Güneşi öpen gri,asık suratlı bulutların kavgası uzun sürerdi hep.Ufku
kararan şehrimizi cızırtılı maytaplarla aydınlatan gürültü yerini iri gözlü
yağmurlara bıraktığında saklandığım evin en kuytu köşesinden çıkar,
pencereden doyumsuz güzelliği seyre dalardım.Her yağmur yağışında aynı
tekerleme dilime dolanır,arap kızının rolüne bürünüp büyük bir ivmeyle
mahallemizi yıkayan sellere gözüm takılır kendimi unuturdum.
Her ne hikmetse annemin camları parlattığı gün gök gürültülü,şimşekli
yağmur yağar,kamçı gibi camları döven gümüşi damlacıklar hiç leke
bırakmadan neşeli adımlarla denizlikleri tramplen gibi kullanıp,bahçeyi
bütünüyle kaplayan ağaçların üzerine düşmek için birbirleriyle
yarışa girerlerdi.Ne çok severdim henüz tertemiz;günlerdir içi
susuzluktan kavrulmuş toprağın doyasıya içtiği yağmurun tenekeyle kaplı
çatılarda ki tıplayan sesini…Suya doymuş toprağın amber kokulu buğusunu…
Güneş aniden saklandığı öfkesi geçmiş bulut kümelerinden sıyrılır;
yağmurun attığı cila ile yedi rengi saçan ebemkuşağı tüm haşmetiyle
kucaklardı asumanı.Ninemin içi dışına çıkmış masallarından aşina
olduğum bu renk cümbüşünden geçip,henüz kötülüklerle,hastalıklarla
tokalaşmayan çocuk ruhumla bol,bol oyuncağa sahip olmayı dilerdim…
O zamanki yağmurlar şimdiki gibi bulanık değil pırlanta
saflığındaydı.Kovalara biriktirilen küçük su baloncuklarıyla saçlar durulanır;
ipeksi yumuşaklık,lame parlaklık elde edilirdi.Gökyüzü bile daha berrak,
nebatat renk kartelasına inat daha canlıydı.Ormanların florası çeşitli,
denizlerin verimi bereketliydi.Terkozlardan akan su gürül,gürül ve kaynağın
gözünden içilen suya eşdeğerdi.
Ve biz üredik,çoğaldık...Bitki ve hayvanların yaşam alanlarına
tecavüz edip;tabiatın terazideki muhteşem dengesini yok ettik.Doğanın
insanoğlundan aldığı intikamı kaderden sayıp yüzsüzlüğümüze kılıf
uydurduk…
Yapılan bilimsel araştırma verilerine dayanarak; bilim adamlarının
bitmez,tükenmez uyarılarına kulağımızı tıkayıp,bildiğimiz yoldan bir milim
bile sapmadık…
Kutupların erimesi sonucu fok balıkları ölecekmiş,denize kıyısı
olan şehirler,ada devletleri sular altında kalacakmış…
Bilinçsizce avlanan hayvanların nesli tükenecekmiş…
Göller kuruyup çöl olacakmış;su kaynakları kirlenip
hastalıklar çoğalacakmış hatta kuruyup aç ve susuz kalacakmışız…
Ormanlar seyrekleştikçe sele,erozyona maruz kalıp zehir solumuş
ciğer gibi kalakalacakmışız…
Kirlettiğimiz ve dip trolüyle ortamlarını silip,süpürdüğümüz deniz
mahsulleri ve derya kuzuları bitecekmiş…
Sera etkisi yaratacak doğaya düşman deo,parfüm,spreyleri
kullanarak,egzoz ölçümlerinden kaçarak,fabrikalardan kirli,sarı dumanla
rı havaya saçarak asit yağmurları yağacakmış;mevsimlerin huyu değişip
termometreleri çatlatacak aşırılıkta sıcaklık,soğukluk olacakmış…
Su havzalarını,dere yataklarını,ormanlık yeşil alanları,sahil şeritlerini
imara açıp,betonla donatarak;her türlü afette tüm kusurlarımızı örtüp,
yaradana sığınarak,suçu diğerine atarak sorumluluğumuzdan kaçacakmışız…
Bu günümüze sahip çıkamazsak yarın diye bir şey olmayacağı
insanlığın umurunda mı?
Ama ben pırıl,pırıl turkuvaz kubbede asılı kalmış ruhumu dinlendiren
renkli tacı,ışıltılı,bereketli lacivert denizi,baş döndüren yeşile doymuş
ormanların faunasını,henüz kirlenmemiş yağmurların çocuksu saflığını çok
özledim…
Ya siz…?