
Kağnı
Gölgesinde Bir Vatan
Türk Milleti’nin ateş ile imtihan edildiği yıllardı. Yediden yetmişe her
Türk, elindeki im-kanları silaha dönüştürüp cepheye koşmuştu. Ülke işgal
edilmiş, tersaneler dağıtılmış, hastalık yaygın, halk aç ve sefil… İşte bu şartlar
altında Mustafa Kemal’in yaktığı bağımsızlık meşalesi ete kemiğe büründü ve
yurdun dört bir yanında yanmaya başladı. Genç-yaşlı, erkek-kadın demeden tüm
vatanseverler cepheye koştular. Tarihte eşi benzeri görülmemiş bu durum
söylendiği gibi “Türk’ün ateşle imtihan” edildiği yıllardı. Türk milleti, ateş,
kar ve boran demeden, düşmandan korkmadan ateşten gömleğini giyinerek cepheden
cepheye koştu. Bu vatan savunmasında Şerife Bacı’dan bahsetmek istiyorum; çünkü
her hatırladığımda boğazıma bir yumruk tıkaç oluyor!...
Şerife bacı, Kastamonu’nun
Seydiler köyündendir. O’nun adı, Türk kadınının tarihin en zor anlarında
üstlendiği sorumluluğun sembolü olmuştur.
Mondros Mütarekesi sonrası
işgal altındaki Anadolu’da düzenli ordunun en büyük sorunu cephane ve lojistik
eksikliğiydi. İstanbul’dan gizlice Karadeniz’e çıkarılan silah ve mühimmat,
deniz yoluyla İnebolu limanına ulaştırılıyor, oradan kağnılarla cephe hattına,
özellikle Ankara üzerinden Sakarya cephesine taşınıyordu. Bu zorlu hattın
omurgasını köylü kadınlar, yaşlılar ve çocuklar oluşturuyordu. Kağnı kolları
çamurla, yorgunlukla mücadele ederken aynı zamanda açlık, hastalık ve donma
tehlikesiyle mücadele ediyorlardı. Bu seferberlik yalnızca bir askeri
organizasyon değildi, halkın yürekten gelen direniş bilincinin somut bir
ifadesiydi.
Tarih 1921 ve kış çok çetin
geçiyordu. Şerife Bacı, kucağındaki iki aylık kızı Elif ile birlikte, kağnısına
yüklediği cephaneleri Kastamonu’ya ulaştırmak için yola çıktı. Tehlikeli bir
yolculuktu… Cephane sandıkları, kar ve tipi altında ıslanıp donmasın diye
üzerine kendi battaniyesini örmüştü. Tarihe tanıklık edenlerin ifadesine göre
Şerife Bacı Kastamonu kışlası önüne geldiğinde hava sıcaklığı -20 dereceye
düşmüştü. Güneş, ayazıyla doğduğunda, askerler kağnının önünde bir sessizlik
fark etti. Şerife Bacı, kızını ve cephaneyi vücuduyla sarmış fakat donarak
ölmüş halde bulunmuştu. Kucağındaki Elif bebek ise annesinin sıcaklığıyla
hayatta kalmıştı. Okuduğum bir kitapta, Elif bebeğin donarak öldüğü, Şerife
Bacı’nın yaşadığı yazıyordu, ancak durum öyle değilmiş; Şerife Bacı ölmüş ancak
Elif bebek, annesinin kucağından alındıktan kısa bir süre sonra vefat etmiş.
Bu dramatik olay, Kastamonu
halkının hafızasında efsaneye dönüşmüştür. Şerife Bacı, 1921 Şubat ayında
toprağa verildiğinde O’nun ardından söylenen tek cümle her şeyi anlatıyordu: “Vatan, bir kadının donmuş bedeninde bile sönmeyen
ateştir.”
Bu olayı şu şekilde
değerlendirebiliriz: Şerife Bacı’nın vatanı için hem bebeğini hem de kendi
hayatını kaybetmesi bireysel bir fedakârlık olarak değil, Anadolu kadınının
tarih sahnesine kolektif bir dönüşü olarak görebiliriz. Erkeklerin cephede,
kadınların cephe gerisinde yürüttüğü bu amansız mücadele klasik savaş
anlayışını bile aşarak toplumun topyekûn direnişi haline gelmiştir.
Tarihimize altın harflerle
yazılan Şerife Bacı örneği; toplumsal cinsiyet rolleri açısından dikkat
çekicidir. Şerife Bacı ve diğer kadınlar yalnız bir anne ya da bir eş olarak
değil, vatan savunucusu birer savaşçı kimlikleriyle öne çıkmıştır. Bu durum
Cumhuriyet döneminde kadının kamusal hayattaki yükselişinin toplumsal zeminini
oluşturmuştur.
Kastamonu Valiliği bir vefa
örneği göstererek Türk Kadınlar Birliği’nin çabalarıyla Şerife Bacı’nın
hatırası yaşatılmaktadır. 1980’lerde Kastamonu meydanına dikilen Şerife Bacı
Anıtı, kadının bu destandaki yerini simgelemekte, hafızalarımızda yaşamasına
vesile olmaktadır. Bu sebeple; 1921 Şubat ayı Şerife Bacı Anma günleri olarak
kutlanmaktadır. Yaklaşık üç yıl Kastamonu’da kalmıştım ve O kutlu ve münevver
şahsiyetin anıtını her gördüğümde gözlerim dolardı…
Bu olay bize neler anlatıyor?
Şerife Bacı’nın hikâyesi,
tarihsel olaylardan çok daha fazlasını anlatır: o, millî kimliğin vicdanî
boyutunu temsil ediyor. Bir ulusun kurtuluş mücadelesi, yalnızca strateji ve
silahla değil, insanın içindeki “merhametle birleşen cesaretle” kazanılır.
Şerife Bacı, bu birleşimin ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu sebeple; Şerife
Bacı’nın kağnısı bir nakliye aracı değil, vatan yükünü taşıyan bir sembole, kağnı
tekerleğinin çıkardığı o gıcırtı ise Anadolu’nun sesine ve duasına dönüşmüştür.
Bu tarihi hakikatler bize gösteriyor ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinde
bu vicdanın sesi olarak Şerife Bacı’nın adı yankılanıyor…
Ve
bizler; bugün sıcak evlerimizde konfor içinde nefes alabiliyor,
bağımsızlığımızın nişanesi şanlı bayrağımız altında yaşayabiliyorsak, Şerife
Bacı ve O’nun gibi nice adsız kadın kahramanlarımız yanında genç-yaşlı erkek
kahramanlarımız sayesinde yaşıyoruz. Hepsine minnet, şükran ve dua borcumuz
vardır. Onların manevi huzurunda saygıyla eğiliyoruz. Yüce Allah, mekânlarını cennet
eylesin.