Karanlık Çöküyor Şehre Değil Kalbime -1-
Karanlık çöküyor şehre, serin kış akşamlarından biri, gri bulutlar
gökyüzünü bir battaniye gibi örtmüş, çiseleyen yağmur ise gözyaşlarını andıran
ince ince sızıyor kaldırım taşlarına. Sokak lambaları titrek bir sarılıkla
yanıyor, rüzgâr yaprakları savururken, evlerin pencerelerinden sızan ışıklar,
yalnızlıkların siluetini çiziyor duvara. Ben, o kalabalığın içinde bir gölgeyim
– adımı unuttum neredeyse, sadece "o" diye geçiyor içimden. Yürürken,
botlarımın her adımında su birikintileri sıçrıyor, tıpkı anılarımın zihnimde
taşması gibi. Bu şehir, beni yuttu yıllar önce; şimdi, geri vermiyor.
Hatırlıyor musun, o ilk kışı? Sen ve ben, üniversitenin bahçesinde, kar
yağarken ellerimizi ovuşturarak koşardık. "Soğuk değil mi?" derdin
gülerek, nefesin buğulanırken. Ben de, "Seninle ısınırız," diye cevap
verirdim, aptalca bir cesaretle. O günler, gri bulutların altında bile maviydi
– kahkahalarımız yağmuru kovardı, ellerimiz birbirine kenetlenirdi. Ama hayat,
bir kış rüzgârı gibi esti birden; işler, mesafeler, o sessiz kavgalar... Bir
gün, kapıda durdun, valizin elinde, "Gitmem lazım," dedin. Gözlerin
doluydu, ama yağmur gibi akmadı gözyaşların. Ben sustum, çünkü kelimeler
donmuştu boğazımda. O günden beri, her çiseleyen akşam, seni arıyorum bu
şehirde – bir siluette, bir kahkaha tınısında.
Şimdi, yürüyorum işte, ceketimin yakasını kaldırmışım, rüzgâr enseme üflüyor.
Karşı sokakta bir fırın yanıyor; sıcak ekmek kokusu, çocukluğumu getiriyor
aklıma. Annem, böyle akşamlar sobayı yakar, "Gel otur," derdi,
dizlerine yatırırdı beni. "Dünya soğuk, ama ev sıcak," diye
fısıldardı. Ama benim evim? Boş bir daire, duvarları yankılı, yatak yalnız. Dün
gece, yine uyuyamadım; tavana bakarken, seni düşündüm. Neredesin şimdi? Başka
bir şehirde mi, başka birinin kollarında mı? Ya da, belki sen de bu yağmurda
yürüyorsun, aynı gri bulutların altında, beni arıyorsun. Ah, ne ironik – ayrıldığımız
o kıştan beri, her mevsimi seninle yaşıyorum içimde.
Duruyorum bir banka, ıslak tahtalara oturuyorum. Yağmur hızlanıyor,
damlalar yüzüme çarpıyor, tuzlu bir ıslaklık bırakıyor. Yanımda, yaşlı bir adam
var – bastonuna yaslanmış, gözleri uzaklara dalmış. "Güzel akşam,"
diyorum, sohbet açmak için. Adam gülümsüyor burukça, "Güzel mi? Benim için
her akşam aynı. Karım gitti üç yıl önce, o zamandan beri yağmurlar daha
soğuk." Kalbim sızlıyor; onun sesinde, kendi acımı duyuyorum. "Ben
de... Birini kaybettim," diyorum fısıldayarak. Adam başını sallıyor,
"Kaybetmek değil asıl, unutamamak. Her yağmurda, onun kokusunu getirir rüzgâr."
Sustuk bir süre, sadece çiseleme sesi arasında. Sonra, cebinden eski bir
fotoğraf çıkarıyor – soluk renkli, bir kadın gülüyor. "Bak," diyor,
"Bu akşamı beklerdim hep, pencereden izlerdik birlikte." Gözlerim
doluyor; o fotoğraf, bizimkine benziyor – senin gülüşün, o kış bahçesinde.
Kalkıyorum, yürümeye devam ediyorum. Şehir, geceleri canlanır sanki – neon
ışıklar yanıp sönüyor, arabalar su biriktirerek geçiyor. Bir köşede, sokak
çalgıcısı keman çalıyor; melodi hüzünlü, bir ayrılık şarkısı gibi. Durup
dinliyorum, para atıyorum şapkasına. Adam başını eğiyor teşekkürle,
"Yalnız mısın?" diye soruyor. "Hepimiz yalnızız," diyorum,
ama içimden, "Sen gidince daha çok," diye ekliyorum. Hatırlıyorum, o
son kavgamızı: "Neden değişmiyorsun?" demiştin, sesin kırık. Ben de,
"Değişmek için seni sevmem mi lazım?" diye bağırmıştım. Aptaldık,
ikimiz de – aşk, kış gibiydi; erir sanırsın, ama donar kalır içte. Şimdi,
pişmanlık çiseleyen yağmura karışıyor; keşke dönüp sarılsaydım, keşke
"Gitme," deseydim yüksek sesle.
Eve varıyorum sonunda, merdivenleri çıkarken nefes nefese. Kapıyı açıyorum,
karanlık karşılıyor beni – lamba yakmıyorum, bırakıyorum gölgeleri dans etsin.
