Yarım kalmış çocukluğum                     
      Öykü
     Kadriye Yapıcı   
                     
        İnsanlar bir işin ucundan tutarken, bir yerlere yetişmeye çalışırken, alışveriş yaparken, birbirlerine bir olayın ayrıntılarını aktarırken öylesine özensiz, öylesine tutkusuzdurlar ki. Tüm yaşamları adeta çileli bir devinime dönüşmüş gibi. Ayaklarındaki yere basış bile hafif ve kırılgan. Hayatı reddedişleri sert bakışlarından, çatık kaşlarından, mutluluğun ışıltısından yoksun yüzlerinden görünebiliyordu. Sanki duruşları yaşamdan yana değil, ölümden yanaydı. 
              Yıllardır ayakta durmak için birbirimize tutunarak, birbirimize güvenerek ve  az da olsa mutlu olmayı  deneyerek yaşadık bu fabrikada. Ne kadar çocukluğumun geçtiği köyümün özlemini çeksem de, bu fabrikada acısıyla tatlısıyla hep birlikte yaşıyoruz ...       
       
            On dört senedir ki tekstil fabrikasında yaşamaktayım. Tabii ki buna yaşamak denirse, tek tesellim Hilmi'yle tanışmam oldu.
        Hilmi üç yıl önce ustabaşı olarak çalıştığım fabrikaya geldiğinde, bende bir kıpırtı ve heyecan uyanmıştı, “ iddia ederim ki bu genç olsa olsa memleketimin insanıdır” diye içimden geçirdim. Evet, çocukluğumun geçtiği yerde Hilmi de yaşamış, koşmuş, oynamış, kuzulara yaprak vermek için ağaçlara tırmanmış, aynı derede su içmiş ve yüzmüş. Hilmi'yle tanışmam, benim için büyük bir hikmetti. 
          Elektriklerin makineleri susturduğu bir sırada, çocukluğumun geçtiği evi Hilmi'ye anlatırken, birden yerinden hoplayıp “Çok istiyorsan bu bahar seni götürebilirim.” dedi. Bu güzel teklifi bana sunarken, köyümüzden ayrıldığımızda anamın dedikleri aklıma geldi, “ Artık ne evimize ne de köyümüze bir daha geri dönmemiz imkânsız.” demişti. Defalarca “Köyümüze gidelim.” dediğimde, anam bir hışımla “ Bir daha bunu tekrar etme, unut köyü.” derdi. Anamın böyle yapmasına bir türlü akıl erdirememiştim. O kadar dalmıştım ki “Ne düşünüyorsun, gitmek istiyorsan gidelim bu ay sonu...” dedi Hilmi. Bir genç kız olduğumu unutarak” Evet evet!” dedim. “Peki, ailen bir şey demez mi?” diye sordu. Doğru ya. 
        Birkaç zararsız yalan hazırladım ve anama,
  “ Çalıştığmız fabrika, işçilerini Doğu turuna götürüyor, benim de adımı yazmışlar, eğer adımı sildirsem beni işten kovarlar.” dedim.  Anam:
        “ Yoh yoh sildirme, bu zamanda iş bulmak zor olmuş kızım.” dedi başını sallaya sallaya. Anamın saflığı, içimdeki volkan,  iki şehir arasında gittim geldim. Bir an babam aklıma geldi “ baban hayatta olsaydı izin bile istiyemezdin” dedim kendi kendime.
         Bütün acıları,  sorumlukları bir kenara bırakıp Hilmi'yle birlikte Mayısın ilk haftası biletlerimizi Mardin'e kestik ve yola koyulduk. 

