
Birkaç gün önce mevsim normallerinin üzerinde seyreden
sıcaklıkların içimde verdiği mutlulukla tüm hazırlıklarımı tamamlayıp evimin
balkonunda keyifli bir kahve içmeye karar vermiştim. Köşeme oturmuş kahvemi
elime alıp keyifle yudumlamaya başladığımda gözüm annesini çekiştiren afacan
ama bir o kadar da tatlı yürüdükçe yanakları sallanan ufak bir erkek çocuğuna
ve serzenişine takıldı. Annesi onun elinden tutmaya çalışıyor o da annesine
isyan ediyordu. ''Anne ben dışarıda oynamak istiyorum evde çok sıkıldım''
cümlesini duyunca kendi çocukluğum gençliğim sokaktan eve gelmediğim o yıllara
gittim 90 'lı yıllara yani…
O yıllara çocukluğu denk gelmiş ortalama bir erkek çocuğu
olarak kahvaltıdan hemen sonra başlayan ve havanın kararmasına dek süren
bitmeyen aktivitelerim geldi aklıma. Top peşinde koşmak zaten tüm zamanlarda
var olan bir eğlenceydi ancak kaykay paten bisiklete binmek gibi bitmek
tükenmek bilmeyen aktivitelerin olduğu uzun günler. Yapacak hiçbir şey
bulamasak mahalledeki sinek arabasının peşine takıldığımız o güzel günler.
Şanslı çocuklardık hani mahallede hangi kapıyı çalsak
karnımızı doyurabilecek annelerimiz teyzelerimiz vardı. Zaten bir gözümüz
dışarıda olduğu için açlıktan ölmeyecek kadar yesek olurdu oluyordu da. Her ne
kadar o yıllarda hemen hemen herkesin evinde olan kapısı çok fazla açılmayan
buz gibi ama şık misafir odasında ağırlanacak kadar ağır misafirler olmasak da kıymetli
misafirlerdik karnımız doymadan asla o evden gönderilmezdik.
Komşuluklar bu kadar güzelken mahalleler güzel değil
miydi yani? Elbette çok güzeldi. Hem o zamanlar her mahallede şimdiki gibi
Mobese kameraları da yoktu bu işi bizim karnımızı doyuran o can annelerimiz
teyzelerimiz üstlenirdi. Mahalleye kim gelmiş? kim gitmiş? Tüm bu soruların
cevapları o teyzelerimizdeydi. Üstelik kameralara takılan hatırı sayılır
görüntüler takılıp dedikodular olduğu zamanlar tüm mahalle olarak Var’a gidilir
gelişmeler orada tartışılır ve '' aman evladım bize ne herkesin günahı boynuna''
cümlesiyle yapılan dedikoduların günahları sıfırlanmaya gayret edilirdi.
O zamanlar biraz daha masumdu sanki insanlar. Hemen hemen
herkes '' el âlem ne der? ''düşüncesiyle hareket ettiği için ve toplumsal baskı ve
normlar insan üzerinde belirleyici bir etkisi olduğu için etik değerlere sıkı
sıkıya sarılırlardı, bu değerlere daha çok bağlıydı insanlar. Çok bağlayıcı
hükümler ve cümleler vardı mesela. Birisinden hoşlandığınız zaman karşı taraf ''
benim sevdiğim var '' cümlesini söylediği an var olan hoşlantıyı tek celsede
bitirirdi.
90'lı yıllar evrensel olarak teknolojiye giriş ünitesinin
ilk dersi gibiydi. Yıllar boyunca dünyayı etkisi altına alacak Süper Mario, Sonic,
Street Fighter gibi oyunlar çıkmış ve gençler için atari salonları para
biriktirip iyi vakit geçirebilmek adına gidilmesi gereken yerlerden birisi
olmuştu. Cep telefonları bilgisayar oyunlarıyla birlikte teknoloji gelişiyor
olsa da teknolojinin yayıldığı ancak geleneksel değerlerin daha güçlü olduğu
zamanlardı.
O zamanlar yediğimiz yemeklerin fotoğrafı değil direkt
kendisi paylaşılırdı üstelik sanal ortamda değil gerçekten paylaşılırdı. Konser
biletleri paylaşılırdı. Zaten sanat alanına baktığımız zaman da Tarkan Sezen
Aksu Barış Manço gibi isimler pop müziğine damgasını vurmuş ve bu donem birçok
başarılı sanatçının çıkışına şahit olmuştu. Kulağımızda walkman varken
kendimizi inanılmaz havalı hissettiğimiz dönemlerdi. Üstelik şarkılar da
şimdiki gibi aynı ritmin üzerine yazılmış küçük bir dörtlükten ibaret değildi
ve yasaklı madde isimleri de şarkılarda geçmiyordu yabancı dillerden devşirilen
uydurma kelimelerle dolu ne söyleyenin ne dinleyicisinin anlamlandıramadığı sığ
şarkılar yerine o zamanki ustalar ''unutmamalı o güzel günleri'' diyordu ''
haydi gel benimle ol oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize ''
diyordu…
O zamanlarda şimdiki gibi değildi cep telefonu herkeste
yoktu mesela kocaman telefonların kılıfları ön tarafa getirilip havalı
kişiliğimiz daha da perçinlenirdi. Yılan o dönem en popüler cep telefonu oyunu
olduğu için yılan dediğiniz zaman sevimli bir hayvan belirir ve o jenerasyona
ait olan insanların yüzlerinde hasret dolu bir gülümseme oluşur dikkat
ederseniz. Dokunmatik telefonlar yoktu mesela. Zaten dokunmatik telefon
kullanmayı öğrendikten sonra insanların yüreğine dokunabilmeyi unuttuğumuz için
o zamanlar insanlar birbirilerinin yüreklerine dokunabiliyordu. Herkeste cep
telefonu yoktu ama arkadaşlar dostlar birbirilerini eliyle koymuş gibi
bulabiliyordu. Maalesef ki şu an durum öyle değil. Çocuklar ve yaşlılar da
dahil olmak üzere herkesin cebinde telefonu var dahası interneti iletişim
uygulama programları var ama bir bakıyorsunuz ki '' aradığınız kişiye şu an
ulaşılamıyor''
O zamanlar okula giden çocuklardık. Tahtamız akıllı
değildi ve karaydı ama iyice ezdikten sonra yutulduğunda ateşi çıkardığı
rivayet edilen ateşlenip hasta olunca doktordan rapor alıp okulu birkaç gün
kırabilmeyi vadeden tebeşirlerin tozu bembeyazdı. Öğretmenimiz bizim için asla
ve sadece bir öğretmen değildi. Anneydi ablaydı hatta adını koyamadığımız bir
aşktı. Bırakın şimdilerdeki gibi şiddet eğilimine geçilmesini evladımıza
bağırıldı diye çocuğumuzu okuldan almayı tehdit malzemesi olarak kullanabilmeyi
veli toplantısı olduğunda ''Öğretmenim eti senin kemiği benim'' cümlesiyle
öğretmenimize emanet edilen çocuklardık biz. Cuma günleri İstiklal Marşımızı
hep bir ağızdan coşkuyla söyledikten sonra koşarak evlerine dağılan ve akşam
olsun da ''süper baba’ ‘dizisi başlasın diye sabırsızlanan nesildik. Sabahları
erkenden kalkıp çizgi film kuşağını kaçırmamak için uyumadan önce dua eden
nesildik. Pazar akşamları banyomuzu yaptıktan sonra sobanın yanında
kurulanırken salondan yüksek ihtimalle her evden ''Bizimkiler '' dizisin
sesleri gelirdi.
Baktığımız zaman 90'lı yıllar spor alanının da altın
çağıydı bana kalırsa. Bahis furyası henüz futbolun başına bela edilmemişti ve
maçlar son derece kıran kırana geçiyordu. Zaten o zaman maçlar tribün
arkadaşlıkları deplasman kültürü insanlar arasındaki sosyalleşme ve deşarj olma
açısından inanılmaz önemli bir yer tutuyordu. Hemen hemen her takımda yıldız
futbolcular vardı. Efsane Milan kadrosunu şu an bile birçok futbolsever ezbere
sayabilir. Sanırım o yıllarda cömertçe harcadı futbol dünyası tüm yıldızları.
Türk futbolu için de altın bir dönem oluşturmuştu o zamanlarda atılan temeller.
Yenildik ama ezilmedik dediğimiz zamanlardan, şeref golümüzü attık dediğimiz
zamanlardan futbola hükmeden bir jenerasyonun doğuşu da 90'lı yıllarda olmuştu.
O güzel yılların finalini yapmak istercesine 2000 yılında Galatasaray'ımız o
ana kadar hatta şu ana kadar yapılamamış bir başarıya imza atıp Fatih Terim
önderliğinde ülkemize ilk ve tek UEFA kupasını ve aynı yıl UEFA Süper Kupası'nı
getirerek göğsümüzü kabartmıştı.
O yılları anmak olur da sevdiğimize sevgimizi armağan
ettiğimiz radyo programlarından istek şarkıyı ona dinletebilmek için kendimizi
ve sevdiğimizi radyonun başında ağaç ettiğimizi nasıl unuturum. Radyo o
zamanlar televizyon kadar popülerdi. Yine o yıllarda kendi radyomuzu da
oluşturabiliyorduk. Kaset doldurma olayı vardı, hani sevdiğimiz şarkıları
yazardık kasetçiye giderdik kasetçi abimiz de o şarkıları doldururdu. Şimdiki
neslin bilmediği bir şeyi ta o zamanlarda öğrenmiştik biz kasetle kalemin ilişkisini
…
Eskiler mi güzeldi? Eskiden mi güzeldik? Bu sorunun
cevabı dolanıyor şimdi beynimin koridorlarında. Aşka sevgiye dair kurulan hayaller,
insanların masumiyetleri, aşka olan inançları ve toplumsal kurallara riayet
etmek. İşte gerçekten çok güzeldik o yıllarda. Sevgimiz güzeldi saygımız
güzeldi. Sazımız güzeldi sözümüz güzeldi. Belki kızlarımızın whatsapp grupları
yoktu ama sınıfta çöpün başına toplanıp kurşun kalemlerini açmaya giden
kızlarımız haber akışını muhteşem bir şekilde sağlayabiliyordu…
Belki sosyal medya platformlarımız yoktu ama kocaman
kocaman fotoğraf albümlerimiz vardı. Belki şimdiki gibi şarkı söyleyebildiğimiz
karaoke yapabildiğimiz platformlarda yoktu ancak saç fırçamızla şarkılarımızı söylediğimiz
ve kendimizi pop star olarak gördüğümüz hayal gücümüz ve neşemiz vardı.
Ne yazık ki çok şey kaybettik o zamandan bu zamana dek.
Saygımızı yitirdik güvenimizi ilişkilerimizi yitirdik. Her sabah daha kötü
haberlerle uyanır olduk. Sokağımızdaki tatlı küçük çocukları kucaklayıp sevmeye
korkar olduk.
Aşk olsun sana çocuk! Şu güzel havada bir kahve içecektim
neleri düşündürdün bana ne kadar eskilere götürdün beni. Dünya dinamik bir
süreç hayat hızla akıp gidiyor. Dünya değişiyor teknoloji gelişiyor biz de
değişmeliyiz biz de gelişmeliyiz tabii ki ama ben şimdi nasıl anlatayım ki sana
o zamanlar çok güzeldik ve sen o zamanların sonunda geldin dünyaya. Nasıl
anlatabilirim ki insani değerlerde, komşuluk ilişkilerinde, sanatta, sporda bir
otuz dört yıl geriye gidebilsek elli yıl ileriye gidebiliriz diye … Bunu sana
nasıl anlatayım çocuk!