Kadın kararlı adımlarla buluşma saatine bir saat kala evden çıktı. Gergin ve huzursuzdu. Kendinden emin sandığı kararlılığı onu çoktan yarı yolda bırakmaya başlamıştı bile. Hava soğuktu, yağmur çiseliyordu. Şemsiye almadan çıkmıştı evden. Zaten hiç sevmezdi şemsiye kullanmayı, iliklerine kadar ıslanmak marifetmiş gibi. Aklında binbir soru işareti, çözemediği denklem kargaşaları eşliğinde hızlı adımlarla her zaman buluştukları kafeye doğru ilerledi.
Adam keyifsizdi uyandığında. Gece epey geç yatmıştı, kafası kazan gibiydi. Telefonu çalmasa akşama kadar uyuyabilirdi. Öğlene doğru aldığı telefon onu hem huzursuz etmişti, hem de merakta kalmasına yetmişti. Alenen dile getirilmese de evet bir terslik vardı. Tadı kaçtı birden, içinde kötü bir şey olacağı zaman duyduğu o his peydah olmuştu işte! Şüphelerini ve meramını bir an evvel cevaplandırmalıydı. Üzerini giyindi ve buluşacakları kafeye gitmek için yola koyuldu. Şemsiye almamıştı dalgınlıktan, aceleden aklına bile gelmemişti. Yağmur hızlandı, adam ıslandı, yağmur haykırdı kara bulutlarla birlikte, sanki kötü bir anın habercisi gibiydi ama kulak vermedi adam, yürümeye devam etti.
Adam kafeye vardığında kadın çoktan gelmişti bile, her zaman oturdukları masada oturuyordu. Yüzünde tarifsiz bir huzursuzluk saklıydı. Acıyı emziriyordu kadın! Adam bir süre izledi onu ve neden sonra yanına gitme cesaretini toparlayıp karşısına oturdu. Sukunette saklanmaya çalışıyordu adam! Kanamalı bir aşkla kıvranıyor gibiydiler. Kadın konuşmak istiyor ama aklını sakinleştiremiyordu. Sonunda adamın beklediği hamleyi yaptı;
- düşüneceğini söylerken espiri yaptığını anlamalıydım!
Adam bu hamleyi beklemiyordu. Daha sıcak ve olumlu bir başlangıç ya da giriş cümlesi dilese de, onun öfkesinden nasibini alacağını biliyordu. Ama yine de hazırlıksız yakalanmış gibi afalladı, sanki gardını almamış bir savaşçı gibiydi… Sustu adam, bir süre konuşmadı kadın. Acının hazzıyla kıvranıyorlardı sanki. Hazmedememişti henüz acı, ızdırabın zevkini. Kekremsi bir tat vardı ağızlarında buruk ve ıslak. Sustu adam, anladı, olmayacaktı böyle, sessizce yürüyemeyecekti parmak uçlarında, kadının düşlerine basmadan! Daha fazla dayanamadı adam, suskunluğa teslim olmadan konuşmaya karar verdi bilinmez bir acıyla ;
- düşünüp de acıtmak istemedim ikimizi de… ikimizin de bildiği şeyleri dile getirdiğimde ne değişecek, beni kalbin kadar iyi tanıyorsun, kendimi senin gözünde aklamamı bekleme benden! Ben gittim, payıma düşen de buydu zaten, yapmam gerekeni yaptım ama sen hala bunu bile göremiyorsun.
Kadın içindeki fırtınaları bir anlığına da olsa susturabilmeyi deniyordu, ama olmuyordu işte! Yeniliyordu kendine;
-sen gittiğini sanıyorsun ama insan hiç gelmediği bir yerden nasıl gidebilir ki? Hem konu bu değil biliyorsun, artık bazı şeyleri açığa kavuşturma vakti geldi. Lütfen bugüne kadar hiç olmadığın kadar samimi ol, palavraları bırak bir kenara ve açık konuş benimle…
-ne duymayı istiyorsun? Hayatımda başkası olduğunu kabul ettiğimde veya bunu göğsümü gere gere itiraf ettiğimde daha mı az acıyacak kalbin? Ne istiyorsun? Dürüst olmamı mı? Pekala… seni sevdiğimi sandım, hatta aşık olduğumu bile sandım bir zamanlar. Ama madalyonun öteki yüzü öyle değilmiş, ben hayalimde yarattığım kadına aşık olmuşum. Seni görmediğim zamanlarda daha çok seviyormuşum meğer. ‘İnsan uzaktan sevince hep acı çeker’ dersin ya hep, evet haklısın aslında insan uzaktan sevince acı çekiyor ama esasında zaten en çok da bu acıyı seviyor. Biz insanlar kavuşamadığımızda aşkımızı narin bir çiçek gibi sahipleniyor, kuruyan yaprakları özenle sulayıp, yersiz çıkan otları temizliyor, bakımını yapıyoruz. Ama iş gerçek olana döndüğünde çiçek büyüdüğünde ondan sıkılıveriyoruz hemen.
-bizim sorunumuz neydi biliyor musun? sevmekle yetinememekti…
-saçmalama ne sevmesi, sevgi yoktu diyorum sen hala ne diyorsun! Ben başkasına gittim evet, belki ona da aşık değilim, biliyor musun bu sorgulamalardan çok sıkıldım ben artık. Nereye varmaya çalışıyorsun? Sakladığım bir şey yok ki! Herşeyi kabul ediyorum. Sahte gülüşlerimi, yaban sevişlerimi, yalan sözlerimi… hepsini! Tek istediğim herkes özgürce artık yoluna devam etsin. Farzet ki ben hayatına hiç girmedim, seninle olmadım, sevgi sözleri söylemedim… biz diye birşey yoktu, hiç bir zaman da olmadı!
-tamam… dedi kadın, tamam! Nasıl istiyorsan öyle olsun…
Adam acı çekiyordu. Söylediği yalanlar, onu ikna etmek için uydurduğu, hayali bir aşk’ın vicdan azabı ve kahrolası omuriliğindeki, habis tümör… ne kadar sahte, hatta sadece filmlerde rastlanacak türden bir ayrılık olsa da, bu yalana mecburdu. Çünkü eğer kadın adamdan nefret etmeyi başaramazsa onu kaybettiğinde çok daha derin acılara, bitmeyen gecelere, beynini yiyen yitirme hisleriyle kendini heba edecekti, adam kadını çok iyi tanıyordu. Bunu onun iyiliği için yapmaya mecburdu. Ayrılık, kadının ölüm acısına katlanabilmesinden daha az acı verici görünüyordu adama.
-hoşça kal dedi adam, hoşça kal… arkasına bakmadan hızlı adımlarla kapıya yöneldi, eğer arkasına bakarsa gidemeyecekti. Onu öylesine çok seviyordu ki… sevgisinden vazgeçecek hatta kalan günlerini onsuz geçirmeyi göze alabilecek kadar… eli kapıya uzandı, tam kendini dışarı atacağı sıra kulaklarını çınlatan, kulaklarını sağır eden, pişmanlığını o an da şimşek gibi yüreğine indiren o şiddetli ve kahrolası sesi işitti.
-tak, tak!
İki kez duydu sesi, iki kez yıkıldı sanki ömrü gözlerinin önünde…
Şemsiyesiz çıkmıştı evden, yağmur olanca hızıyla yağıyordu, adam ağlıyordu...
yağmur ağlıyordu, adam yağıyordu...
yağmur, adam...
ağlıyordu
yağıyordu
yağmur...
kadın; ölüyordu...
şemsiyesiz... şemsiyesiz bir günde...
fulya/şubat2011