d) Kazf suçunun cezası:
İslam ceza hukukunda, kazf suçu için biri aslî,49 diğeri de tâbi (ek)50 olmak üzere iki tür ceza söz konusudur. Kazf cezasına delil teşkil eden âyet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi aslî ceza, celde (sopayla dövme) dir. Konu ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de; “İffetli kadınlara zina isnat edip de sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun...”51 buyurulmak- tadır.
Suç sabit olduktan sonra,52 suçluya seksen sopa vurulur. Bu ceza, aslî ceza olup miktarı artırılıp azaltılamadığı gibi, yerine başka bir ceza da uygulanamaz.
Kazf suçunda affın geçerli olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Hukukçular arasındaki bu görüş farklılığı, kazf suç ve cezasının, niteliğinin tespitinden kaynaklanmaktadır.53 Başta Ebû Hanife olmak üzere, kazf suçunu, kamusal (Allah) hakkın ağır bastığı suçlar kapsamında değerlendiren fakihler, affın geçersiz olduğunu ifade etmektedirler.54 Buna karşın kazfi, kul hakkının ağır bastığı suçlar kapsamında ele alan hukukçular, mağdurun (makzûf-zina isnadına maruz kalan) cezanın infazına kadar suçluyu af etme hakkının bulunduğunu belirtmektedirler. îmâm Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.55 îmâm Mâlik ise, mağdurun yetkili merciye (yargı) dava açmadan önce suçluyu af etme hakkı bulunduğu görüşündedir.56 İslâm hukukçularının had suç ve cezalarına bakış açıları dikkate alındığında Hanefilerin görüşlerinin daha isabetli olduğu ifade edilebilir. Zira İslâm ceza hukukunda had cezalarında affın geçerli olmadığı genel ilkedir. Kazf suç ve cezası da had suç ve cezaları kapsamında ele alındığına göre tabii olarak affın geçerli olmaması gerekecektir. Ayrıca kazf işlenişi itibariyle kişilik haklarına karşı işlenmiş bir suç niteliğinde olsa da, toplum nazarında haysiyet ve onuru zedelenen mağdûrun, bu mağduriyetinin giderilmesi yine toplum ya da kamuoyu önünde olmalıdır. Bireysel bazda aklanmak ile kamu önünde aklanmak arasında ne derece fark olduğu izahtan varestedir. İnsanların onur ve şerefleriyle oynama hastalığına yakalanan kişileri caydırmada, suçluya tatbik edilecek cezada affın geçersiz kabul edilmesi, caydırıcılık noktasında da etkin rol oynayacaktır. Yine kazf suç ve cezasının hukuki temelini teşkil eden âyette affın gündeme getirilmemesi de bu cezada affın söz konusu olmayacağına bir işaret sayılabilir.
Kazf suçu işleyen şahsın şâhitliğinin kabul edilmemesi de, celde cezasına ek olarak verilen bir cezadır. Bu cezanın hukuki temelini, kazf suçu ile ilgili âyetin devamında “ ...ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin....” 57 âyeti teşkil etmektedir. Suçlunun tevbe etmesi58 durumunda, şahitliğinin kabul edilmemesi cezasının devam edip etmeyeceği konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Görüşlerdeki bu farklılığının temeli, “...artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. İşte onlar fâsıklann tâ kendileridir. Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar, bu hükmün dışındadır. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir”59 âyetlerine dayanmaktadır.60
Hanefî mezhebine göre, kazf suçundan dolayı cezaya çarptırılmış olan şahıs her. ne kadar tevbe ederse etsin, artık şahitliği kabul edilmez.6’ Bu görüş, “Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar...” cümlesindeki istisnanın, “İşte onlar fâsıkların tâ kendileridir” cümlesine atfedilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani buna göre kazf suçu işleyen kimse, fasıktır, günah işlemiştir. Onun bu niteliği (fısk), tevbe etmesi (iyi hali) ile ortadan kalkabilir. Ancak bu onun şahitliğinin kabul edilmesi için yeterli değildir. Diğer taraftan Hanefilerin böyle bir görüş ileri sürmeleri, onların ispat vasıtalarından olan şahitliğe gösterdikleri özen ve titizliğin sonucu olarak da değerlendirilebilir. İnsanların onur ve şerefiyle oynama hastalığıyla malül kişiler için bu ceza, sosyolojik açıdan gerçekten anlamlıdır. Böyle bir yaptırım, kişilerin iftira suçu işlemelerine engel olmada etkin rol oynayabilir. Çoğunluğu temsil eden Şâfiî, Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise, kazf cezasına çarptırılan şahıs, tevbe eder ve iyi hâli görülürse şahitliği kabul edilir.62 Âyet bir bütün olarak ele alındığında çoğunluğun temsil ettiği görüşün daha isabetli olduğunu ifade edebiliriz. Bu konuda Zemahşe- rî’nin âyete getirdiği yorum ise oldukça ilgi çekicidir: “Ayetin açık anlamı ve nazmı, bu üç cümlenin: “...Onlara seksen değnek vurun, onların şahitliklerini kabul etmeyin, işte onlar fasıklardır.” cümlelerinin, tümüyle şartın cezası olmasını gerektirir. Yani şöyle denmiş gibidir: Namuslu kadınlara iftira edenleri sopa ile dövün, şahitliklerini reddedin, onları fasık ilan edin. Ancak iftiradan tevbe edip uslananlar için All- lah çok bağışlayandır, çok acıyandır. Artık onlar dövülmezler, şahitlikleri reddedilmez, fasık sayılmazlar.61
SONUÇ:
Herşeyden önce insan, Allah katında yaratılmışların en saygınıdır. O, bu saygınlığını, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması ile daha da artırmaktadır. Buna karşın insan, söz konusu emir ve yasakları ihlal ettiği sürece de bu saygınlık, Allah katında eksilmeye hatta yok olmaya açık değişken bir durumdur.
Allah katında saygın olan ve bu saygınlığını kendi çapında da devam ettiren insanın nâmûs, şeref ve onurunu zedeleyici nitelikteki sözlü ve fiili saldırılar, İslâm’da yasaklanmıştır. Bu tür saldırıların önlenmesi için gerçekten ağır kabul edilebilecek türden fizikî ve manevî yaptırımlar getirilmiştir. Fizikî ceza olarak suçluya (kâzif), seksen sopa vurulması yanında şahitliğinin kabul edilmemesi de, manevî bir müeyyide olarak getirilmiştir. Toplumsal yapıda kişinin, sözüne güvenilmeyen birisi konumunda olması, onurlu bir insan için yabana atılacak türden bir yaptırım olmasa gerek. Böyle bir yaptırım ayrıca o kişinin toplumdan dışlanması, saygınlığını kendi çapında da yitirmesi sonucunu doğuracaktır, iftiranın, insanların onur ve şerefiyle oynamanın, kişiye uhrevî boyutta da bir sorumluluk getireceği beyan edilmiştir. Nitekim Kuı ’an- ı Kerim’de, “Namûslu, kötülüklerden habersiz mü’min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir. Yapmış olduklarına, dilleri ve ayaklarının şahitlik edeceği gün onlar için çok büyük bir azap vardır”’’4 âyeti bu müeyyideyi dile getirmektedir.
Gerçek şu ki, İslâm’da suç kabul edilen fiil veya eylemlere karşı uygulanan cezalarla gerek fert gerekse toplum ekseninde belirli hedefler gerçekleştirilmek amaçlanmıştır.65 Herşeyden önce cezalar, bütün İlahî dinlerin ve günümüzde hemen her hukuk sisteminin de kabul ettiği temel hak ve hürriyetleri korumayı hedefler. Bu noktada İslâm’da, uygulanan cezalar, insanların haklarına yöneltilecek saldırılara karşı adeta sigorta görevi icra etmektedirler. Bu naklettiklerimize temel teşkil etmesi açısından birkaç örnek vermek gerekirse; İslâm, inanç özgürlüğünü açık nasslarla düzenlemiş ve koruma altına almıştır.“ Canları korumak, toplumdaki kan davalarını, öldürme hadiselerini önlemek amacıyla kısas, nesep karışıklığını, ırz ve namusu korumak için zina cezası, mal güvenliğini sağlamak için hırsızlık cezası, şeref ve haysiyeti, ırz ve namûsu, aile nizamına sataşmaları korumak için kazf cezası meşru kılınmıştır.
İnsanların nâmûs ve iffetlerine yönelik bir iddianın dört şahitle ispat edilmesinin gerekli görülmesi, kişilerin nâmûs ve iffetlerine verilen değerin bir başka ifadesidir. Zira İslâm ceza hukukunda yine çirkin bir suç olan zina suçu dışında hiçbir suçta dört şâhit gerekli görülmemiştir. Bu durum bu tür iddialara teşebbüs edecek kişilerin oldukça dikkatli davranmaları gerektiğine işaret etmektedir.
İslâm hukuk doktrininde kazf suçu ve cezasını düzenleyen âyet genelde hür, mü’min erkek ve kadınlara yapılan zina iftiraları ekseninde yorumlanmış ve bu yorumların temeli de “muhsanât” kelimesi üzerinde odaklaşmıştır. Bu kelimeden hareketle hukukçular, âyette belirtilen cezanın ancak iffet sahibi hür, mü’min erkek ve kadınlara yapılan zina iftirasında söz konusu olduğunu ifade etmişlerdir. Kanaatimize göre, âyetteki “muhsanât” kelimesi, inancı ve toplumsal yapıdaki statüsü ne olursa olsun nâmûslu, iffetli her ferdi içine almaktadır. Nitekim Süleyman Ateş de “muhsanât” kelimesinin bütün nâmûslu kadınları kapsamına aldığını belirtmektedir.“7 Türkiye Diyanet Vakfı tarafından hazırlanıp yayınlanan İslâm Ansiklopedisinin ilgili maddesinde de “muhsanât” kavramının “iffetli kadınlar” şeklinde anlaşılmaya daha müsait olduğu ifade edilmiştir.“ Ayrıca İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, erkeğe karşı yapılan zina iftirasının da kadına karşı yapılan zina iftirası gibi kazf cezasını gerektirdiği görüşündedir.69 Halbuki âyetteki “muhsanât” kelimesi Arap dil kurallarına göre, dişiler için kullanılan bir sözcüktür. İslâm hukukçuları bu kelimenin kapsamına belirtilen suçun temel esprisi ve amacı -ki o da ırz ve nâmûsun korunması- gereği haklı olarak erkekleri de dahil etmişlerdir. Buna karşın gayri müslim kadın ve erkekler ile köle statüsünde bulunan kimselere karşı yapılan bu tür saldırılar ve isnatlar, kapsam dışı bırakılmıştır. Böyle bir yaklaşıma işaret eden herhangi bir nass tespit edemediğimize göre, âyette genel (âmm) olarak yer alan “muhsanât” kelimesinin haklı bir dayanak olmadıkça tahsis edilmesi (özele indirgenmesi), âyetin kapsamını daraltacaktır. Tahsîsi geçerli kılacak haklı bir delil veya dayanak bulunmadıkça, böyle bir sınırlamaya gitmek isabetli olmasa gerek. Kanaatimizce, ister hür ister köle, ister Müslüman ister gayr-i müslim olsun, nâmûslu iffetli bir kimseye zina iftirasında bulunan şahsa, âyette öngörülen cezanın uygulanmasına hukuki herhangi bir engel bulunmamaktadır. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi, nâmûs, iffet ve insanlık onuru sadece hür mü’min erkek ve kadınlara özgü bir olgu değildir, insan olarak gerek gayri müslimlerin gerekse kölelerin nâmûs ve onuru, Müslümanların nâmûs ve onurundan daha aşağı değildir.
*Dr., D.I.B. Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı