
Bir sabah uyandığında,
Kimsecikler
yoktur artık yanında.
Yalnızca;
Silikleşmeye
yüz tutmuş anılar,
Her
duyumsandığında bir daha keskinleşen kokular,
Bayram
sabahları,
Ömrün
yorgun akşamları,
Toklukları
ve açlıkları,
Kaçırılan
fırsatlar,
Yanlış
verilen kararlar,
Boy
boy dizilmiş yalanlar,
Yağmalar
ve talanlar,
Falanlar
ve de filanlar,
Kısacası
yaşananlar.
Bir
zamanlar ne kadar da kalabalıktık oysa,
Yaşam
denilen bu yalnızlık anaforuysa,
Hırlarımızla
katıldığımız ölüm maratonuysa,
Evet,
Yaşadık
biz de ne eksik ne de fazla.
Uzun
kış gecelerinde kömür yanan soba başında,
Sevdiğimiz
bir insanın mezar taşında,
Sevgilinin
kirpiğinde, kaşında,
Baharında,
yazında ve de kışında,
Biz
de yaşadık,
Ve
birdenbire yaşlandık.
Gençlik
uçup gitti avuçlarımızdan,
Çocukluğun
uçup gittiği gibi avlularımızdan.
Acıdık
ve acıttık,
Tüm
yaralarımızı tekrar ve tekrar kanattık,
Sonra
kandık,
Kandırdık
Ve
kandırıldık.
Ancak
bu kadar ben olmamıştık hiç,
Çoktuk
odalarımızda, evlerimizde hepsinin yapısı kerpiç.
Şimdi
betonarme apartmanlarda yalnızız,
Betonun
soğukluğundayız ve de ıssızız.
Ölümüz
beklemekteyiz zamanlı zamansız.
Eskiyi
özleyerek,
Hatalarımızı
içimizdeki yangınlarda közlereyerek,
Beklemekteyiz
bir şeyleri.
Kaybedilmiş
bir savaşın esir erleri,
Kime
tuttuk mavzeri?
Kendimize
mi?
Sevdiklerimize
mi?
Ne
kadar da anlamsızmış bu kavga,
Ellerimizde
ve ayaklarımızda inattan yapılmış pranga,
Teknemizi
alabora etti bu son dalga.
Bir
sabah uyanmayacağımız gerçeği zihinlerimizdeyken,
Her
gece daha mı yorgun giriyoruz yatağa?
Aklımız
hala yerli yerindeyken,
Daha
mı geç ulaşıyoruz artık şafağa?
Bu
aynalardaki bezgin çizgiler kimin,
Sanıyoruz
ki ömrünü ziyan etmiş birinin,
Tüm
bu çizgiler.
Daha
az nefret edip daha mı çok severdin,
Yoksa
hırsı değil de huzuru mu seçerdin,
Kısa
olduğunu henüz anladığın ömründe?
Tüm
pişmanlıklar esas duruşta önünde.
Anlamlarında
paslı metal tadı,
Göğsünde
mide yangınları,
Tüm
eşyaların geçmişin yadigarları.
Eskidin
işte sende,
Derman
da kalmadı bedende.