Mutfakta, yarım kalmış bir fincan çay; sabah içmiştim, unutmuşum. Oturuyorum
masaya, telefonumu alıyorum elime. Parmaklarım titriyor, numaranı aramaya
yelteniyorum – ama vazgeçiyorum. Ne diyeceğim ki? "Yağmur yağıyor, seni
özledim" mi? Ya sen, "Geçti o günler," dersen? Kalbim sıkışıyor,
göğsümde bir ağırlık. Dışarıda rüzgâr uluyor, pencere camını dövüyor. Kalkıp
cama yaslanıyorum, şehre bakıyorum aşağıdan – ışıklar, arabalar, hayat akıyor.
Ben niye donmuşum burada?
Gece derinleşiyor, saatler ilerliyor. Yatağa uzanıyorum, battaniyeyi çeneme
kadar çekiyorum. Gözlerimi kapatıyorum, ama uyku gelmiyor. Zihnimde, seninle
dolu sahneler dönüyor: O kış pikniğinde, kartopu savaşı; ellerimiz kızarmış,
kahkahalarımız. Ya da, yağmurlu bir akşamda sinemadan dönerken, ıslanmış halde
koşmamız. "Seni seviyorum," demiştin o gece, ilk kez. Ben de,
"Biliyorum," diye cevap vermiştim, ama içimde fırtına kopuyordu –
korku, mutluluk karışımı. Neden bitti her şey? Belki para, belki mesafe, belki
biz büyüdükçe değişen hayaller. Ama özlem, değişmiyor; her kış akşamı, gri
bulutlar gibi üstüme çöküyor.
Sabah oluyor yavaş yavaş; yağmur dinmiş, ama hava hala serin. Kalkıyorum,
pencereyi açıyorum – taze bir koku doluyor odaya, ıslak toprak gibi. Kahve
koyuyorum, sıcak fincanı ellerimde tutuyorum. Dışarı çıkıyorum yine, bu kez
kararlı adımlarla. Şehir uyanıyor; insanlar aceleyle yürüyor, kahvehaneler
doluyor. Bir parkta duruyorum, banka oturuyorum – dün geceki yaşlı adam gitmiş,
yerine bir anne ve çocuğu gelmiş. Çocuk, yaprak topluyor, annesine gösteriyor
heyecanla. "Bak anne, kırmızı!" diyor. Anne gülüyor, "Güzelmiş,
sakla." O gülüşte, Ela ve Can'ı hatırlıyorum – hayır, bizim çocuklarımız
olmadı, ama hayalini kurmuştuk. "Bir gün," demiştin, "Küçük bir
aile." Şimdi, o hayal çiseleyen yağmura karışmış.
Yürürken, telefonum çalıyor – eski bir arkadaş, "N'aber?" diyor.
"İyiyim," diyorum yalanla, ama sesim titriyor. "Gel buluşalım,
bir şeyler içelim." Kabul ediyorum; belki yalnızlık paylaşılır. Kafe de
oturuyoruz, sıcak çikolata söylüyoruz – kış içeceği. Arkadaşım anlatıyor
hayatını: Yeni iş, yeni sevgili. "Sen?" diye soruyor. Sustuğumda,
"Hala onu mu düşünüyorsun?" diyor yumuşakça. Başımı sallıyorum,
"Her yağmurda." Gözleri doluyor hüzünle, "Bırak gitsin, yoksa
seni yorardı." Ama nasıl bırakılır ki? Aşk, bir kış gecesi gibi – soğuk,
ama ısınmak istiyorsun.
Akşam oluyor yine, ama bu kez farklı. Yağmur başlamamış, gökyüzü açılmış
biraz – yıldızlar görünüyor. Eve dönerken, bir çiçekçi görüyorum; kırmızı
güller, senin sevdiğin. Bir demet alıyorum, eve getiriyorum. Vazoya koyuyorum,
masaya. "Şerefe," diyorum boşluğa, bir kadeh şarap kaldırarak.
Gözyaşlarım akıyor nihayet – tuzlu, özgür. "Özür dilerim," diyorum,
sanki duyuyorsun. "Değiştim, büyüdüm. Seni sevdim, hala seviyorum. Ama
gitmene izin veriyorum." Rüzgâr pencereden esiyor, mum alevini titretiyor.
Karanlık çöküyor şehre yine, ama bu sefer hafif – gri bulutlar dağılmış,
çiseleme susmuş.
Geceyi, anılarla geçiriyorum; fotoğraflara bakıyorum, gülümsüyorum. Sabah,
yeni bir sayfa açacağım – belki bir mektup yazacağım sana, belki yakacağım. Ama
biliyorum, kış bitecek; bahar gelecek, yapraklar yeşerecek. Şehir, karanlığını
örterken, içimde bir ışık yanıyor – umut, ince bir çise gibi. Yalnız değilim;
seninle doluydum ve o doluluk kalacak. Karanlık çöküyor şehre, ama ben
yürüyorum – serin kış akşamlarında, gri bulutların altında, kalbimle... Vesselam.
Mehmet Aluç
Not:Görsel Alıntıdır.