Merhamet bir annedir. Hem de bağrı yanık bir anne... En çok o sever bizleri ve en çok o ağlar bizim için. Bu yüzden gözleri hep nemlidir, yeni ağlayıp yeni sustuğunu zannedersiniz gözlerine baksanız.

Merhametin bakışları yine nemliydi, gördüm. Dumanlı, puslu gözlerle seyrediyordu dünyayı.

 Dünya bir yıkım yeridir çoğu kez. Zalimi bol, mazlumu tükenmez, haklısı kum gibi kalabalık, haksızı ateş kadar acımasız bir yıkım yeri… Kan ve barut kokusu hiç eksik olmaz bu yıkım yerinde. Ağlatanlar, ağlayanlarla; sömürenler, sömürülenlerle koyun koyuna yaşarlar burada.

Hz. Âdem yaratıldığında melekler gözyaşı döktüler. İşte, bu tam bir hüzün haliydi. Âdem’in evlatlarının işleyecekleri cinayetleri, haksızlıkları tahmin ettiler belki de günahtan azad edilmiş ruhlarıyla. Oysa bilmedikleri bir hakikat vardı. Bu hakikati yalnızca âlemlerin Rabb’i biliyordu. Onları da, Âdem’i de yaratan, bir emriyle fenayı silip bekayı yazan büyük kudret daha “Ol !” demeden biliyordu ki Âdem’in nesli bir değil bin bir yüzlüydü. Bu yüzlerin yarısı iyi, diğer yarısı kötüydü. Gece ile gündüz, karanlık ile aydınlık, varlık ile yokluk gibi ezelî ve ebedî bir zıtlıktı bu.

Daha ilk kuşakta başladı Âdem’in evlatları birbirlerini öldürmeye. Çünkü onların iki düşmanı vardı. Bu düşmanlar hem çok güçlüydü hem de sonsuz bir ittifak içindeydiler. Biri içten, öteki dıştan sürekli “Haydi!” diyorlardı onlara. “Haydi, durma! Sadece kendini yükselt. Sadece kendini yaşat. Kendi dışındakileri emirlerine âmâde et. Sana boyun eğmezlerse yok et. Çünkü dünya güçlülerin dünyasıdır. Eğer güçlüysen yaşarsın.” Kabil uydu onların sözlerine önce. Kardeşine kıydı. Oysa masumdu kardeşi. Tek suçu Kabil tarafından kıskanılmaktı. Sonra zihniyeti kararmış, kalbindeki iyilikleri hiçe saymış, sadece o mel’un sese kulak vermiş başka Kabiller dünyaya geldiler.  Onlara zalim dendi, onlara katil dendi, onlara tiran dendi, onlara kan içici dendi. Ne çirkin sıfatlardı bunlar. Ne ağır giysiydi sırtlarına giydikleri kötülük urbası. Fakat onlar bu kötüler kötüsü sıfatları içlerine sindirdiler, bu kanlı giysiyi mağrur bir edayla ömür boyu sırtlarında taşıdılar. Ağır geldi mi bilinmez vicdanlarına bu yük.

Ordular kurdu Âdem’in nesli. Savaş adı verilen korkunç bir oyun icad etti huzura inat, sevgiye inat. İnsanlık tarihi kan ve gözyaşına boğuldu böylelikle. Öyle kesif, öyle ağır, öyle acımasız bir sis çöktü ki dünyaya kim iyi, kim kötü, kim haklı, kim haksız ayırt edilemez oldu. Eli kanlı katiller haklılık iddiasıyla yaşadılar dünya adı verilen sürgün yerinde. Ezilenler boynu bükük yaşadılar, rahat yüzü görmediler. Merhamet, sevgi, hoşgörü gibi güzellikler birer ucube misali dağlara sürüldü çoğu kez. “Sevelim, sevilelim” diyen şairlere “Aferin” dedi katiller ellerindeki kanı yıkamaya bile tenezzül etmeden. Oysa bilinen ve söylene söylene çoğu kez eskitilen bir gerçek vardı: Dünya hayatı ölümle sona eren, geçici bir hayattı. Bu gerçeği bile bile dünyaya hâkim olmak içgüdüsü ne yaman, ne anlaşılması güç bir histir.

“Zulüm zayıflıktan doğar” diye bir söz söylemiş ünlü düşünür Seneca. Bu sözün iki muhatabı var. Bunlardan biri zulmedense diğeri zulme uğrayandır. Bana hep zalimler güçsüz gelmiştir. “Zalim güçsüz olduğu için zulmeder. Gerçek güç sahibi zalim değil, adildir.” fikrinden yola çıkarak bu zanna kapıldım.  Yola çıkış noktam doğruydu belki de Fakat zulme uğrayanın aczini de hesaba katmak lazım. İşte bu noktada savaş kutsallaşır. Yani zulümden kurtuluş için yapılan her türlü mücadele kutsaldır. Bazen son derece gelişmiş silahlara karşı taşla, sapanla bile olsa direnmek insanlık onurunun bir gereğidir.

Başka bir pencereden bakacak olursak savaşın bile güzel bir yüzü olduğunu keşfedebiliriz. Kurtuluşa ve savunmaya yönelik savaş ya da Hak için gerçekleştirilen savaş birdenbire güzelleşiverir gözlerimizde ve gönüllerimizde bu pencereden bakınca. Bizler biliyoruz ki eğer etrafımızda Hakk’a aykırı hadiseler cereyan ederse bu hale mutlaka karşı durmalıyız. Nasıl mı? Elimizle, elimizle karşı duramazsak dilimizle, dilimizle de karşı duramazsak kalbimizle… Elimizle karşı durmak maddî mücadeleyi gerektirir, güç ister. Dilimizle karşı durmak haksızlığı beyan etmektir, cesaret ister. Kalbimizle karşı durmak ise şahit olduğumuz bu hali gönlümüzde kabul etmemek demektir, sabır ister. Ne diyelim: Allah hiç birimizi sonuncu ihtimalle terbiye etmesin. Edecekse de bizlere yeteri kadar sabır ve tahammül etme kabiliyeti versin.

Hiç tereddüt etmeden,  Kurtuluş Savaşımızın ruhunu en iyi şekilde ifade eden şiir olarak kabul edebileceğimiz İstiklâl Marşı’nda Mehmet Akif Ersoy, sömürgeci devletlerin saldırılarını “Hâyâsızca Akın” olarak değerlendiriyor. Peki neden? Edebin, inancın temsilcisi olan bir sanat ve tefekkür adamı, basit bir hakarette mi bulunmak istedi acaba? Elbette ki hayır… Şairin “Tek Dişi Kalmış Canavar” diye adlandırdığı sömürgeci zihniyetin utanması ve merhameti yoktur da ondan. Eğer bu devletlerde utanma olsaydı vatanlarından kilometrelerce uzaktaki bir ülkeyi işgal etmezlerdi. Ya da askerle savaşmaktan çekinip sivil halka yönelik saldırılarda bulunarak kendi bencil karakterlerini ispat etmezlerdi.

Kabil’in mirasçısı olan, içindeki o mel’un sesin çağrısına uyan vicdan yoksunu zihniyet dün Anadolu’da işbaşındaydı. Bugün ise Gazze’de binlerce savunmasız ve masum insanın ölümüne sebep oluyor. Oysa Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi : “ Bebeklerin ulusu yok.” Kinin ne olduğunu da bilmiyor bebekler. Ve katlediliyorlar zalim, eli kanlı bir güç tarafından. Bütün dünyaya “Biz haklıyız” mesajları, zafer işaretleri gönderilerek üstelik.

Nasıl bomba bunlar? Menzillerinde sadece bebekler ve kucağındaki evladını koruma telaşıyla kavrulan anneler var. Bu kadar mı kalpsiz ve histen yana fakir bu bombalar? Onları üreten, onları başıboş etrafa saçan zalimlerden mi ödünç almışlar öfkelerini acaba? Onlar da gözyaşı döküyorlar mıdır bir bebeğin cenazesinin başında? Yoksa onlara göre de bu bebekler “ötekiler” mi? Büyüdüklerinde nasıl olsa bu bebekler de direnmeyecekler mi?