            Güneşin altında yemyeşil parlayan, dağlardan tüm ovaya yayılan tatlı yumuşak bir esintiyle oynaşan uzun sivri uçlu yaprakları ile dimdik ve güçlü görünen mısır fidanlarının boy verdiği tarlanın yanından geçerken içim hiç alışık olmadığım bir sevinçle kabardı. Tozu dumana katarak ilerlediğimiz yol, çocukluğumun geçtiği eve giden yoldu. Uzaktaki dağlar, hemen yolumuzun kenarında boy vermiş dikenler, gökyüzünde süzülen turnalar,  elektrik tellerinin üzerine tünemiş, aşkla ötüşen serçeler, bana yarım kalmış çocukluğumun özünü veriyordu. Kâh tepeler aşıyor, kâh bir derenin üstündeki taş köprüden geçiyor, kâh yanından geçtiğimiz bin bir çeşit ağacın, çiçeğin adını bulmaya çalışıyordum. Kırmızı gelinciklerin, uçuşan arı ve yusufçukların, insanın ağzından hayatın tadı denilebilecek sevinçli ve huzurlu bir tat bıraktığını hissini veriyordu.       
             Tarlalardan sonra geniş bozkırların, derin vadilerin içinden, küçük tepelerin yükseklerinden, otlayan kuzuların, türkü söyleyen çobanların yanından geçtik. Etraf tohum, toprak, çiçek, böcek kuzu kokuyordu. Bin bir rengin üzerine vurmuş güneş insanda bir zamansızlık hissi uyandırıyordu. Toprağın dağ ile dağın gökyüzü ile buluştuğu noktalardaki sonsuz ve kadim birlikteliğin uyumuyla ürperdim. Kahve, koyu kahve, sarı, çürük yeşili, çağla yeşili, kızıl ama en çok kahve... Bunlar, önümüzden uzayıp giden toprağın yer yer farklılaşan renklerinin, bildiğim isimleriydi. İsmini bilmediğim renkler de taşıyan toprak, sanki sonsuzluğu simgeliyordu. Dağların griliği, toprağın kahvesi içimde milyonlarca canavarı, eşkıyayı, zalimi yok edebilecek bir kahraman yaratıyordu. Ben bu topraklarda büyümeliydim diye düşündüm iç çekerek. Burada soluk almak, burada çocuklarımı büyütmeli ve ölmeliydim. 
      Bugüne kadar yaşadığım şehirler çiçeksiz ve ağaçsızdı. Daha acınası olanı, kaldırımlarında hep aynı hizaya sokulmuş, hep aynı boydaki ağaçlarıyla, aynı renk çiçeklerin, aynı kümeye ekilmiş halleri olduğunu dehşetle fark ettim. Şu toprakların üstündeki şu cılız otun, şu adsız çiçeklerin özgür ve kendi kendilerini var etmiş halleri, böceklerle haşır neşir oluşları, onları besleyişleri bende de böylesine özgür, böylesine güçlü olma isteği uyandırdı. Tek başıma olsam da bende bu toprakların otu, tozu, börtü böceği, kahvesi yeşili olmak istiyorum. Şu tarlalara fidan, o fidanlara yaprak, o yaprağa değen el olmak istiyorum. Güneşin kavurduğu kapkara bir ten olmak...
           Güneş yavaş yavaş kendini dağların ardına çekmeye, her yeri tatlı bir kızıllığa boyamaya,  başladı, şoför de artık yolumuzun sonuna gelmek üzere olduğumuzu belirten sözler söylemeye başladı. Akşama dönen gün ve yolumuzun azaldığını söyleyen Hilmi, kalbimin hızla çarpmasına, tarifi imkansız bir heyecanın bütün bedenimi etkilemesine sebep oldu. Hilmi, heyecanladığımı anlamıştı, beni yatıştırmak için elini sol dizimin üstüne koyup “Anılarınla buluşacaksın.” dedi. 
   Dizlerimin üzerindeki, Hilmi'nin elini daha sonra fark edince, büyük bir heyecanla kendimi toparlayıp “Sonunda çocukluğumun geçtiği köye geldik ha...” dedim. 
 
      Arabadan indikten sonra havayı içime çektim.  “Burda çocukluğumun kokusu, anamın kokusu, babamın kokusu, arkadaşlarımın kokusu var Hilmi!” dedim bir çocuk gibi sevinerek.
       Hilmi gülümseyerek bana bakıp “İstiyorsan bu evde tekrar yaşayabilirsin, ağabeyimi ikna etmek kolaydır, çünkü o beni kırmaz...” Evimizi satın alan kişinin Hilmi'nin ağabeyi olduğunu o an öğrenmiştim. Şaşkınlıkla “ Sakın buralı olduğumu bilmesinler, daha önce neden bana söylemedin? Yıllardır aynı fabrikada çalışıyoruz.” dedim içerlenerek... Hilmi suç işlemiş gibi eğilip büzüldü:
   “ Ama hangi evde oturduğunu söylemedin ki. Yalnız köyün adını, deresinde yüzdüğünü ve tarlalarda koşup oynadığını anlattın hep... Ben nerden bileyim bu ev sizin olduğunu.” dedi anlını ovuşturarak. 

         Sedirlerin üzerine pamukla doldurulmuş döşekler atılmıştı. İçi samanla doldurulmuş, üstü çeşit çeşit desenli kırmızı halı kaplı uzun yastıklara dayanmışlardı. Sedirlerden birine oturup sırtımı yastığa dayadım. Hilmi de yanıma oturdu. Yengesini beklerken odanın içine, avluyu, ahıra ve duvar kenarında halen duran su tulumbasına bakıyordum. Hava mis gibi taze ot, çiçek ve akşamüstü kokuyordu. Havayı ciğerlerime çekip etrafı seyre devam ederken, avlunun dışındaki olan odanın ardından bir kadının, alacakaranlık havada bile güneş gibi parlamasını sağlayan kar beyazı giysiler içinde, bize doğru geldiğini gördüm. Bu,  Hilmi'nin yengesi olmalıydı. Tam o sırada Hilmi de kadını görüp “Yengem geliyor. ” dedi ve kadına doğru yürümeye başladı. Ben de ayağa kalktım. Kadın Hilmi'nin kollarının arasında kaybolmayacak kadar iri yarı bir kadındı. Neredeyse boyu Hilmi'yle aynıydı. 
              Ayakta biraz laflayıp ağız dolusu konuşmalarının ortalığa yayılmasına hiç aldırış etmeden, konuşarak bana doğru geldiler. Tahminimden daha çok güzel bir kadındı. Upuzun örülmüş saçları ateş kırmızısıydı. Sanırım beyazlanmış saçlarının kınalı rengiydi bu ateş rengi. Yüzü yuvarlak, göz kapakları şiş, burnu hafifçe yassı, al beyaz bir tene sahipti. Diriliğini kaybetmemiş ama biraz sarkmış göğüslerinin altında robalı fistanının, tam robasının üstünden beyaz renkte üç beş kuşak bağlamış, bir gelin gibi salınıyordu. Göz kenarlarında ve alnında derin olmayan birkaç çizginin dışında yüzünde herhangi bir yaşlılık izi görmek olanaksızdı. Ağır, buyurgan, resmi bir tavrı vardı. Bronz teni, yine de onun bir zamanlar beyaz tenli olduğunu gizlemiyordu. Ayağa kalktım, elini öpmek istedim, elini vermedi ve iki eliyle başımı tuttu gözlerimden öptü. 
        Hava henüz tam kararmamış olmasına rağmen Hilmi lambayı yaktı ve yemeğe başladık. Bütün akşam sunulan her şeyi yemek, içmek ve Hilmi'yle yengesinin hiç susmadan, o hızlı konuşmalarını, güçlü sesleri ile kâh gülerek kâh hüzünlenerek ettikleri sohbetlerini izlemekten başka bir şey yapmadım.
         Tüm köyün ışıkları sönmüştü, gece kuşlarının, uzaktaki birkaç çalı çırpının hışırtısının, köpek ulumalarının dışında tek bir sesin duyulmadığı bu dingin, huzurlu gecede çocukluğumu hayal ettim.
            Tulumbanın yanındaki dut ağacına tırmandığım, koyunlara bir ata biner gibi bindiğim, babamla şehre gittiğimde bütün şekerlere bakıp babamdan hepsini almasını istediğim günler... Ne güzel günlerdi ah o günler... Ben bunları düşünürken, Hilmi'nin yengesi Safiye Teyze:
       “ Kürtçe  bilisen mi?
       “Evet, teyze biliyorum
       “ Seni melmeketi kövi neresıdır kızım?”  
       “ Ben Diyarbekirliyim ama İstanbul'da yaşıyorum      
      “ He kızım he, gene de aynı toprağın çalı çırpıleriyik kızım, bak kövlerde genç kalmadı, hepsi çalışmak için  büyük şehirlere gittiler. 

         Horozların ötüşü, kadınların sesleri ve ılık bir sabah yeli ile uyandığımda, kesintisiz doygun bir uyku uyuduğumu fark edip tatlı tatlı gerildim. Büyük bir heyecanla kalkıp pencereden köyün hararetli telaşına ve masmavi pırıl pırıl gökyüzüne bakarak taze sabah kokusunu içime çekiyordum ki, birden aklıma köyü terk ettiğimiz gün gözlerimin önüne geldi. Kamyonun kasasına tutunmuş geride bıraktığımıza bakıp ağlıyorduk kardeşlerimle birlikte, kamyonun tekerlerinden savrulan toz dumanı yarıp tekrar geriye dönmeyi o kadar arzulamıştık ki...  Nemli gözlerimi silerken Safiye Teyze'nin sesiyle irkildim birden:  “Ware taşte bıke keçka delal.” ( Gel kahvaltını yap güzel kız.) bir an anam sesleniyor sandım ve yerimden sıçrayıp Safiye Teyze'nin peşinden gittim.

     Dört gün sonra Safiye Teyze beni tahıl dolusu odaya çekip Kürtçe,  “Kaç gündür buradasın, sanki burada yaşamış gibi her şeyi kavruyor, her işi severek yapıyorsun. Gözlerindeki pırıltı kalbinden geçenleri ele veriyor, sanırım üç yıldır Hilmi'yle aynı fabrikada çalışıyorsun. Ona güveniyorsun, güvenmeseydin buralara kadar gelmezdin, eğer evet diyorsan gelelim seni ailenden isteyelim.” dedi.
      Bu teklifi Safiye Teyze'den değil de, Hilmi'den duymak isterdim. Bu beni bir hayli utandırmıştı, ne diyeceğimi bilmeden bir an önce gitmek istediğimi söyledim Hilmi'ye.
       
    Doğan güneşin ilk ışıkları etrafa kırmızı bir aydınlık verdiğinde; dağ, taş, toprak büyülü bir havaya büründüğünde, gözlerimi o büyülü manzaradan alabilmemin tek bir açıklaması vardı. Beni büyüleyen manzaradan daha çok, Hilmi'nin diyecekleriydi. Güneşin o taze, kullanılmamış, ilk bize ulaşmış, yenilenmiş güne başlayan ışıkları Hilmi'nin yüzüne vurmuştu. O sabahın sancısız, telaşsız, sanki dünya durmuşçasına, bir yere yetişme kaygısı taşımadan başlayışının güzelliğini Hilmi'nin yüzünde görmek kısa ömrümce gördüğüm en büyük şenlikti. İyi bir dost ve arkadaştı.
     Yol boyunca Hilmi'nin yengesinin yaptığı teklifi, anamın bir daha köye dönemeyiz dediklerini düşünürken “ Neden bu kadar dalgınsın, çocuklar gibi sevinen,  koşan, toprağı avuçlayan ve koklayan kıza ne oldu?” dedi Hilmi. Bir an utangaçlığımı bir kenara atıp:
   “ Safiye Teyze’nin bana yaptığı teklifi düşünüyordum.”
  “ Umarım yengemin dediklerine kızmadın.”
  “ Kızmadım ama bu teklifi senin yapmanı isterdim.”
 “ Doğrusunu istersen ben çekindim, o yüzden yengemi devreye koydum.”      
         Hilmi'nin yaptığı evlilik teklifine pek de sevinmemiştim, çünkü imkânsız bir şeydi.”  
 
    İstanbul'a döndükten iki gün sonra anama:
   “Fabrikanın ustabaşısı bana evlenme teklif etti.” dedim.
   "Peki iyi tanıyor musun.” diye sordu.
  "Eevet aynı köyümüzden, çok iyi bir insandır.” cevabını verdim.
           Anamın bakışları tıpkı bir şahinin bakışlarına dönmüş, bedeni bir yay gibi gerilmişti. Sinirden yanakları kızarmış, lafın ucunu sonunu kaçırmış, aklına geleni sıralıyordu. 
 Doğadaki tüm anaların yavruları tehlikeli bir durumla karşı karşıya geldiğinde aynı dehşetli saldırganlığa  bürüneceklerini düşünüp onu anlamaya çalışıyordum. Suçlu bir ifadeye bürünmüş, başım önde, dizlerimi birbirine yaklaştırmış, usul usul anamı dinliyordum.
      
    Çocukluğumun geçtiği yer anama ne yaşatmıştı acaba?  Evliliğime mani olacak kadar ne olmuştu oralarda. Bir türlü bu bulmacayı çözememiştim. Ve kaderime razı olmaktan başka çarem kalmamıştı.  
018.02.2010
( Yarım Kalmış Çocukluğum başlıklı yazı kadriye xoda tarafından 15.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu