“İşitin ey yarenler,
Aşk bir güneşe benzer.
Aşkı olmayan gönül,
Bir kara taşa benzer”
Yunus Emre’nin bu mısralarını ilk gördüğümde kalbimden vurulmuşa döndüm. Sonra da korktum göğsümde eşsiz, benzersiz bir cevher saklamak varken kara bir taş saklamaktan.
Hissetmek kıymetli bir cevherdir, önce göğsümüzde sonra da gözlerimizde parlar. Peki ya bu cevherden mahrum kalanlar, kalplerinde küçücük de olsa sevgi yetiştiremeyenler ne haldedirler? Bu türden insanlar eşyaya, insana ve kâinata güzel gözlerle bakmayı bir türlü başaramazlar. Onlar için herkes kötüdür, her şey çirkindir. Başkalarında kusur arayıp bulmakla ömür geçiren bu insanlar gönül gözleri hiç açılamadan; kalplerindeki cevher- ki o cevher herkesin özünde vardır- bütün parıltısıyla etrafa ışık saçamadan göçüp giderler bu diyardan. Her türlü kötü fikir ve his içlerini öyle sarmıştır ki onların, kalpleri zamanla kara bir taşa dönmüştür. Bütün aklı erenler bilirler ki kara taşın üzerinde ot bitmeyeceği gibi bu insanlar da tam manasıyla hiçbir insanı, hiçbir varlığı sevemezler. İşte zayii edilmiş hayat diye onların hayatlarına denir.
Oysa ki sevmek bambaşka bir ışığa, bambaşka bir rahiyaya sahiptir. Bu yeteneğe sahip insanlar ise şık kıyafetler giymeseler de üzerlerine; değerli taşlar takmasalar da yakalarına, boyunlarına kilometrelerce mesafeden fark edilirler bütün ihtişamlarıyla. Sonra bu güzel insanlar birbirlerini nerede olsalar tanırlar. Kader onları karşılaştırdığı andan itibaren ahbap olurlar, dost olurlar. Bu türden insanlar için de kâinatta kötü insan, çirkin varlık yoktur. Birini soracağınız zaman onları bulup onlara sorun bu insanı. Karalama bilmez onlar, iftiranın memleketine uğramazlar. Üstelik sevmek için belli bir şart ileri sürmezler. “Eğer sen şuysan severim, buysan nefret ederim” demezler. Ya da “Seni sevmem için şunları şunları yapman lazım, benim gibi olman, benim gibi düşünmen, benim gibi giyinmen lazım” demezler.
Pir Sultan Abdal bir şiirinde insana hitaben.”Dostun bahçesinde yayılan ceren” ifadesini kullanmış. Hakikaten dünya kocaman, güzeller güzeli bir bahçeye benziyor. İçinde her türden çiçeğin yetiştiği… Güllerin, yaseminlerin, karanfillerin, lalelerin yanı sıra kaktüslerin ve dikenlerin de bulunduğu muhteşem bir bahçe. Fakat illa ki güller, her zaman güller. Güzelliğin, aşkın, vefanın bazen de nazın sembolü güller. Çeşit çeşit renge, çeşit çeşit güzel kokuya sahip güller. Bazen boyunlarını büken, yaşlı gözlerle toprağa bakan; bazen de dimdik ayakta duran, ışıltılı bakışlarla semaya dönen güller. Bana öyle geliyor ki bir gül boynunu büktüğünde bedenine yapışık halde duran dikenden yaralanmıştır. Semaya baktığında ise bu gül, ezelde gördüğü yârini, bülbülü seyretmektedir.
Gül ile bülbülün dillere destan aşkları her şairi cezp etmiştir. Şiir yazan her kişinin yolu en az bir kere gül bahçesinden geçmiştir. Gül solmaya mahkûm güzelliğiyle, can yakan dikeniyle, baş döndüren nazıyla bu ilgiye layıktır. Bülbül ise dikenin acımasızlığına rağmen sevebilmek cesaretiyle, bazen hiç kavuşma ihtimali olmadığını bilmesine rağmen yârine olan sadakatiyle, gönülleri ağlatan sesiyle her türlü övgüyü hak eder.
Gül bahçesinden ayrılamaz hiçbir zaman bülbül. Binlerce kez yaralanmak, kanını sevdiğinin üzerine akıtmak onun için acı verici bir durum olsaydı terk etmez miydi cefanın ve meşakkatin otağı olan bu bahçeyi. Terk ederdi elbette. Kendisine acı vermeyen çiçekler bulurdu. Arı gibi daldan dala konardı. Her çiçekten bal devşirirdi. Güzel sesiyle başka çiçeklerin kulaklarına muhabbete dair sözler söylerdi. Fakat işte kader gül ile bülbülü birbirine yazmış. Bu yüzden tılsımlı bir güç bülbülün gülün etrafında dönmesini, gülün hasretle bülbülü beklemesini emreder. Bu yüzden zaten atalarımız “Gülü Seven Dikenine Katlanır.” demişler.
Gülün olmadığı bir dünya bülbül için çekilmezdi. Peki ya bülbül gülü bu kadar sevmeseydi dikenine katlanabilir miydi? Bülbül cesurdur. Aynı zamanda macerayı sever. Bu yüzden gülün kulağına bir şeyler söyleyebilmek için dikene rağmen yanaşır güle. Bu arada sesinin etkisinden de emindir. Gül ona “Sesini tanıyamadım” diyemez. Hemen itiraz eder bülbül ‘Dinle bakalım’ der. “Bu ses başka bir canlıda olabilir mi? Ve sen ey gül bu sesi duyduktan sonra başka birine ‘Efendim’ diyebilir misin?”
Bülbülün olmadığı bir dünya gül için çekilmezdi. Toprağa bağlı, hiçbir yere kıpırdayamayan gül eğer bülbülü tanımasaydı dikene baş kaldırabilir miydi? Gül de en az bülbül kadar cesur olmalı. Aynı zamanda en az bülbül kadar maceraya meyyal bir karakter sergilemeli. Daha doğrusu bülbülün sesini bir kere duymuş sonra da bu sesin tılsımına kapılmış olmalı.
Gül bülbülüne bambaşka bir iklimde, bambaşka bir bahçede kavuşmak hayaliyle yaşar Dostun bu güzeller güzeli fakat faniliği herkes tarafından bilinen bahçesinde… Bazen boynu bükük, bazen dimdik… Bülbül ise bir ömür gülün göğünde uçar. Büyülü sesiyle gülün kulağına bir sürü esrarı sadece kendisi tarafından bilinen söz söyler. Sevmek sanatına ve güzel olan her şeye dair…
Bülbülle gülün ezeli ve ebedî olan hikâyelerini anlatmak benim haddime düşmemiş. Benim niyetim sadece bu hazin hikâyeyi bir kere daha hatırlatmak olabilir. Bir de dünya bahçesinde dikensiz gül arama çabasının beyhudeliğine dair ipuçları vermek
Çevremize dikkat ettiğimizde hatasız insan bulmanın imkânsızlığı dikkatimizi çeker. Kendimiz de dâhil olmak üzere her ruh hata işleyebiliyor bu âlemde. Tabii ki istisnaları hariç tutmalıyız. Tekâmülünü tamamlamış olan ruhlar insanlığa rehber olmuşlardır her zaman. Bu kadar hatanın bulunduğu bir ortamda insanlardan mükemmel olmalarını istemek acımasızlıktır. Kaldı ki sevdiğimiz insanların her türlü kusuru bizler için kolaylıkla katlanabileceğimiz türden dikenlerdir. Sevmek çok güçlü bir iksirdir. Onu içen herkes bir parça kör, bir parça sağır olur. Bu nedenledir ki dostumuz ya da yârimiz bize kötü bir şey de söylese darılmayız. Fakat karakterimize yâd olan bir kişinin her söylediği, her yaptığı bizi yaralar.
Kendisine “Sen pek de güzel değilmişsin!” diyen sultana Leyla: “Sus ki sen Mecnun değilsin.” Cevabını verir. Çünkü candan ve gönülden seven birisi için dünyanın en güzel varlığı sevdiğidir. Onun gözleri sadece sevdiğini görür. Onun dili sadece sevdiğini söyler. Onun kulağı sadece sevdiğinin sesini duyar. Tıpkı bülbülün gülü her şeye rağmen beğenmesi, gülün sadece bülbülü dinlemekten haz alması gibi.