Kinin ve öfkenin ne olduğunu bilmeyen bebekler düşmanlarının kim olduklarını dahi öğrenemeden ölüyorlar. Aklı biraz eren çocuklar ise içinde doğup büyüdükleri savaştan öğreniyorlar kini, öfkeyi, intikam hissini. Yanı başında annesi ve kardeşleri katledilen, günlerce sevdiklerinin kanı üstünde kuruyarak kurtarılmayı bekleyen bir çocuk için düşmanını sevmek imkânsızdır şüphesiz.

Bebeklerin tasası yok, derdi yok. Sadece anne kucağı ve birkaç yudum süt istiyorlar. Çocuklar hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar bir parça sevgi, bir parça huzur; silahların gölgesinden uzak, kardeşlerinin kanıyla yıkanmamış, kendi yürekleri gibi tertemiz oyuncaklar arıyorlar. Öyleyse onları hak ettikleri bir dünyada yaşatmak bizim aslî görevimiz olmalı. Katletme ve zulmetme özelliğini bir millete veya herhangi bir dinin mensuplarına yükleme çabasını da bir kenara bırakmamız gerekir bu durumda. Zira elli yıl önce zulme uğrayan bir toplum aradan yıllar geçtikten sonra, bütün yaşadıklarını unuturcasına başka bir topluma benzeri bir zulmü reva görebiliyorlar.

Ahlak, insan nesline en çok yakışan ve dil aracılığıyla ifade edebildiğimiz en kıymetli kavramlardan birisidir. Bazen “Etik”  diye de adlandırdığımız bu kavrama hayatın her alanında ihtiyacımız var. Peki ya nedir etik? Oyunu kurallarına göre oynamaktır. Hile yapmamaktır. İşin kolayına, insafsızcasına kaçmadan hareket etmektir Nasıl her mesleğin, her sanatın bir etiği varsa savaşmanın da olmalı. Keşke dünyada hiç savaş olmasaydı. Bir başkasının elinden hiç kimse ölmeseydi. Fakat dünyanın kaçınılmaz yönlerinden birisi de savaş.

Yok olası savaş, varsın madem! Bari iyice düşünselerdi sana başvurmadan önce insanlar. Haklı nedenleri varsa savaşsalardı ve kurallarına uygun hareket etselerdi savaşırlarken. “Tüfek icad oldu mertlik bozuldu.” diye sitemde bulunan Köroğlu acaba günümüzde kullanılan silahları görse ne derdi? Televizyon seyretse, internet aracılığıyla dünyanın dört köşesinde yapılan vahşetleri öğrenseydi kahrından ölür müydü?   Bizim yüreklerimiz peki taştan mı yaratıldı acaba topraktan değil de? Her akşam seyredip bebek katillerinin zafer işaretleri yapmalarını, hâlâ alış veriş yapabiliyoruz. Haberlerden sonra dizilerimizi seyredebiliyoruz. Yoksa bunlar bizi; sıradan, fani insanları hipnotize etmek için tasarlanmış soyut ilaçlar mı?

Son sözü “Bebeklerin Ulusu Yok” diyen şairimize bırakıyorum. Ve ben artık susuyorum: 

“İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu 

Bebeklerin ulusu yok 

Başlarını tutuşları aynı 

Bakarken gözlerinde aynı merak 

Ağlarken aynı seslerin tonu 

 

Bebekler çiçeği insanlığımızın 

Güllerin en hası, en goncası 

Sarışın bir ışık parçası kimi 

Kimi kapkara üzüm tanesi 

 

Babalar çıkarmayın onları akıldan 

Analar koruyun bebeklerinizi 

Susturun susturun söyletmeyin  

Savaştan yıkımdan söz ederse biri 

 

Bırakalım sevdayla büyüsünler 

Serpilip gelişsinler fidan gibi 

Senin benim hiç kimsenin değil 

Bütün bir yeryüzünündür onlar 

Bütün insanlığın gözbebeği 

 

lk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu 

Bebeklerin ulusu yok 

Bebekler, çiçeği insanlığımızın 

Ve geleceğimizin biricik umudu...”

 

( Merhamettir Ağlayan Bizim İçin En Çok başlıklı yazı HaticeEğilmez tarafından 22.06.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu